Yeni Şafak

Yeni Dünya dergisinin Ali Murat Güven ile gerçekleştirdiği söyleşi

Yeni Şafak
22:0021/01/2011, Cuma
G: 22/01/2011, Cumartesi
Yeni Şafak
Yeni Dünya dergisinin Ali Murat Güven ile gerçekle
Yeni Dünya dergisinin Ali Murat Güven ile gerçekle

Aylık kültür, sanat ve düşünce dergisi "Yeni Dünya", Ocak-2011 sayısı için Yeni Şafak gazetesi sinema editörü Ali Murat Güven ile geniş kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdi. Ağırlıklı olarak son dönemlerdeki televizyon dizilerinin toplumda yol açtığı ahlâkî erozyona değinen bu söyleşinin tam metnini aşağıda bilginize sunuyoruz.

“Medyayı hizaya getirecek, bütünüyle iktidar dışı ve özerk bir üst çatı organizasyonuna ihtiyaç var”

1) Türk televizyonlarındaki dizileri içerik ve teknik olarak nasıl buluyorsunuz?

Nadiren karşıma çıkan iyi niyetli bazı örnekler haricinde (ki onların da tamamına yakını “halktan gereken ilgiyi görmediği, yeterli ratingi almadığı” gerekçesiyle en fazla 3-5 hafta içinde yayından kaldırılan yapımlardır), Türk televizyon kanallarında yayımlanan dizilerin ezici bir çoğunluğunu bu ülkeyi ayakta tutan temel insanî, ahlâkî, ailevî ve millî değerlerin azılı birer düşmanı olarak görüyorum.

Bir sinema-TV yapımı, üretiliş mantığı itibarıyla kökten sakatsa, varlığı daha ziyade şeytanî mesajların yayılımına hizmet ediyorsa, onun malzeme kalitesinin ne kadar yüksek ya da alçak olduğunun da benim açımdan pek bir önemi kalmıyor. Tabiî ki bu tür kirletici filmlerden bazıları ayartıcı bir sinematografi eşliğinde, yüksek görüntüleme teknikleri kullanılarak çekilmiş olabilir. Fakat, dediğim gibi, eğer bunlar toplumu zararlı bir noktaya doğru sürüklüyorsa, sırf yapım teknikleri üzerinden bir değerlendirmeye girişmenin çok da fazla bir anlamı yok. Bu, alkolik bir adamın sürekli içtiği iki viskiden birinin şişesinin ve o şişenin üzerindeki etiketin çok zarif bir görünüme sahip olması, diğerinin ise son derece sıradan bir şişeye doldurulması gibi biçimsel gerekçeler üzerinden yargıya varıp, "zarif şişedeki viskinin onu içene daha az zarar verdiğini" iddia etmeye benzer ki böyle bir iddia tıp bilimi açısından bütünüyle gerçek dışıdır. Bünyenin gördüğü tahribat tamamen aynıysa, böyle ciddi bir sorunun çözümü de alkollü içkilerin zarif şişede olanlarına meyletmek değil, içki içmeyi tamamen terk etmek olmalıdır.

Aynı çelişkiyi bir televizyon dizisi özelinde düşünürsek; evliliğini gayrımeşru ilişkilerle, kumarla, içkiyle, gece hayatıyla kevgire çevirmiş, sadâkatsizliğiyle eşini ve çocuklarını perişan etmiş, fakat bütün bu yapıp ettikleri senarist tarafından hiç bir diyalogda yerilmeyen, aksine “cool” bir hayatın olmazsa olmazları şeklinde gösterilen düşük çaplı bir adamın hikâyesini anlatırken, filmin kamera açıları çok özenli olsa ne olur, olmasa ne olur?

O yüzden, Türk dizilerindeki teknik gelişmeler, bu dizilerin içeriklerinin yol açtığı yoğun ahlâkî tahribat karşısında, ancak asıl mesele enine boyuna tartışılıp çözümlendikten sonra ele alınabilecek tâli bir inceleme alanı olabilir. Ülkede bu kadar çok sayıda film ve dizi çekilince, ister istemez teknoloji de doğal bir süreç içinde yenilenip gelişiyor. Bu durum, kişiler ya da kurumların özel bir başarısı sayılmamalı. Ülkeye “HD” (yüksek çözünürlüklü) yayın gelmişse, onlar da kanalların bu yeni teknik talebini karşılamak üzere “HD” görüntü çeken kameralarla çalışmaya başlıyorlar. An itibarıyla öncelikli konumuz ise bu değil; çünkü yüksek teknoloji hayatımızı daha güzel kılmıyorsa hiç bir anlamı yoktur.


2) Türkiye'deki yozlaştırıcı dizilerin senaryoları belli bir sistem içerisinde mi hazırlanıyor, yoksa tek amaç “Rating olsun da ne olursa olsun” mu?

Türkiye'de, hem sinemada hem de televizyon dünyasında, fakat özellikle son 15-20 yıldır ağırlıklı olarak televizyonculuk sektöründe mutlak egemenliğini ilan etmiş olan bir senaristler ekibi var. Bunlar bir çete, bir tür klan… Senaristlik yoğun hayâl gücü, sabır ve sinema bilgisi gerektiren, ayrıca düzensiz bir hayatı da peşinen göze almanız gereken zor bir meslek… Evet, çoğu durumda bu meslek kendi mensuplarına çok güzel paralar kazandırıyor, fakat onların gecesini de gündüzüne harman ediyor. Bu yüzden, senaristliğin uzun vadede öyle pek fazla tâlibi yok Türkiye'de… Hızlı yazacaksınız, özgün olacaksınız, yayıncıların rating kaygılarını her aşamada dikkate alan son derece ticarî işler üreteceksiniz, bunu yaparken de sinemanın estetik ölçülerinden kopmayacaksınız. Zor dengeler bunlar ve ülkemizde bu dengeleri kurmasını bilen bir avuç kalemşör var. Onlar da sayıları çok az olduğu için ister istemez kıymetliler, ön plandalar…

Ülkemizde senaryo piyasasını ellerinde tutan kadın ve erkekler, hayatı daha ziyade materyalist bir perspektiften okuyan kişilerdir. Çoğunun herhangi bir semavî dine bağlılığı yoktur. Uhrevî bir kaygıları olmadığı gibi, öyle aman aman milliyetçi bir âidiyet de hissetmezler bu topraklara karşı…

Yine, bunların bir bölümü, özel hayatlarında -sanat dünyasının o bildik yüzeysel ilişkileri içinde- evlilik dışı beraberlikler yaşıyorlar. Evlenmeye kalktıklarında ise karşılıklı ego patlamaları nedeniyle evlilikleri genelde çok kısa sürüyor, tantanalı kavgaların ardından boşanıyorlar. Çünkü evliyken sadakâtsizlikler yapmakta ya da kendileri sadakâtsizliklere uğramaktalar… Yani, daha bir çok konuda olduğu gibi, bu insanların evlilikten anladıkları şey, ortalama bir Müslüman-Türk ailesinin anladığıyla pek örtüşmüyor. Standart bir Türk, aynı evde nikâhsız olarak üç yıldır birlikte yaşayan ve bu ilişkiden de çocuğu olan bir çifti sorgular. Ancak, o ilişkiyi sürdürenler için böyle bir sorgulama “kişisel özgürlüklerine yapılmış bir saldırı”dır. Onları bağlayan herhangi bir uhrevî kanun ya da kural olmadığı için, kutsadıkları en yüce değer yine kendi özgürlükleridir. Kişisel özgürlük olarak tanımladıkları o uçsuz bucaksız alanda canlarının çektiği her şeyi rahatlıkla yapabilirler. Bu ise Doğu mistisizminin kültürel kodlarına uygun bir davranış biçimi değildir. Çünkü yerkürenin Avrupa'dan daha Doğu tarafında yaşayan insanlar, günlük hayatlarını sürerken kendi kendilerinin olduğu kadar, aynı zamanda birbirlerinin de hakemi olurlar. Bu diyarlarda, raydan çıkanı tekrar rayına sokma anlamında pozitif bir “mahalle baskısı” vardır. Bunun kıymetini bilenler için, böyle bir baskının olması da gayet iyidir elbette…

Egemen kültürü reddeder nitelikte hayatlar yaşayanlar içinse bütün bu uhrevî kurallar, ritüeller, kişilerin hakemlikleri alabildiğine sıkıcı, dahası boğucudur. Bizim senaristlerimizin toplumları karşısında yaşadıkları dehşetli yabancılaşmaya baktığımda, ben Türkiye'de sinema ve televizyon için hikâyeler üreten bu kesimi “bir nedenle Anadolu topraklarında ikamet etmek zorunda kalmış batılı turistler” olarak görüyorum. Aslında Anadolu toprakları bile çok iddialı bir tarif olur onlar için; yalnızca İstanbul'dur yaşayabilecekleri bölge, İstanbul'un belli bazı mekânlarıdır onların varoluş alanı… Ki anılan kentte somut bir adres vermek gerekirse, bunların ezici bir çoğunluğunun yaşadığı yer de yine bellidir: Cihangir Mahallesi… Bu câmiânın büyük bölümü, Cihangir'in köhne apartmanları ve açık hava kahvelerinde, kendilerini baskıladığını düşündükleri her türlü dinî inanç ve millî değerden uzakta, hak bildikleri bir hayatı yaşamaktadır.

Sözünü ettiğimiz kitlenin temel belirleyicileri ise çok alkol tüketmek, narkotik maddelerle arası iyi olmak, evliliğe ve evlilikte sadakâte inanmamak, “sıradan insanlar”ın (!) savunageldiği bu gibi ahlâki kuralları bireysel özgürlüklerin baş düşmanı olarak görmek, dinî hiç bir emri-kuralı-değeri umursamamak, umursayanları da “gerici softalar” şeklinde yaftalamak, bayrak, vatan, millet, milliyet gibi aidiyet simgelerinin tamamından nefret etmek, kendi içlerinde Allah inancıyla sürekli didişme hâlinde olmaktır. Toplam sayıları 150-200'ü ancak bulan özel bir fikir işçisi grubudur Türkiyeli senaristler… Ve bu kişiler özel hayatlarında her nasıl yaşıyorlarsa, hayata, aileye, insan ilişkilerine, vatanlarına, dinlerine, dillerine karşı her ne hissediyorlarsa, bu konulardaki bütün bu duygu ve düşünceleri senaryolarına da (toplumun hazmedebileceği oranda) yedirmektedirler.

Genellemeleri sevmem, benim hakkımda da genelleme yapılmasından hiç hoşlanmam. O yüzden, kesinlikle yanlış anlaşılmasın, “Senarist câmiâsının istisnasız hepsi böyledir” demiyorum. Fakat, en azından yüzde 75'i bu tanımladığım çizgiye yakın bir hayat tarzına sahiptirler. Bunların bir bölümünü ideolojik ve ahlâkî duruşlarıyla, toplumu okuyuş biçimleriyle çok yakından tanıma fırsatı bulduğum için, yazdıkları o senaryoları üretirken hangi duygular ve amaçlar içinde hareket ettiklerini de iyi biliyorum. Bundan dolayı da altını çizerek diyorum ki Türkiye'de sinema ve televizyon alanında kuzular kurtların ellerine teslim edilmiştir.

3) Dizilerin meydana getirdiği kültürel erozyon hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu konuda sizce RTÜK ne yapmalı?

O kültürel erozyon gökten zembille falan inmiyor; yukarıda hâlet-i ruhiyelerini, hayat algılarını tanımladığım bir avuç adam ve kadının muhayyilesinden fışkıran hikâyeler vasıtasıyla oluşuyor bu yıkım... Bilerek ya da bilmeyerek Türkiye'yi ayakta tutan kadim değerlerin canına okuyorlar senaristler… Kimisi, özellikle de bazı kadın senaristler, muhafazakâr aile yapısına sinsi atışlar yaparken son derece bilinçliler. Çünkü anne, baba ve çocuklardan oluşan, babanın çalışarak evi geçindirdiği, annenin ise evi çekip çevirirken çocuklara baktığı geleneksel aile modelinin düşmanı bu insanlar. Böyle bir yapılanmanın kadın haklarına, kadının özgürlüğüne aykırı olduğunu düşünüyor, bu yapıyı iğdiş edebilecek laf ebeliklerine, söz oyunlarına ve alengirli olaylara başvuruyorlar anlatılarında. Eşiyle kavga edip evden kovulan bir kadın, elinde mesleği olmadığı için hemen aç kalıyor mesela… En vahimi de aldığımız bütün darbelere karşın yine de marjinal boyutlardaki bu tür durumları genelliyor, mümkün olduğunca yaygın gösteriyor televizyon dizileri… Açın bakın gündüz kuşağı izdivaç programlarına; kocası ölmüş bir kadın çıkmış yeni bir eş arıyor orada… Her eş adayına ilk sorduğu soru “Evin var mı, araban var mı, evinin tapusunu benim üzerime yapar mısın?” Sunucu soruyor, “Siz rahmetli eşinizden çok mu zulüm gördünüz?” diye. Bunun üzerine, “Hayır, bana bir fiske bile vurmadı eski eşim, fakat ben yine de önlemimi alayım” diye cevap veriyor bir çok kadın...

Evlilik, böyle herkesin evlenmeden önce birbirine karşı bin türlü önlem alarak yola koyuldukları hileli hurdalı bir serüven değildir. Evlilik denilen o maddi-manevî akit, büyük oranda karşılıklı güvene dayanır. Senarist takımındaki bu tür feminist eğilimler, gençlerdeki daha evlilik öncesi oluşması gereken güven duygusunu ve saygıyı da sıfırlıyor. Herkesin derdi, olası bir kumpasa ya da aksaklığa karşı önceden mümkün olan bütün tedbirleri almak… Böyle bir hesapçılığın ise “hastalıkta ve sağlıkta omuz omuza olmak”, “bir yastıkta kocamak” gibi ulvî yaklaşımlarla örtüşebilecek herhangi bir tarafı yoktur.

Öte yandan, hepimizin de şahit olduğu üzere, ülkede dehşet verici bir “fahişelik patlaması” yaşanıyor. “Fuhuş” sektörü benim gençlik yıllarımda, alıcısı ve satıcısıyla toplam insan mevcudu emniyet kuvvetleri tarafından hemen hemen kesine sayılarda bilinen bir iş koluydu. Fahişeliğin kadınlarca yürütülen geleneksel biçimi de eşcinsel biçimi de tarih boyunca her zaman ve her coğrafyada varolmuş fuhuş türleridir. “Şimdi var da geçmişte yoktu” gibi yüzsüz ve temelsiz bir yalanı savunmanın âlemi yok. Türkiye'de de her zaman kestirmeden para kazanmaya ya da kısa yoldan ünlü olmaya dönük bir eğilim vardı niyeti erken bozmuş kadınlar arasında. Fakat bu nüfusun genel oranına göre kabul edilebilir düzeydeki bir insan kitlesinin yöneldiği marjinal bir ahlâksızlık türüydü ki onların da belli semtlere ve mekânlara kümelenmesi, toplum sağlığını koruma adına oralarda düzenli kayıtlarının tutulması kolay oluyordu. Fakat, 12 Eylül cuntacılarının 1980'lerde topluma dayattıkları depolitizasyon sürecinden beri, Türkiye'nin bu alandaki tutucu, sınırlayıcı refleksleri giderek gevşedi. Nasıl gevşemesin ki? “Dallas” dizisi ve “Tan” gazetesinden bu yana fahişeliğin, evlilik dışı gayrımeşru ilişkilerin sürekli övüldüğü, matah bir meziyetmiş gibi gösterildiği, “Sizin hâlâ bir metresiniz yok mu? Vah vah vah, böyle ot gibi tek eşli yaşarak neler kaçırdığınızı bir bilseniz” düşüncesini vaaz eden sinema filmleri ve dizilerin beyazperdeyi, televizyon ekranlarını işgal ettiği pek yaman bir bombardımanla karşı karşıya Türk toplumu… Bu yoğunlukta bir ahlâk karşıtı saldırıya ne biz dayanabiliriz, ne de dünyadaki başka bir toplum…

Ona bakarsanız, bundan 50 yıl önce Alman toplumu da daha ahlâklıydı, Japon toplumu da, Amerikan toplumu da… Televizyon ve sinema zaman içinde yalnız Türkler'i değil, dünyanın her köşesindeki her ırktan, her inanıştan insanı bozdu. Şimdiye kadar bozduğuyla da yetinmiyor, saflarına sürekli yeni müritler katmak için habire farklı formatlar üretiyor. Mesela, bir-iki yıl önce Türkiye'de erkeklerin bir eve kapanıp bir kaç ay kadın gibi yaşayacakları “He is a Lady” diye bir yarışma (!) formatını yayına sokmaya çalışmışlardı. Bazı medya organları ve aileden sorumlu devlet bakanı olaya şiddetli tepki gösterince, projelerini “şimdilik” kaydıyla geri çekti bu işin organizatörleri… Fakat emin olunuz ki asla vazgeçmediler planlarından… Şartlar uygunlaştığında, Türk insanı böyle bir yarışmayı da hazmedebilecek duruma geldiğinde, o format da mutlaka yayınlanacaktır bu ülkede…

“Playboy” dergisi 1986 yılında ülkemizde Türkçe olarak yayımlanmaya başladığında, o derginin Amerikalı sahibi Hugh Hefner ta ülkesinden açıklama yapıp, “Bu, benim yıllar önce ülkemde Playboy'u çıkarmaya başlamamdan sonraki en önemli ikinci ticarî başarımdır” demişti. “Neden?” diye soranlara da “Playboy, şimdiye kadar pek çok ülkede yerel edisyonlarını kurdu. Fakat tarihinde ilk kez bir İslâm ülkesinde yayınlanıyor, bu olayın önemini göremiyor musunuz?” diye cevap vermişti.

Dünyada şer güçlerin mutlak bir iktidar kurmalarının önündeki en büyük engel, din kurumundan beslenen ödünsüz bir ahlâkçılıktır. Bu ahlâkçılık yalnızca İslâm ülkelerinde değil, Hıristiyan ülkelerde de mevcut aslında. Fakat, geçen yüzyıl boyunca onların vidalarını büyük ölçüde gevşetmeyi başardılar. İslâm ülkeleri ise Hıristiyan toplumlara göre ahlâki değerler konusunda çok daha kararlı ve homojen… Bizi gevşetmek, sözgelimi bir Hollanda ya da Danimarka ailesini gevşetmek kadar kolay olmuyor. O yüzden, özel televizyonlar çağı başladığından bu yana üzerimize dizilerle, filmlerle, rezil ötesi programlarla öyle bir abanmaktalar ki bu kadar baskıya şimdiye kadar beş tane İngiltere'yi dağıtmışlardı. Bizi ise epeyce yaraladılar, fakat hâlâ tam olarak arzuladıkları düzeyde bozamadılar. Temel derdi budur özel televizyon sektörünün, Allah'ın “Filanca davranışı size yasak ettim, günahtır, yapmayacaksınız” dediği hiç bir şeyi günah olarak algılamayan, bu emir ve yasaklara konu olan fiilleri bireysel özgürlük alanının ayrılmaz bir parçası olarak gören, imân dairesiyle bağları iyiden iyiye kopmuş nesiller yetiştirmek…

Böyle bir nesil, içkiye, sigaraya, uyuşturucuya, moda sektörüne, medyaya, sinemaya, televizyona, bu arada pornografik üretimin de her türüne yeni insan sermayesi akmasını kolaylaştıracaktır. Pornografi, her on yılda bir elindeki yüzleri ve bedenleri dibine kadar tüketir, onları sümüklü bir mendil gibi çöpe attığında bunların yerine hemencecik yenilerinin gelmesi gerekir ki çark dönebilsin. Eğer, inançla bağı henüz tamamen kopmamış bir toplumdaysanız, yeni fahişe ve muhabbet tellalı ihtiyacını giderirken de ciddi güçlüklerle karşılaşırsınız. Fakat, o toplumun irili ufaklı ahlâkî kaygılarını zaman içinde bazı ustalıklı manevralarla ortadan kaldırırsanız, sermaye havuzuna da dört bir taraftan yeni “et yığınları” akmaya başlayacaktır.

Bunları söyledim diye bana öfke kusacak bir sürü sektör temsilcisi çıkacağını biliyorum. Emin olun umurumda bile değil bu kişilerin tepkileri… Çocukluğumdan bu yana, bana ailemden miras kalan bir mesleğin içinde olduğum için, benim artık onun bunun palavralarına karnım tok. Moda sektöründe mankenlerin nasıl çalıştırıldığını, medya, sinema ve televizyonda yeni yüzlerin hangi ölçütler ve ilişkiler doğrultusunda seçildiğini adım kadar iyi biliyorum. Sayısını hatırlayamadığım kadar mahvolmuş hayata tanık oldum, içki, sigara, uyuşturucu ve fuhuşla tükenmiş yüzler görüntüledim muhabirlik dönemim boyunca…

Daha geçen gün, bir gazeteci dostla İstanbul'un Taksim meydanındaki beş yıldızlı bir otelin önünde buluşmak üzere randevulaştık. Bir taksinin içinde topu topu beş dakika bekledim meslektaşımı. Bu süre zarfında en az 6-7 kişi kapıyı açıp “Abi, kadın lâzım mı?” diye sordu. Sonuncusuna artık dayanamayıp “Yahu, bizim hayat kadını bekler bir hâlimiz mi var ki biriniz gidiyor, diğeriniz geliyor be kardeşim” dediğimde, “Abi, sen yanlış yerde duruyorsun o zaman, çünkü burası bizim mekânımız, biri buraya yanaştığında biz de mesajı alırız, gider sorarız” diye cevap verdi. “Mesajı alırız” dediği yer de öyle izbe bir sokak falan değil halbuki, Taksim Meydanı ve İstanbul'un en lüks otellerinden birinin hemen önü…

İşte, Türkiye giderek bu istikamete doğru ilerliyor. Eskieden “fesikalı fuhuş” vardı, şimdi ise kayıtlı hayat kadınlarının sayısının en on katı kayıt dışı fahişe var piyasada… Elbette ki “Behlül”lerin “Bihter”lerin ayartıcılığının bundaki rolü çok büyük… Herkes, boyuna posuna, eğitimine ya da yeteneğine bakmaksızın çok zengin, çok ünlü, çok karizmatik, çok havalı olmak istiyor. Bunun da tek yolu evden kaçıp İstanbul'a akmak... sistem, gelen her on bin kişiden birini gerçek anlamda sinema ya da televizyon sektörüne alırken, diğerlerini ise külliyen süpürüp fuhuş ya da pornografi piyasasının kazanına atıyor.

RTÜK denilen kurum istese bu düzenin önünü bir haftada kesebilir. Fakat, televizyonları yöneten, onlara yatırım yapan güçler devletin karşısında öylesine çirkef bir baskı grubu oluşturmuş durumdalar ki böyle kurumların başına da Şimon Peres'e “One Minute!” diyebilecek cesarette birileri lâzım…

Çocukları, gençleri, aileyi koruyacak bazı somut önlemler almaya başladığınızda, medyada şahsınıza ilişkin dehşetengiz bir karşı-kampanyayı göğüslemeyi de peşinen kabul etmişsiniz demektir. Siz bu çevrelerin ellerinden ekmeğini almaya kalkıştıkça, onlar da sizi paramparça etmeye çalışacaklardır. Bu süreçte ne gericiliğiniz kalacaktır, ne özel hayatınız… Bir açık bulup sizi bitirebilmek için akla hayâle gelebilecek her türlü numaraya başvuracaklardır. Hükûmet, Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı ve RTÜK gibi stratejik kurumları bu tür bir karşı saldırı dalgasını göğüsleyebilecek yönetim kadrolarıyla donatır, bu kurumların tepe isimlerine de “Hiç bir karşı-saldırıyı önemsemeyin, biz sizin arkanızdayız, bu vahşi yayıncılık düzenini hizaya getirin” şeklinde bir talimat verilirse, onlar savaşırken siyasal iradede de dirayetle arkalarında durursa bu savaş kazanılır. Yok eğer durmazsa, böyle kurumlar her hafta farklı bir bürokratın kellesini alan intihar merkezlerine dönüşecektir.

İyi rating elde eden, ancak topluma olumsuz mesajlar veren bir diziye sesini çıkartamayan, çıkarttığında da derhal eleştiri bombardımana tutulan RTÜK'ün, somut faydası sınırlı bir-iki uyduruk ceza kesmek haricinde günümüzdeki bu berbat gidişatı değiştirme adına yapabileceği hiç bir şey yoktur.


4) Toplumumuzun bu denli dizi tutkunu olmasının sebepleri nelerdir? Sizce insanlar dizilere ve dizi karakterlerine niye bu kadar bağımlı hale geliyor?

Adına “toplum” dediğiniz şey, kapanın elinde kalan bir kalabalıktır, yönlendirilmeye çok açık bir yığındır. Devletin ve tertemiz bir Müslümanlığı temsil eden hizmet gruplarının büyük ölçüde boş bıraktığı bu arenada çakalların cirit atmasından daha doğal ne olabilir ki? Türkiye'de dindar kesim sinemada yok, televizyonculukta yok, medyada yok… Toplum mühendisliği yapılmasını sağlayabilecek hiç bir kalede bayrağımız dikili değil… Buraların tamamı dönmelerin, sabataycıların, ateistlerin, materyalistlerin, hedonistlerin, eşcinsellerin elinde… Cumhuriyet tarihi boyunca medyada hep edilgen sınıf olduk.

Ben bu durumu önceleri sermaye yokluğuna bağlıyordum. Fakat 2002'den bu yana İslâmî kesimdeki sermaye artışı ve kitlesel zenginleşmeye rağmen kültür-sanat ve medya alanında hiç bir şeyin değişmediğini (aksine, daha da kötüye gittiğini) görünce anladım ki bizim kafamızda bu işlerin önemi bunca yıldır hiç yer etmemiş. Olayın açıklaması sadece parasızlık ağlamalarından ibaret değil… Bizde sanatın, medyanın, halkla ilişkiler denilen mesleğin anlam ve önemini kavrayabilecek bir zihinsel birikim yok. Zaten bunu fark ettiğimden beridir de ruhen yıkılmış bir adamım ben…

Bir örnek size… Günlük gazetelerin ortalama fiyatı 50 kuruş… Bir ailenin her ay bir gazeteyi düzenli okumasının bedeli de 15 TL… Fakat bakıyorsunuz, muhafazakâr kesimin gazetelerine, hepsinin toplam tirajı bir Hürriyet'inkini bulmuyor bile! (Tabiî, bu noktada bazı İslâmcı gazetelerin her evin ve iş yerinin kapısında üçer beşer bedava dağıtmalarla oluşturulmuş uyduruk tirajlarını, okur iradesine dayanan gerçek tiraj rakamlarına katmıyorum!)

Türkiye'de dindarların bütün derdi ne yapıp edip bir şekilde zenginleşmekmiş; parayı yüksek bir bilgi birikimiyle kuşanmak üzere kullanmak ve kendisinden daha donanımlı nesiller yetiştirmek değil… İslâmî kesimin medyası da sanatı da son on yıldır yerlerde süründüğü kadar hiç sürünmemişti. Gördüm ki bütün derdimiz bu tür araçları, yani sinemayı, televizyonu, gazeteleri, dergileri iktidara taşınmak amacıyla kullanmakmış. İktidar rüyası gerçek olunca sinemaya da televizyona da ihtiyaç kalmadı kimilerine göre…

Çok da derin bir siyasal bilinci olmayıp derme çatma değerler üzerinde ilerleyen bir toplumu, sırf ekonomik sıkıntılarını çözme vaadi üzerinden sizi iktidara taşımaya iknâ ederseniz, iktidardan indiğiniz gün o toplum sizi yine jet hızıyla unutacaktır. Fakat, kültür ve sanat yoluyla, bu araçları kullanarak o ülkenin kan damarlarına, dokularına nüfuz ederseniz, ölümünüzden 500 yıl sonra bile vaktiyle hüküm sürdüğünüz topraklarda çok güçlü izleriniz kalacaktır. Dindar kesim ise iktidara gelince aklını ihalelerle bozdu ve bu ülkenin kalbinde kalıcı olma şansını yitirdi. En azından şimdiye kadarki manzaramız böyle… Umarım, bundan sonraki dönemde bazı olumsuzluklar kökünden değişir.

Toplumun son kertedeki sağduyusuna ne denli inanıyor ve güveniyorsam, usta toplum mühendisleri eliyle o kadar kolay güdülebilir bir kalabalık olduğunu da aynı oranda biliyorum. Bir topluma beş yıllık bir deney süresince güzel mesajlarla dolu yapıcı filmler izletirseniz, onların da müptelası olur, onları da çok sever. Fakat, aynı süreyi manevî değerleri çökertici yayınlarla doldurursanız, insanlar o yayınların da müptelası olacaktır. Toplum, aynen yumuşak bir oyun hamuru gibi, biçimlendirilmeye çok uygun bir yapıdır. O yüzden de burada çözümün asıl adresi toplum değil, onu yönetenlerin alacağı etik tavır… Bırakmayacaksın kardeşim halkını çakalların eline, gözünü hırs bürümüş durumdaki birileri senin insanının değerlerine elini uzattığı anda o elleri hiç acımadan kıracaksın. Ne yazık ki 1990'larda başlayan özel televizyonculuk döneminde devlet toplumu koruyucu nitelikteki bu önlemleri alamadı. Son yıllarda da gönüllü katılım esasına dayalı olarak, son derece uyduruk bir şekilde yayımlanan “akıllı işaretler” falan gibi yüzeysel önlemlerle durumu kurtarmaya çalışıyor. Ekranda, en azından 15 yaşına kadar izleyicilere men edilmesi gereken bir filmi “7 yaşından büyükler için uygundur” işaretiyle yayına sokmak, o işareti de filmin başında topu topu 5 saniye ekranda tutup hemen silmek önlem almak falan değildir, sadece kendini kandırmaktır.


5) Türk milletinin manevî hassasiyetlerine ve kültürel dokusuna uygun diziler çekmenin önündeki engeller neler? Niye böyle diziler çekilmiyor ya da çok az çekiliyor?

Türk milletinin manevî hassasiyetine uygun diziler ve filmler, o maneviyata gönülden inanan kudretli işadamlarının, sermaye sahiplerinin hamiliğiyle çekilebilir. Sinema bir oyun değil, çok pahalı bir iş kolu… Bunalımlı bir kafa, bir kâğıt, bir kalem, bir paket sigara ve bir çakmakla tarihe geçecek bir şiir yapabilirsiniz, fakat tarihe geçecek bir sinema filmi ya da dizi için bu kadar sermaye yetmez. Milyonlarca doların döndüğü bir sektörden söz ediyoruz, birileri sinema ve televizyonun toplumu iyi yönlere çevirip dönüştürmekte kullanılabilen çok değerli propaganda araçları olduğuna inanacak, o yolda kesenin ağzını açacak ki dindar yönetmenler, senaristler, oyuncular, kameramanlar, kurgucular, sinema ve tiyatro salodni işletmecileri ortaya çıksın. Milyarlarca dolara hükmeden mütedeyyin işadamlarımızın yüzde 90'ı sinemaya, tiyatroya, sergiye, müzeye gitmiyor, ülkede tüketilen muhafazakâr çizgideki günlük gazetelerin tirajı yarım milyonu bile bulmuyor. 1980'lerde, 90'larda bu ülkede İslâmî hareketin en önemli itici gücü aylık ve haftalık dergilerdi. Bakın bakalım, sizin dışınızda kaç tane dergi kaldı piyasada? Hepsi battı gitti. Henüz daha ikili ilişkilerinde birbirine “İyi günler”, “Teşekkür ederim”, “Çok naziksiniz” gibi cümleleri kullanma noktasında ciddi zaafları olan bir kitle mi sinemaya, televizyona milyonlarca lira yatıracak?

Türkiye'yi şeklen yönetmekte olan İslâmî kesim, bir ülkenin kültürel dönüşümündeki en büyük itici güç olan sanata sızma, sanat dünyasını sahiplenme ve orada kendine özgü ürünler verme noktasında ise acınası bir sefalet içinde… Ben bu “köylü zengin” görüntüsünün bugünden yarına öyle kolay kolay değişebileceğine de inanmıyorum doğrusu…

Er ya da geç gideceğiz. Öylesine iz bırakmadan gidreceğiz ki bizi daha iktidardan indiğimiz gün unutacaklar. Çünkü, olmamız gereken yerlerde hiç olamadık. Yalnızca para üzerine konuştuk, parayla yatıp kalktık.


6) Türk dizileri hususunda ailelere ve devlete düşen görevler nelerdir, neler yapılabilir?

Ben ne medyanın genelinde, ne de televizyon yayıncılığı özelinde kesinlikle uçsuz bucaksız bir özgürlüğe inanmıyorum. Benim inandığım özgürlükçü sistem, insan hakları, aile kurumunun saygınlığı ve dokunulmazlığı, yanı sıra da devletin ulusal güvenliğe ilişkin hassasiyetleri karşısında oto-kontrol yapmasını bilen, sorumluluk sahibi yayıncıların hizmet verdiği bir sistemdir. 11 Eylül saldırısı gerçekleşeli 9 yıl oldu, fakat bu sürede dünyanın hiç bir ülkesinde bir tek Allah'ın kulu İkiz Kuleler'in enkazının altından çıkarılmış cesetlerin fotoğrafını göremedi. Amerikan medyası, bu ahlâkçı tavrı, doğasında böyle yüksek bir olgunluk mevcut olduğu için sergilemedi elbette. Pentagon yetkilileri hepsini tek tek aradı, “Bu millî bir dâvâdır, insanların cesetlerini istismar konusu yaparsanız hepinizi üzeriz” dedi, onlar da aba altından gösterilen bu sopaya uydular. Aynı şekilde, İngiliz televizyonlarında kısacık bir haber vermenin ötesinde, IRA'nın ölümlü yaralamalı terör eylemlerinin ballandıra ballandıra reklâmını yapmak da yasaktır. Bizde ise televizyonlar son dönemde resmen PKK'nın borazanı ve maskarası olmuş durumdalar…

Bir sınır karakolunun 45 dakika boyunca bombalanıp içindeki bütün askerlerin tek tek şehit edilmesi, idarî açıdan elbette ki soruşturulması ve hesabı sorulması gereken trajik bir olaydır; fakat siz böyle yayınlar yapmayı alışkanlık hâline getirdiğinizde, ülkenizde yaşayan milyonlarca insan da “Ne oluyor kardeşim, demek ki askerî açıdan bittik biz, PKK artık bu savaşı kazandı” psikolojisine girecektir. Nitekim soktular artık toplumu böyle bir psikolojiye. Rakamlara bakarsanız, aslında çeyrek yüzyıldır duvardan duvara vurduğumuz, son bir kaç yıldır da Kuzey Irak'ta nefes alamaz hâle getirdiğimiz bir çetenin karşısında devlet olarak habire ödün verip duruyoruz. Çünkü somut rakamlar bizden, medyada estirilen genel hava ve topluma yayılan görüntü ise PKK'dan yana… Bu ülkede halk artık ordusunun gücüne eskisi kadar güvenmiyorsa, bunun sebebi ordunun güçsüzleşmesi değil, medyadaki yıpratıcı yayınlardır. Ve bütün bu yayınlar da son derece bilinçli bir biçimde yapılıyor.

O yüzden, günümüzün RTÜK'ünden çok daha geniş yetkilerle donatılmış, televizyonların rating ölçümünü -81 kente homojen bir şekilde yayılmış- çok daha fazla sayıda denek üzerinden yapan, insan haklarına, aile kurumunun dokunulmazlığına, millî ve manevî değerlere zarar veren bir yayın gördüğünde o yayını yapan radyo ya da televizyonu makûl bir uyarma-cezalandırma silsilesi içinde hizaya getirecek, hükûmetten tamamen bağımsız sivil bir yapılanma olacağı için de aldığı kararlar siyasî tartışmaların konusu yapılmayıp saygıyla kabullenilecek bir “süper RTÜK”e ihtiyacımız var. “Kurtlar Vadisi”nin ya da “Aşk-ı Memnu”nun “7 yaş üzeri için uygundur” etiketiyle gösterilmesine sesini çıkartamayan, “Yemekteyiz” gibi rezil ötesi bir programın kulağını çekemeyen bugünkü RTÜK'le bu iş olmuyor çünkü…

Yayıncılığı düzeltmek için çok daha kudretli ve sözü dinlenir bir denetim örgütüne ihtiyaç hissediyor Türkiye. Ki dediğim gibi bu organizasyon iktidardan tamamen bağımsız bir yapı içinde kurulup işletileceği için özerk olup olmadığı tartışmalarıyla da yıpratılamayacaktır. Kirlenmeyi durdurma ya da en azından yavaşlatma yönünde bundan başka da bir umudumuz bulunmuyor.

Halka ise söyleyebileceğim tek bir şey olabilir:

“Mecbur musunuz sizi ve çocuklarınızı bu denli yozlaştıran bir yayıncılık anlayışını bu kadar iştahla desteklemeye? Kendinize, evinizdeki televizyonu denetim altına aldığınız yepyeni bir hayat kurmayı neden denemiyorsunuz? İyi bilirim; televizyon bağımlılığından kurtulmak zordur, fakat bu imkânsız da değildir. Yeter ki siz biraz gayrete gelin; emin olun hiç kimse 'Yemekteyiz' ya da 'Zuhal Topal'la İzdivaç' programını izlemeniz için kafanıza silah dayamıyor!”

Ben bunu başarmış biriyim mesela, ekranda bana ve çocuklarıma yararlı herhangi bir program yoksa, benim evimde o gün televizyon da kapalıdır. Aile olarak bizim televizyon dışında uğraşacak elli tane daha hobimiz var; bunları kendi özelimizde üretmeyi başardık.

Televizyonu ağzı açık bir şekilde sabahtan akşama kadar izlemeyi hayatının en düzenli eylemine dönüştürmüş bir halk, kesin olarak tedaviye ihtiyaç hissediyor demektir. Şu anda dünyada Amerikalılar'dan sonra en fazla televizyon izleyen ikinci ülkeyiz. Böylesine derin hipnotize olmuş durumdaki bir kitlenin de kendi kendini düzeltmeye çalışması yerine, onu silkeleyip girdiği derin uykudan uyandıracak bir üst otoritenin yardımına başvurmak çok daha akılcı olacaktır.


Yorumlar

Merhaba, sitemizde paylaştığınız yorumlar, diğer kullanıcılar için değerli bir kaynak oluşturur. Lütfen diğer kullanıcılara ve farklı görüşlere saygı gösterin. Kaba, saldırgan, aşağılayıcı veya ayrımcı dil kullanmayın.

Henüz yorum bulunmuyor

İlk yorumu siz yapın.

Kapat

Günün en önemli haberlerini e-posta olarak almak için tıklayın. Buradan üye olun.

Üye olarak Albayrak Medya Grubu sitelerinden elektronik iletişime izin vermiş ve Kullanım Koşullarını ve Gizlilik Pollitikasını kabul etmiş olursunuz.