Bugün ülkemizde çok şükür Türk mûsikîsi sazlarını iyi çalan, sesleri güzel, iyi hocalardan eğitim almış birçok “müzikçi” arkadaşımız var. Karşıdan baktığınızda bu arkadaşlarımızın hepsi işlerini düzgün yapıyor görünen, hatta bazı yazar-çizer takımı tarafından, “İstanbul beyefendisi” veya “İstanbul hanımefendisi” olarak bile vasıflandırılan kimseler bu müzikçiler. Maharetleri nedir? Güzel şarkı söylemek (ki o da tartışılır), sazını biraz iyi çalmak. Hepsi bu! Bütün vasıfları bundan ibaret! Bazılarının da kendilerini bazı çevrelere karşı çok iyi pazarlama becerileri var. Kendilerini çok iyi sunmuşlar, büyük bir canbazlıkla önemli ilişkiler kurmuşlar, medyayı iyi kullanarak ve bazı önemli yazar-çizer takımıyla ahbablıklar kurarak yerlerini sağlama almayı başarmışlar. Mûsikîden anlıyor görünen bazı orta veya alt bilgi seviyesindeki eşhâsa bu müzikçiler kendilerini çok iyi tanıtmışlar, onlarla da ahbablıkları ilerletmişler. Geriye ne kalıyor? Peki bu, “hepsini neredeyse yakından tanıdığımız müzikçiler”de, yaptıkları işin anlamını idrâk etmek diye bir ekstra vasıf sözkonusu mu? Hayır! Gerçek anlamda sanatçılık vasfına sahipler mi? Hayır! Meslek ahlâkı diye bir ahlâkî donanıma sahipler mi? Birçoğu için hayır! Bu müzikçilerin neredeyse tamamının dini-imanı paradır ve iki kuruş menfaat için yıllara dayanan dostluklarını bile bir anda satarlar, şaşırıp kalırsınız. Hiç unutmuyorum, İstanbul'un en önemli konser mekânlarından birini yönetirken konser istemeye gelen çok tanınmış bir Türk mûsikîsi mensubu “müzikçi”, “benim bir ev almam gerekiyor, bana daha sık konser yazar mısın?” demişti. Halbu ki başını sokacak ve kendisini kira ödemekten kurtaracak bir evi olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Yine bir başka çok ünlü Türk müzikçisi, konser kaşelerini paylaşmayı teklif edecek kadar ahlâksızlık boyutuna vardırmıştı işi. Bu tür sanatçı bozuntularına, bu ahlâksız tekliflerinden dolayı konser vermediğiniz zaman da ilk yaptıkları iş, gidip sizi âmirlerinize şikâyet etmek olmuştur, olmaktadır; hatta enstruman çalmak veya şarkı söylemekten daha maharetli oldukları bir başka alan da dedikodudur. Bu arkadaşlar, mûsikî gibi çok önemli bir emâneti yüklenmiş kimselerdir. Yukarıda hayır cevabını verdiğim sorulara neden “hayır” dediğimi ortaya koyacak sadece bir-iki olayı anlatabiliyorum burada. Yoksa bir kitap dolusu hatıram var yazılacak, anlatılacak. İşte bunları çok iyi bildiğim için bu şahıslara sanatçı demeye dilim varmıyor ve onlara teslim edilmiş mûsikî gibi çok önemli emanetin akıbetinden de doğrusu bir hayli endişe ediyorum.
Bugün Türkiye'de, özellikle İstanbul'da bir “Türk mûsikîsi pazarı” var. Bu pazar tezgâhının başında, kendilerini öncelikle iyi sunmuş, iyi ilişkiler kurmuş, medyayı iyi kullanmış ve kullanmaya devam eden şahıslar var. Geldikleri makam ve mevkîlere hak ederek değil, zamanında iyi ilişkiler kurmuş oldukları eşhâsın nüfûzları sayesinde, kulis faaliyetleri ile gelmişlerdir. Müzisyenlikleri tartışılır bu pazarcıların. Sesleri pazar tezgâhını döndürecek kadar bir sestir, daha fazla değil. Bilgileri, yazılı-çizili dokümandan, gerektiğinde açıp okuyup hazırlanarak edindikleri ve sağlamlığı, doğruluğu tartışılır bilgilerdir. Zaten pazara bu kadar malzeme ile çıkmak yetmektedir. Bu pazar, kendi kurallarını kendisi koymuştur. Bu pazar tezgâhının başında oturanlarla iyi geçinmeniz gerekmektedir. Bu pazarda tezgâhın başında oturandan pazarcısına, müşterisine; körler ve sağırlar, birbirini ağırlamaktadır. Pazarın müşterileri de, kolay kandırılabilecek cinsten, hatta bu tezgâhın başındakiler tarafından
Şekillendirilmiş ve bu pazarın ve malzemenin muhteviyatı hususunda şartlandırılmış kimselerdir. Müşterinin, “bu mal biraz kalitesiz” diyebilecek bilgisi yoktur; müşteri, mal ne olursa olsun “aa, çok harika bir mal bu üstadım” demekten başka bir söz bilmez. Çünkü maldan yeterince anlamaz… Doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edecek bilgi ve donanımı yoktur, kaliteli maldan anlayan müşteri profili de zaten çoktan terk-i diyâr eylemiştir. Mûsikî pazarındaki tezgâhın başındaki adamlar da bunlardır, müşteriler de bunlar. Yani bu ülkenin mûsikîsi işte bu kişilerin eline kalmış bulunmaktadır. Belki bir parça mûsikî kabiliyeti olan, ama sanatçı ahlâkından yoksun kişilerin eline.
Bundan bir müddet önce Kültür Bakanlığı'nın bir ödül töreninde Tamburî Necdet Yaşar, ne zor şartlarda ve büyük fedakârlıklarla bir taraftan maddi imkânsızlıklarla mücadele ederek ve sanatından, sanatçılığından para uğruna taviz vermeden nasıl tanbur çaldığını, annesinin kendisine sanatçılığını icrâ hususunda nasıl nasihatlerde bulunduğunu anlatmış, bu konuşmasından sonra jüri üyeliğim dolayısıyla kendisini tebrik etmek üzere aradığımda bu konuşmasını hatırlatmıştım. “Hocam” demiştim, “anlattıklarınızı gözlerim yaşararak dinledim. Fakat sizin veya sizinle aynı gelenekten süzülüp gelmiş büyük hocalarımızın rahle-i tedrîslerinden geçmiş, sizin talebeniz olma bahtiyarlığına erişmiş bugünkü birçok müzisyen, sanatçılıklarının gereğini yerine getirmek konusunda sizin kadar hassas değiller ne yazık ki”. Hocamız şu cevabı vermişti, hiç unutmam: “Yalçın evlâdım, maalesef bugün bu çocukların neredeyse tamamı, para için atmadık takla, yapmadık edebsizlik bırakmıyor, mûsikî gibi bir sanata da zarar veriyorlar.” Maalesef durum böyle.
Bir de bunların yazar-çizer, sözümona entelektüel versiyonları vardır. Kalem ellerinde, itibarları yerinde, istedikleri gibi yazmaktadırlar. Bir gün çok tanınmış bir yazar, günlük bir gazeteki köşesinde müzikten bahseden bir yazı yazmıştı. Bir ilkokul talebesinin bile yazmayacağı kadar basit, düzeysiz ve kulaktan dolma bilgilerle yazıldığı belli bir müzik yazısıydı bu. Kendisiyle bir mecliste karşılaştığımızda, yazdığı bu müzik yazısını hatırlattım ve “size yakışmayacak kadar kötü bir yazı olmuş, ciddî bilgi yanlışları da var” dediğimde bana şu cevabı vermişti: “Yalçıncığım, biliyorsun ben müzikten anlamam”. Kendisine şunu söylemiştim; “Hocam, madem müzikten anlamıyorsunuz, o halde neden müzik yazısı yazıyorsunuz, sizi zorlayan mı var? Bu nasıl bir cesaret ve nasıl bir yazarlık, entelektüellik etiğidir?” Bu hatırlatma ve sorular, yazarlık-çizerlik şöhretinin zirvesine çıkmış bu tür insanları rahatsız eden sorulardır. Övülmeye pek alışmış bu arkadaşımız elbette rahatsız oldu, ama otuz iki dişini göstererek sırıtmayı tercih etti. Dondum kaldım!
Elbette bir kenara ayırdığım ve tenzih ettiğim az sayıda “mûsikîşinas” arkadaşım hariç, bir ülkenin kültür-sanatı, özellikle de müziği, hasbelkader enstrumanını çalmayı öğrenmiş, sesi de güzel ve bütün kabiliyetleri bunlardan ibaret olan ama sanatçı vasfından ve ahlâkından nasibini almamış 'müzikçiler'in elinde yükselemez. Yazıyı gerçek üstad Abdülkâdir Merâgî'nin şu sözü ile tamamlayalım: “Muhakkak ki doğruluktan ayrılmayan zihinler ve temiz karakterler mûsikîye meyillidir.” Olay budur!