ayında yapılan zirve toplantısı ile iddialı bir şekilde başlayan, ancak yeni hükümetin dış politika tercihleri arasında ikinci plana itilen D-8 projesi son günlerde tekrar gündeme gelmeye başladı. Bunu biraz da Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in önyargısız tutumuna borçluyuz. Yoksa, Temmuz ayında yükselen ve Refahyol hükümeti dönemindeki bütün politikaları devre dışına itmeye yönelen hissi atmosfer içinde bu proje de bir daha gündeme gelmemek şartıyla tümden rafa kalkmış olabilirdi.
Bugün Türk siyasetinin en önemli meselesi gerek iç gerekse dış politikada hükümetleri aşan bir teamül anlayışının yerleşmemiş olmasıdır. Bir hükümete duyulan hissi tepki, o hükümetin bütün tavırlarına yönelmekte ve hükümet değişiklikleri politika değişikliklerinin çok ötesinde sonuçlar doğurmaktadır. Her hükümet değişikliğinde nerdeyse devletin strateji ekseninin değişmekte olduğu intibaı oluşmaktadır.
Refahyol'un dış politikasına gösterilen tepkisel tavır, Avrupa ve ABD dışındaki bölgelere yönelik politikalarda ciddi bir düşme temayülünün ortaya çıkmasına yol açmıştır. Yeni hükümet kendisini hükümet yapan konjunktürün ortaya çıkardığı dış politika tercihlerini öne alırken, başta İslam dünyası olmak üzere, Asya, Uzakdoğu ve Afrika'ya yönelik çabaları ikinci plana itmiştir. Bu çerçevede ilk günlerde ifade edilen bölge-merkezli politika kavramı bile zamanla etkisini kaybetmiş ve Ecevit'in sık sık devreye soktuğu ama içeriğini tam olarak dolduramadığı parlak kavramlar arasındaki yerini almıştır.
Bu açıdan bakıldığında D-8 konusunda başlayan hareketlenme D-8'in kendi önemi dışında özel bir anlam ifade etmektedir. Bu hareketlenme, eğer Türkiye'nin konumunda bulunan bir ülkenin tek-boyutlu ve tek-eksenli bir dış politika yürütemeyeceği gerçeğinin görüldüğü anlamına geliyorsa, gerçekten dış politika yapımının gerektirdiği rasyonelliğin devreye girdiği anlamına gelmektedir. Türkiye'nin Avrupa'ya sırtını dönmesi dış politika gerçekliği olarak nasıl mümkün değilse, sadece Avrupa'ya yönelik bir dış politika da o derece anlamsız ve statiktir. Hele hele böylesi Avrupa-eksenli bir politikayı devletin ideolojisinin bir gereği olarak göstermeye çalışmak ve bunun dışındaki politikaları devleti tehdit eden unsurlar gibi telakki etmek hem dış politika rasyonelliği hem de tarihi gerçekler açısından ciddi bir tutarsızlıktır. Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti'ni tarih sahnesine çıkaran istiklal Savaşı, her zaman övünülegeldiği gibi, esir milletlerin Avrupa sömürge devletlerine karşı verdiği özgürlük mücadelesinin ilk meşalesi olmuştur.
Herşeyden önce başta AB ve D-8 olmak üzere bütün dış politika tercihlerini ve oluşumlarını biribirlerinin ideolojik rakipleri olarak değil, biribirilerini destekleyen dış politika alternatifleri olarak görme zorunluluğu vardır. AB'nden dışlanan bir Türkiye'nin, dışlandıktan sonra diğer bölgelere açılması, bu bölge ülkeleri tarafından inandırıcı ve samimi bulunmayacaktır. Aslında aksiyoner bir dış politika aracı olarak özel bir öneme sahip olan KEİ'nin yeterince ve istenilen ölçüde başarılı olamaması, biraz da böylesi bir intiba yaratıldığı içindir. Türkiye birileri tarafından itildiği ya da reddedildiği için değil, kendi çok-boyutlu politikasının bir gereği olarak değişik bölgelere açılmalı ve diğer bölgelerdeki konjunktr değişimi bu tercihleri etkilememelidir.
D-8'in yeniden ve etkin projelerle gündeme getirilmesi herhangi bir hükümetin değil, Türkiye'nin başarısı olacaktır. Bunun içindir ki, bu proje herhangi bir komplekse kapılmaksızın, terkedildiği raftan çıkartılmalı ve hayata geçirilmelidir. Bu herşeyden önce devletin sürekliliğinin bir gereğidir. Aksi takdirde bundan sonra Türkiye'nin bu tür insiyatiflerine taraf olan ülkeler, hep bu insiyatiflerin hükümetlerle kaim olduğu kanaati ile davranacaklardır ki, böylesi bir durum Türkiye'nin ciddi bir partner olma özelliğini tümüyle yok edecektir.