Ahmet Kekeç, Malatya'da yaşayan marangoz bir babanın oğludur ve 1961 yılında kalabalık bir ailede dünyaya gelir. Titreyen bir yaprağın hassaslığıyla kuru, hastalıklarla yarı baygın çocukluktur onunkisi. O denli hastalanır ki ailesi ondan ümidi kesip ölecek gözüyle bakmaya başlar. Ölüm korkusu küçük Ahmet'i daha çok sarıp sarmalayarak, diğer kardeşlerinden ayrı, sosyal yönünü eriten, nihai bir yalnızlığa sürükler. Derinleşen bu yalnızlığını, kitapların çekici ve kalabalık dünyasında dindirmeye çalışır.
Tek bildiği şey kitap okumaktır. Onun için dünya romanların sarı sayfalarında ve kitaplardaki aktörlerindedir. Bu sanallığın gerçeklikle birleştiği alan onu o kadar kuşatır ki küçük yaşından itibaren yazma eylemini doğurur. Yalnızlığın getirdiği bir takım nevrozlar içinde kendini bulma, anlama ve anlatma çabası içine sürükler. Böylelikle taşranın meraklı bohem çocuğu, orta okul yıllarında hep bir roman yazarı olmanın hayalini kurmaya başlar. Reşat Nuri Güntekin'in bütün romanlarını okur ve onun gibi olmak ister.
Malatya'daki yılları için; “Taşra kasvetlidir. Meraklı bir çocuksan taşrada ölürsün. Ölmemenin bir takım yolları var onlardan biri kaçmaktır. Kitaplara sığınmak gibi. Taşrada büyümeseydim yazar olmazdım”diyor. Yanlızlığın büyüsünü bozmamak, kıyılara çekilme isteğinden midir bilinmez, okul hayatında hiç göz önünde olmayı sevmez, bilakis olabildiğince sessizdir. Bir gün ders yılı bitiminde fizik öğretmeni ona dönerek “sen bu sınıfta mıydın” diye soracak kadar kendini ortaya koymaktan uzaktır. Okuduğu okullar s?ras?yla Atatürk İlkokulu, Atatürk Ortaokulu, Atatürk Lisesi olmuştur.
1980 yılında 19 yaşında geldiğinde Gırgır Dergisi'nde ilk yazısı yayımlanır. Bu yıllar Ankara'da Gazi Üniversitesi'nde okuduğu yıllardır ama devamsızlık nedeniyle okuldan atılır. Okul hayatını merkeze almaktan daha ziyade eğitim kaynağına entegre olarak çalışmayı sürdürür. Malatya'da aile şefkati ile geçen çocukluk dönemi İstanbul'a gelmesiyle artık yeni bir hayatın kapılarını aralar. Amacı edebiyat üzerine yoğunlaşmak, diğer taraftan da geçimini sağlamaktır. Yayın evinde editör olarak çalışmaya başlar. Aynı zamanda buranın grafikerliğini de yapar. Diğer taraftan edindiği entelektüel çevre onun yazıyla kurduğu iletişimini kuvvetlendirir. 1984 yılında ilk öyküsü Aylık Dergisi'nde yayımlanır.
Kekeç'in yazı hikayesi bu aşamadan sonra bir domino taşı gibi hızlı akmaya başlar. 1985 yılında ilk hikaye kitabı 'Son İyi Şeyler”i çıkarır. Ardından Yazar Fehmi Koru'nun Ankara'dan bulunduğu yayın evine gelip Milli Gazete'ye Genel Yayın Yönetmeni olacağını ve Ahmet Bey'le çalışmak istediğini söyler. O zamana kadar hiç gazetenin içine girmemiş olan Kekeç, köşe yazarı olur. Üç ay burada yazmasının ardından Fehmi Koru'nun ayrılmasıyla bırakır ve gazeteciliğin tozunu yutmuş birinin açlığı içinde Kemal Kınacı'nın yanına giderek gazateci olmak isteğini söyler. Böylelikle Günaydın gurubunun çıkardığı Yeni Haber Gazetesi'nde sayfa sekreteri olarak çalışmaya başlar. (1987) Bir süre sonra yine Fehmi Koru'nun çağrısı üzerine Ankara'ya gider. Bir müddet Zaman Gazetesi'nde ardından birkaç gazetede daha çalıştıktan sonra reklam ajansı kurar ama kurduğu ajansları bir türlü tutturamaz. İş hayatıyla ilgili olarak; “Hayatımda hiç plan ve program yapmadım. Gazetecilik benim için çok tesadüfi bir meslek oldu. İş konusunda çok hırslı değilim. Bana Star Gazetesi'nin Yayın Yönetmenliği'ni de zorla kabul ettirdiler. 7 ay boyunca yaptım ama çok sıkıldım. Yazmak dışında bir hırsım olmadı benim. Kitap yazan biri olmayı tercih ederdim. Aklımda hiç köşe yazarı olmak yoktu ama gazetede köşe yazıyorum” . diyor. Köşe yazarlığının ona getirdiği ödüller de olmamış değil. Yazd?ğ? yaz?lar ile MGV Gençlik Dergisi (1997) ve Türkiye Yazarlar Birliği (1997) taraf?ndan ödüllendirilir.
Bununla birlikte işsizlikle ödüllendirildiği yıllar da olmuştur. Hayatının bir çok döneminde iş sıkıntısı çektiğini ve 7 ay boyunca işsiz dolaştığını itiraf ediyor. Yazdığı yazılardan dolayı hakkında 120 dava açılan Kekeç, o yılları ise şöyle anlatıyor; “2002'den 2006'ya kadar Yeni Şafak'ta yazdım. Hakkımda yüzün üzerinde dava açılmıştı ama 2001 yılında Rahşan Ecevit'in isteğiyle af çıktı. Benim dava dosyalarım da affa girmişti. Üç yıllığına ertelendi ama üç yıl içinde hiç bir suç işlememem gerekiyordu. Bu nedenle Yeni Şafak'ta üç buçuk sene kendi ismimle değil Mehmet. E. Yavuz adıyla yazdım”.
Ahmet Kekeç bugün evli ve iki çocuğu bulunuyor.
Hakkında 120 dava açılmış bir yazarın hisleri nelerdir? Varlıkla yokluğu iç içe geçen zorlu bir hayatı neden tercih etmiştir. Öykü ve hikaye yazarlığından iradesiz ve maddi mecburiyetlerle köşe yazarlığı yapmış ve bu sayede yazarlığının metamorfozunu yaşamış biri Kekeç. Yazılarındaki cesareti kalemin gücünden aldığı korkusuzluğuyla belki de bu sayede köşelerindeki gizli alaycılığı, diri tutmasını sağlıyor. Onu bir öğle sonrasında, boş bir nargile kafede oturmuş, laptopuna eğilmiş halde görmeseydim, hakkında çok farklı düşünebilirdim. Umarsız bir cesaretinin ürünü olan yazıları, alaycılığı ve cabbarlığıyla çok dışa dönük bir adam canlanmıştı zihnimde. Ama öyle olmadı ve o zaman anladım ki, görüldüğünden daha katmanlı bir yazarla karşı karşıyayım. Ses tonu, sakinliği, tavrı söyledikleriyle paralelleşmeye başladı. İnsanların gittiği mekanlar onların haritalarını çıkartmada önemli bir etkendir. Asude café Ahmet Kekeç'in sıkça uğradığı ve yazılarını yazdığı bir mekan. Cafenin tenhalığına, duvarlardaki imgelere bakınca gizlenmeyi ve o gizem içinde keşfedilme büyüsünü sevdiğine de tanık oldum.
Tanıklık etmediklerimde vardı tabi. Mesala; Ortalıkta çok dolaşan, panellere davetlere giden, siyasiyetçilerle oturan biri olmadığını ve 8 yıl gidip geldiği kahvede ancak yılın sonunda ne iş yaptığını anladıklarını ve buna benzer daha bir çok şeyi ondan öğrendim. Biri hem bu kadar duellocu hemde mahçup ve çekingen olsun. Parmakla gösterilmeyi, övülmeyi, herkesin dikkatini çekmeyi sevmiyor ve belki de çerçevelenmekten hoşlanmıyor. Çocukluğunda yaşadığı yanlızlığın izdüşümünü bugün daha net farkediyorsunuz. Bu durum onda yeni insanlarla tanışamamasıyla birlikte, içinde bulunduğu asosyallik, öz bir çevre oluşturmasına neden olmuş.
Ama sanılmasın ki siyasette de aynı mülayimlik söz konusu, işte tam orada tırnaklarını ve cabbarlığını sonuna kadar gösteriyor. Kendi deyişiyle; “Yazdığım yazılardan dolayı tehditler alıyorum ama hiç umursamıyorum. Korkak bir adam olmama rağmen bu tür şeylerden asla korkmam. Sadece cüret sahibi insanlardan korkarım.” O zaman çark biraz daha genişliyor üzerine paradoksalar, imgelemler vücud bulmaya başlıyor. Yıllardır kendiyle didişip duran, farkında olduğu şeyleri soyutlamaya çalışan ve soyutlama çerçevesinde üreten rahatsız bir adam olduğunu itiraf ediyor ve bu rahatsızlığı çevresine aksettirmemek için de sessizlik yolunu seçiyor. Kendi için yaptığı öz eleştirilerden biri de “Kendimi severim ama kendimden hoşnut değilim. Zaten yeterli ve hoşnut olabilseydim kendimi ifade yolunu seçmezdim”diyor.
Yazdığı yazılarda kendini satır aralarına yerleştirmeyi, ve bu gizlilikte açığa çıkma duyusu ona iyi hissettiriyor. Başkalarını eleştirirken oradan aldığı güçle kendini de eleştiriyor ve yazının ardına gizlenme yolunu seçiyor. Belki de bu kendinde gördüğü kusurları, kendi deyimiyle “kendiyle meselesini” dağıtıyor. Klasik yazarlık psikolojisini benimsemediğine ve mesleğin getirdiği teşhirciliği tercih etmediğine bakılırsa yazarlığın melodramını yaptığı ortada. “Ben dalgamı geçiyorum ama şunu ayıklamak lazım. Bendeki alaycılık kimsenin şahsına değildir. Bugüne kadar kimsenin kişilik haklarına dokunan bir şey yazmadım. (Ahmet Hakan hariç). 25 yıllık gazeteci olan Ahmet Kekeç, bunca yıldır basın kartı kullanmamış ve hayatının hiç bir döneminde kartviziti olmamış biri. Sizce de bu iddiasızlığın içinde bir iddia değil de nedir?