Bir yitiği beklerken LÂL olmak

Hatice Saka
00:0010/03/2010, Çarşamba
G: 10/03/2010, Çarşamba
Yeni Şafak
Bir yitiği beklerken LÂL olmak
Bir yitiği beklerken LÂL olmak

Ayşe Kara, “Lâl” adlı romanında, eşi kaybolan bir kadının aşkını ve aidiyet sorununu farklı bir kurguyla anlatıyor

Hece, Hece Öykü, Türk Edebiyatı dergilerinde öykü, deneme ve şehir yazıları yayınlanan Ayşe Kara, 2003 yılında ilk romanı Bir Tanzimat Prensesi Refia Sultan 'ı yazmıştı. Kara, uzun bir aradan sonra yeni romanı “Lâl” ile çıktı okuyucunun karşısına. Yazar, romanıyla ilgili “Lâl'in nüvesi, “aidiyet” “gerçekliğin göreceliği”, “zemin kayması” olarak düşmüştü içime. Bugün merkezli, dün etkenli çok katmanlı bir roman.”diyor.


Lâl romanı, 17 Ağustos depreminden Bosna'da yaşanan katliama, kaybolan bir eşin acısından aşkın heyecanına kadar pek çok konuyu ele alıyor. Romanınızı kurgularken çıkış noktanız neydi?

Lâl'in nüvesi, “aidiyet” “gerçekliğin göreceliği”, “zemin kayması” olarak düşmüştü içime.

Bugün merkezli, dün etkenli çok katmanlı bir roman. Son yıllardaki garip durum; insanlık zinciri ile oynanması, taşıyıcı anneler, embriyolar, sperm bankaları, neredeyse leyleklerin getirdiği bebekler durumuna gelmiş çocuklar... Yirminci yüz yıl Avrupa'sında katliam(Bosna) Türkiye'de binleri bulan, kaybolan yiten insanlar... Bütün bunlar bir deprem; zemin kayması eşliğinde olarak dışlaşmış olmalı ben de. Bir yanda yapmak isteyenler bir de yıkmak, yok etmek isteyenler. Romanın esas kişileri seksen kuşağından Nergis, Fatih, Fuad. Onların üzerinden muhafazakarların dünyalarına, kendi içlerindeki kırılmalara; bugünden geriye gidişle ailenin tarihi üzerinden yakın tarihe; devrimlerin Fatihli muhafazakârlar üzerinde yarattığı depreme tanık oluyoruz. Yüklendiğini düşündüğü misyon gereği Fatih'in maddenin nakli üzerinde düşünme çabalarını, Nergis'in yitik eşini beklerken Bosna dolayısıyla kuzeni Fuad'la karşılaşıp aşık olmasını, gizlice nikahlanmasını ve Fuad'ın Sirebrenitsa katliamıyla birlikte gittiğinde Nergis'in çocuğunun aidiyetini sakladığını görüyoruz. Genelde coğrafya/ din/dil… özelde bir çocuğun üzerinden “aidiyeti” sorguluyoruz.

YİTİK YOK OLUR BAZEN
Romanın kahramanlarından Nergis'in eşi Muhsin'in kaybolması; “Yitik yok olur bazen. Sonra döner yine gelir. Hep eksik kalır içinde bir yan. “ ve “Ölüm acının son ucudur aslında. Bir yitiği olan ise acının başlangıcındadır daha.” Bir kayıp ilanı yalnızca bir kaybın eşkâlini belirlemiyor. Üzerine gölgesini bıraktığı hayatların şeklini de belirliyordu.” gibi sözlerle aktarılıyor. Kaybetmek, aramak, deliliğin sınırlarında gezmek bu karmaşık ruh halini anlatırken zorlandınız mı?

Bu soruyu cevaplamaya şöyle başlamak istiyorum. On dört yaşındaydım, bir gece aniden babam vefat etti. Ani bir ölüm. Şok!.O gece aynaya baktığımı, yüzümden ne hissettiğimi okumaya çalıştığımı hatırlıyorum. Ilginç bir tecrübem daha var. (Artık yazıyordum ve her şeye yazının merceğinden bakıyordum. ) Dört yıl önce çok ciddi sonuçlar doğrabilecek bir trafik kazası esnasında... ilk düşündüğüm şey, “Demek böyle hissediyormuş insan, yazmak için iyi bir tecrübe!” O anda böyle bir şey düşünebildiğime şaşıyorum şimdi. Yazmak dediğimiz şey de budur zaten. İrdelemek; tahkik etmek, kendinizi kanatarak da olsa algıladıklarınızı anlamlandırmaya çalışmak. Sorunuza dönersek,”Yakınları Kaybolan Aileler Derneği” evimden bir kaç sokak ötede. Üzerinde kayıpların resimleri olan otobüsü hemen her gün görüyordum. “Ölüm acının son ucudur aslında. Bir yitiği olan ise acının başlangıcındadır daha.” Bu cümle, derneğin başkanına aittir. Ben hikayemin gerçeklerden beslenmesini seviyorum. Bir şey kalbime dokunursa onu hikayeleştirebiliyorum. Herkes gözlerini kapatır da üç beş saat, çocuğunun, eşinin, kardeşinin akıl almaz bir şekilde kaybolduğunu, yıllarca bulunamadığını düşünürse, bu durumun insanı deli edebilecek bir şey olduğunu kavrar. Bunu anlamak -hissettiklerinizin üzerinizde yaptığı yıkıcı tahribata rağmen- anlatmak... düzgün cümleler kurmaya, biçimlendirmeye çalışmak... Bunun hiç de kolay olmadığını söyleyebilirim. “Deliliğin sınırlarında gezmek...” Bunu ters yüz edersek; anlamak ve anlatmak için aklın sınırlarını da zorluyorum tabii. Sınırı aşmadıkça mahzuru yok. Yeter ki sınırın bu tarafında kalın.

AŞK YAPMAK İÇİN YIKAR
Nergis'in kendini sorguladığı bölümler dikkat çekici. Hak, hukuk ve başkalarına acı vermemek üzerine kurduğu hayatı; din özgürlük, sorumluluk hakkındaki sağlam fikirleri aşk karşısında yerle bir oluyor. Onun aşkını bu denli güçlü kılan neydi?

Sanırım en doğru cevap aşkın bizzati kendisi olmalı. Aşkın “yapmak için yıkması” ve Nergis'in de bir insan olması. Ama o vakte kadar bu denli -çocuğunun aidiyet zincirini kırabilecek kadar- yanılabileceğini bilmiyordu. Bu yanılgı gibi görünse de aşkla “kendini bildi” Nergis. Güzelliği temsil eden Nergis de aşkın yansıması kaçınılmaz bir durum olmalı. Ve Fuad bir kadının aşık olabileceği bir çok haslete sahipti.

Son dönemlerde ortaya atılan İslam burjuvazisi kavramı var. Romandaki baş karakterlerin kentli ve Müslüman oluşundan yola çıkarsak İslam burjuvazisini temsil ettiklerini söyleyebilir miyiz?

Hayır burjuva diyemeyiz. Estetik algıları gelişmiş, sufi gelenekten gelen şehirli dindarları temsil ettiklerini söyleyebiliriz. Ailenin büyükannelerinin saraylı olmak, haremde yetişmiş olmaktan doğan bir incelikleri, görmüş geçirmiş yanları var. Onlarda gördüğümüz “varlık” ama yokluğunda da kendilerini yoksul hissetmedikleri bir varlık bu. Zaten büyük paralara sahip bir aile değiller. Yalnızca Fuad'ın babası Suudlu bir petrol şeyhi.

HİCAZ'A GİTME ARZUSU
Romanda Mehmed Fuad Bey'in Hicaz demiryoluyla ilgili hatıralarının aktarıldığı bölümler var. Muhsin bu konudaki planları, umutları da anlatılıyor. Hicaz konusunu aslında pek çok şeyin temsili için ele aldığınızı söylemek doğru olur mu?

Haydarpaşa'dan trene biniyorsunuz, ve kırk sekiz saat sonra Medine'ye varıyorsunuz. O zamanlar kırk gün süren bir yolculuğun birden iki güne inmesinin ne anlam ifade ettiğini düşünmek gerek. Hicaz, Mekke, Medine yeryüzünün kalbi, kalbimizin pusulasının döndüğü yer. Kıblemiz. Bu anlamda elbette çok şeyi temsil ediyor. Denize varmak isteyen bir nehir gibi insanların varmak istedikleri bir yer. Bir kalp ülkesi. Kahramanlarımızdan Gülnihal de devamlı gördüğü bir rüya nedeniye Hicaz'a gitmek istiyor. Bu zaman dilimine denk geliyor Hicaz demiryolu yapımı. Sermüezzin(Gülnihal'in eşi) demir yolu yapımı için başlatılan kumpanyada görev alıyor, Gülnihal, Lâl gerdanlığını bağışlıyor, asker oğulları Mehmed Fuad, Ali Nizam şimendifer alayında görev alıyorlar. Projenin yapımı başladığında İstanbul'daki sefirlerin ülkelerine sultanın uçuk hayali diye rapor ettikleri bir projeyi çöle, her türlü olumsuzluğa rağmen ve yalnızca bağışlarla finanse edip İstabul'dan Medine'ye demir yolu yapmayı başarıyorlar.. Yolun Medine'ye varmasına yakın bir dinamitle yaralanıyor, malulen emekli ve aksak bir adam oluyor. Tabii yukarıda anlattığımız meselenin bir yüzü. Diğer yüzü ile demiryolu diğer yüzü ile İmpratorluğu baştan başa dolanacak taze kan olarak, iyileştirme olarak görülüyor. Sonra savunma, kalkınma amacı da güden demiryolu saldırı nedeni oluyor. Ve sonra bilinen durum meydana geliyor; imparatorluk kendini bir savaşın içinde buluyor. Ailenin küçük ikizleri; İstabul Sultanisi talebeleri ikizler şehit oluyor. Her şeye sabırla katlanıyorlar. “Din-i mübini İslam için.” Fakat bir Ramazan günü Fatih Cami'in minarelerinden “Tanrı uludur” sesleri İstanbul'u terk ediyorlar. Vuslat hayaliyle yaptıkları yol, onları hasrete götürüyor. Kurgunun odağı bugün merkezli olduğu için hatıralar, temsili olarak varlar; yani kahramanlarımızın üzerindeki etkenliği ile. Yoksa yalnızca demiryolları bile kendi başına anlatılmaya değer bir hikaye.. Bütün bunlar Nilüfer için yazıklanılacak şeyler olarak varken, Muhsin için, “İpek Yolu, Hicaz Demir Yolu” yürünecek yolların çizilmiş olması demek.

Nergis'in ikizi Fatih de öne çıkan karakterlerden. Onun yazdığı romandan ve defterine yaptığı karalamalardan kesitler yer alıyor kitapta. “Romanın kardeşine anlatırken çeşitli kimlikler altında tasarladığım karakterler, bir varlık kazanarak karşıma çıkıyor ve yalnızca kendilerini oynamak istiyorlar' diyor. Siz de romanı yazarken karakterleri şekillendirmede bu zorlukları yaşadınız mı?

Evet bazen bir nokta gelir, öyle bir gerçeklik kazanırlar ki istiklallerini deklare eder, istikameti onlar belirlerler. Korkunç bir çekişme olur aramızda. Bu biraz fantastik gelebilir, ama böyle olur. Benim karakterlerim zorbadırlar- kendilerini yazara rağmen yazdırırlar. Aynı zamanda iyi bir yanı da vardır bu durumun; sanki sorumluluk üzerinizden kalkar. Çekinceleriniz azalır. “Canınız nasıl isterse, nasıl isterseniz ben de sizi öyle yazarım.” dersiniz.

Fuad'ın Srebrenistsa katliamından edindiği acı tecrübeler, Fatih'in Anadolu'dan Bağdat'a uzanan bir yol hikayesini kaleme alması, Nergis'in depremin ardından yaptığı itiraflar, kahrmanlarımızın kitaba adını veren Lâl gerdanlığın kötü talihini yendiklerini söylemek doğru olur mu?

Kitabın örtülü bir finali var. Yani bir çok şekilde anlamlandırabileceğimiz ucu açık son/larla bitti. Ben bu konuda bir şey söylemeyeceğim. Ama Lâl gerdanlığın bir şekilde geri gelmesi, Fuad'ın onu saklamasından bazı anlamlar üretilebilir elbette.