TRT'nin siyah-beyaz ve tek kanallı yayıncılığıyla rakipsiz olduğu 1980'li yılların hemen başlarında, bir cumartesi akşamı, sessiz sedasız yayına giren yeni bir Amerikan dizisiyle tanışmıştık: “Beyaz Gölge”…
O günlerde henüz ortaokula gidiyordum. TRT yayınlarını -diğer pek çok akranım gibi- İstiklâl Marşı ile yapılan açılışlardan yine benzer bir seremoniyle gerçekleşen kapanışlara kadar gözümü kırpmadan takip ettiğimden dolayı, ekrana gelen hiç bir programı kaçırmam da düşünülemezdi.
“Beyaz Gölge”, Amerikan profesyonel basketbol ligi NBA'da çok başarılı bir oyuncu olan Ken Reeves'in bir lig maçında ayağına darbe alıp sakatlanmasıyla başlıyordu. O ilk bölümün sonunda da doktorlar, bacağında alçılarla aylarca hastanede yatan kahramanımıza “aldığı darbeyle birlikte spor kariyerinin bittiğini” açıklayıp, kendisine bundan sonraki hayatı için yeni bir meşgale bulmasını önermekteydiler.
Doktorların verdiği sevimsiz haber yüzünden bir süre şoka giren erken emekli Chicago Bulls oyuncusu Reeves, sonunda kaderine boyun eğerek, maişetini temin etmek üzere Los Angeles'ın kenar mahallelerinden birindeki Carver Lisesi'ne beden eğitimi öğretmeni olarak başvuruyordu. Burası, mevcudunun büyük bölümü siyah ve hispanik kökenli gençlerden oluşan, tarihi boyunca hiç bir alanda başarı elde edememiş, tek kelimeyle “bitik” bir okuldu. Çoğu “sürgün” edilerek gelmiş öğretmenler o bölgedeki suç dalgasından dolayı alabildiğine bezgin ve ürkek, öğrenciler ise geleceklerinden umutsuz görünmekteydiler. Öyle ki okulun sefaletinin -her bölümün jeneriğinde düzenli biçimde ekrana gelen “Carver High School” tabelasındaki ilk “o” harfinin yerinden düşüp yönetim tarafından tekrar yaptırılamamış olması üzerinden- gayet mânidar bir biçimde simgelendiğini de hâlâ bütün canlılığıyla hatırlıyorum.
Buraya “sözleşmeli öğretmen” statüsünde kabul edilen Reeves, aynı zamanda okulun basketbol takımının başına da “koç” olarak geçer. Lâkin, ne takım! Uzun boylu ve komik zenci Warren Coolidge, Latin kökenli Ricky Gomez, başı bir türlü dertten kurtulmayan İtalyan göçmeni Mario 'Salami' Pettrino başta olmak üzere, her biri diğerinden cins mensuplarıyla akıllara zarar bir topluluktur bu…
Koç, Carver'da yalnızca okulunun devlet tarafından unutulmuşluğuyla değil, aynı zamanda birbirleriyle ilişkilerinde varoş hayatının kendilerine kazandırdığı her türlü olumsuz davranışı bol bol sergileyen hoyrat öğrenciler ve onların bitmez tükenmez dertleriyle de boğuşmak zorundadır. Ancak adamımız, koridorlarında envai çeşit tehlikenin kol gezdiği bu “tımarhane”den anlamlı bir bütün çıkarmayı kendisi için vazgeçilmez bir ideale dönüştürür ve üç sezon süren dizinin finalinde Carver'ı liselerarası basketbol turnuvasının şampiyonu yapar. Bu kupa, iyi bir üniversiteye girme şansları son derece zayıf olan bütün o gariban çocukların da kendilerine güvenini yerine getirecek ve bazılarının seçkin kurumlardan burs kazanarak eğitim hayatlarını sürdürmelerine vesile olacaktır.
Sınırlı imkânlarına karşın, kendisine teslim edilmiş ezik gençlere yıllar yılı hem güvenilir bir ağabey, hem sevecen bir baba, hem de hayat yolunda doğru akıllar veren bir kılavuz olmaya çabalayan iyi kalpli koç Reeves'in mücadelesi, dünyanın dört bir köşesinde “Beyaz Gölge”yi heyecanla izleyen milyonlarca yeniyetme gibi, o günlerde Türkiye gençliği olarak bizleri de mest etmişti. Öyle ki dizinin basketbolu geniş kitlelere sevdiren, bu sporun kurallarını hiç bilmeyenlere dahi kolayca öğreten muhteşem anlatım tekniğinden dolayı, kısa bir süre sonra hepimiz basketbol alanında birer “allame”ye dönüşüvermiştik! Carver Lisesi çocuklarının serüvenleri Türkiye'nin her şehrinde gitgide artan bir ilgiyle izlenirken, bizim de arkadaşlarımızla birlikte ilk yaptığımız şeylerden biri, okulumuzun yönetimine başvurup “bahçeye potalar dikilmesini” istemek oldu. Nitekim yönetim de kısa süre sonra bu isteğimizi yerine getirecekti.
Öte yandan, dizinin gençlerden gördüğü yoğun ilgiyi fark eden Millî Eğitim Bakanlığı yetkilileri de bu süreci bireysel taleplere bırakmaksızın, basketbol potası bulunmayan bütün okulların bahçesine ardı ardına potalar diktirmeye başlamıştı. Hattâ, o dönemdeki kısıtlı imkânlar zorlanarak bir çok okula kapalı spor salonları bile yaptırıldı. Ülkede yaşanan basketbol furyasında bizler kendimizi dizinin kahramanlarıyla özdeşleştirirken, ortaöğrenim kurumlarında görevli beden eğitimi öğretmenleri de Reeves'in insancıl tarzını örnek alıyor, spora hevesli çocuklara özel bir ilgi ve destek vermeye çabalıyorlardı.
Sonuçta, o zamana kadar dünyada esamesi bile okunmayan Türk basketbolu, topu topu 54 bölüm süren bu mütevazı televizyon dizisinin doğurduğu olağanüstü motivasyonla, Cumhuriyet tarihinde benzerine rastlanmadık bir biçimde “uçtu”.
Ülkenin dört bir tarafındaki okullardan yüzlerce başarılı basketbolcu yetişti, yakalanan yüksek ilgiye paralel olarak profesyonel karşılaşmalar için modern spor salonları açıldı. Bu yeni tesislerde oynanan maçlarda izleyici koltukları silme dolarken, gerek kulüplerimiz gerekse ulusal takımımız düzeyinde -2 Aralık 1981 tarihinde elde ettiğimiz “Balkan Şampiyonluğu” da dahil olmak üzere- pek çok önemli başarıya imza attık. Basketbol, büyük kentlerdeki “babadan şanslı” bir kaç bin kolej çocuğunun ilgi alanına giren marjinal bir spor olmaktan çıkıp, topu topu bir kaç yıl içinde kenar mahallelerdeki paslı ve filesiz potalara kadar indi.
Türkiye günümüzde dünya basketbolunun hatırı sayılır ülkelerinden biri konumuna erişmişse, o günlerde çocuk ve genç olma fırsatını kaçıranlar şunu çok iyi bilsinler ki, 1978-1981 yılları arasında çekilen bu düşük bütçeli Amerikan dizisinin sözünü ettiğim sportif sıçramada inkâr edilmez bir katkısı olmuştur. Eğer bana “Bir televizyon filmi, bunca güzel şeyi nasıl olup da tek başına başarabilir” diye soracak olursanız, o süreci bütün aşamalarıyla yaşamış biri olarak ben de size “Elbette başarabilir” derim.
Ülkemiz televizyonlarının, ekranları her geçen gün biraz daha kuşatmakta olan yoğun görsel-işitsel kirlilik karşısında, şimdilerde gerçekten de yeni bir “Beyaz Gölge” mucizesine ihtiyacı var. Dahası, aynı türden yapımlar bugün yayımlansa, yine benzer türden bir kitlesel ilgi yakalanabilir. Yeter ki birileri ekranda baldır-bacak ticaretini ve siyah takım elbiseli bir takım tiplere “racon edebiyatı” yaptırmayı bırakıp, böylesine pozitif mesajla donatılmış diziler çekmeye niyetlensin…
Aynı şekilde, gözünü rating hırsı bürümüş zamane yayıncıları da günübirlik kaygılara teslim olmaksızın, bu kategorideki dizileri kararlılıkla ekrana getirmeye cesaret etsin…
Görün o zaman, gençliğin davranış kalıpları bir kaç yıl içinde nasıl da hissedilir biçimde değişiyor!
Çocuklar ve gençler kendileri için sürekli bir “model insan” arayışıyla büyürler. Onlara inatla iyiyi, güzeli ve doğru olanı sunarsanız, bir süre sonra ister istemez bu standartlara alışacaklardır.
Toplumsal organizma içinde iyilik de kötülük de aynı düzeyde bulaşıcı birer davranış biçimi çünkü…