Parlamenter sistem neden başarısız oldu?

Yeni Şafak
15:027/04/2017, Cuma
G: 10/04/2017, Pazartesi
Yeni Şafak
Türkiye'de parlamenter sistem büyük krizlere yol açtı.
Türkiye'de parlamenter sistem büyük krizlere yol açtı.

Türkiye'de uzun yıllardır tıkanıklık yaşayan parlamenter sistem, 1960 ve sonrasında gerçekleşen darbeler nedeniyle büyük bir tahribata uğradı. Mevcut parlamenter sistem, ordu, bürokratik oligarşi ve kendisini Cumhuriyetin gerçek öznesi olarak gören kesimlerin eliyle vesayetçi zihniyetin tahakkümü altına alındı. Koalisyon hükümetlerinin başarısız yönetimleri de parlamenter sistemin yaşadığı krizi derinleştirdi. Buna karşın sistemin yeniden ihyası başarısızlıkla sonuçlanırken, zamanla yeni bir sistem arayışı ortaya çıktı.

Türkiye, 1923 yılında Cumhuriyetin ilanı ile parlamenter sisteme geçti. Bu dönemde sistemin ismi parlamenter sistem olsa da uygulamada Cumhurbaşkanını merkezine alan bir sistem bulunuyordu. Cumhurbaşkanı ülke yönetiminde esas önemli aktördü. Bu durum Tek Parti iktidarı dönemi boyunca devam ederken, 1950 yılında çok partili sisteme geçişle birlikte sistem yeni bir dönüşüm geçirdi. Başbakan Adnan Menderes'in etkin bir aktör olduğu Demokrat Parti döneminde parlamenter sistem etkin olan işlevini sürdürmeyi başardı. 1960 yılında gerçekleşen darbe ise sistemi istikrarsızlığa sürükledi.

Parlamenter sistem, vesayetin siyasal alanı etkisi altına alma girişimleri ile büyük bir krizin içerisine sürüklendi.

1960 ve sonrasında gerek ordunun darbeler yoluyla siyasal alana müdahalesi, gerekse de darbe sonrası ortaya çıkan ve zamanla kurumsallaşan vesayet kurumunun siyasal sistemi etkisi altına alma veya etkisizleştirme girişimleri ile sistem büyük bir krizin içerisine sürükledi. Bu durum bazı dönemlerde sistemin değişimi bağlamında farklı tartışmaların yaşanmasına yol açtı. Nitekim 1970'lerin başlarından itibaren bazı siyasi partiler –Milli Nizam ve Milli Selamet Partisi- seçim beyannamelerinde sistem değişikliğine yer vermeye başladı. 1980'lerin ikinci yarısından itibaren ise siyasal alanda parlamenter sistemin ortaya çıkardığı tıkanıklıklara karşı Başkanlık sistemi bir alternatif sistem modeli olarak öne çıktı.



Turgut Özal hem Başbakanlığı hem de Cumhurbaşkanlığı döneminde parlamenter sistemde yaşanan kırılganlıkların Türkiye'ye zarar verdiğini savunmuş ve Başkanlık sisteminin tartışılmasını istemiştir. Özal sonrası dönemde de Başkanlık sistemi hem kamuoyunda hem de siyasal alanda tartışılan bir konu olmayı sürdürdü. Bu dönemde tartışmaların iki farklı söylem üzerine inşa edildiği gözlemlenmektedir.

Parlamenter sistemden yana olanlar sistem içerisinde yaşanan krizleri ve kırılmaları kabul etmelerine rağmen Türkiye için en uygun olan sistemin parlamentarizm olduğunu iddia etmeye devam etti.

Parlamenter sistemin yeniden restore edilmesini isteyen bu kesimler için sistem değişikliği rejim değişikliği ile özdeşleştirilen bir konu haline geldi. Başkanlık sistemini savunanlar ise, parlamenter sistemden kaynaklanan tıkanıklıklar, hızlı karar alınamaması, zayıf koalisyonların ortaya çıkması ve koalisyon hükümetlerinin getirdiği istikrarsızlıklardan şikayetçiydi. Aynı kesimler sistemin askeri darbeler nedeniyle tahribata uğraması, güçler ayrılığı ilkesinin yeterince işleyememesi ve vesayet kurumlarının siyasal alanı dizayn etme girişimlerinin yol açtığı kırılganlıkların yeterli ölçüde restore edilemeyeceği gerekçesiyle

sistemin değiştirilmesini talep etti.



Türkiye'nin sistem sorunu

Darbeler, orduyu siyaset üzerinde mutlak bir güç konumuna getirdi.

Türkiye'de çok partili hayata geçilmesi ile birlikte yeni bir süreç de ortaya çıkmaya başladı. Parlamentonun geçmiş yıllara nazaran daha etkin kullanılmaya başlandığı bu yeni dönemde Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Adnan Menderes yürütmenin başında yer aldı. Başbakan Menderes'in daha etkin olduğu bu dönemde parlamenter sistem işleyebilen bir sistem olarak öne çıksa da dönemin koşulları bağlamında zaman zaman bazı tıkanıklıklar da yaşandı. Bu durum zamanla bir krize dönüşürken, başka aktörlerin ön plana çıkarak sistemi dizayn etmelerine zemin hazırladı.

Nitekim 1960 yılında gerçekleşen askeri darbe ile parlamenter sistem en büyük krizi ile karşı karşıya kaldı. Siyasi iktidarın devrilmesi ve parlamentonun etkisizleştirilmesi ile askerin öne çıktığı yeni bir sistem ortaya çıktı. Cuntacıların yeni kurum ve kuruluşlar inşa etmesi parlamenter sistemi etkisizleştirdi. Bu noktada askerin doğrudan siyasal alana müdahalesi siyasi karar vericileri etkisiz bir aktöre dönüştürürken, orduyu ise siyaset üzerinde mutlak bir güç konumuna getirdi. Buna paralel bir şekilde hazırlanan 1961 Anayasası ise askerin siyaset üzerindeki etkisini yeni kurulan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) üzerinden meşru bir zemine taşıdı. Bu durum siyasal alanı zayıflatırken, yeni vesayet kurumlarının ortaya çıkmasına neden oldu.

Darbeyi gerçekleştiren cuntacıların darbe sonrası kurulan hükümetlerin bir üyesi olmaları veya kendi denetimlerinde hükümetlerin kurulmasını sağlamaları parlamenter sistemin militarist bir anlayış üzerinden yeniden şekillendirilmesine yol açtı. Yine benzer şekilde 1961 anayasası ile demokratik normlar çerçevesinde birçok Batılı ülkede bulunan Anayasa Mahkemesi (AYM) de sisteme eklemlendi. Ancak AYM, demokratik ülkelerde oynadığı rolün bir benzerini oynamak yerine zamanla vesayetin bir aygıtına dönüştü. AYM birçok dönemde bir yargı mekanizması olmaktan öte siyasal alanı etkilemeye çalışan ve sistemi sınırlandıran bir araca dönüştü. Böylece AYM, uzun yıllar boyunca bir yargı mekanizması olmanın yanı sıra vesayetin bir parçası olarak sistemi etkilemeye çalışan bir aktör olmuştur.

Bürokratik oligarşi ve ordu


Nitekim darbecilerin ve bürokratik elitin sistemi kendi tahayyüllerine göre yeniden restore etme düşüncesi tarihsel süreç içerisinde bir domino etkisine yol açtı ve 1971 muhtırası, 1980 darbesi ve 28 Şubat post-modern darbeleri ile kendini tekrarladı. Hiç şüphesiz askeri darbelerin en fazla zarar verdiği alan ise ülkenin parlamenter sistemi oldu. Darbe dönemlerinde darbeci askerlerin eliyle uygulamaya sokulan anti-demokratik uygulamalar ve askeri elitin etkisi altında hazırlanan anayasalar parlamenter sistemde büyük tahribatlara yol

açtı. Bu tahribatlar yeniden demokratik yönetimlere geçildikten sonra gerçekleştirilen reformlarla ya düzeltilmeye çalışıldı ya da düzeltilmek istenirken daha büyük tahribatların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu durum sistem içerisindeki istikrarsızlığın ve tıkanıklığın derinleşmesini beraberinde getirdi. Parlamenter sistemin doğası gereği ortaya çıkan zayıf koalisyon hükümetlerinin başarısız yönetimleri de var olan kriz alanlarını daha da artırdı.



Yine darbeler ve zayıf koalisyon hükümetlerinin ortaya çıkardığı tahribat en çok bürokratik elitler için yeni fırsatlar ortaya çıkaran bir araca dönüştü. Sistemin zayıflığından yaralanan bürokratik elit, zamanla seçilmişlerin karşısında güçlenerek vesayet kurumunun bir parçasına haline geldi. Böylece sistem kendi içerisinde yıpranırken, vesayetin etkisinde kalmaya mahkûm kaldı. Bu durum en nihayetinde, bürokratik oligarşinin ortaya çıkması ve siyasal alanın zayıflaması ile sonuçlandı. Tüm bu nedenlerden dolayı parlamenter sistem zamanla büyük bir tıkanıklık ile karşı karşıya kaldı. Sistemin işlememesi nedeniyle özellikle 1970'li yıllardan itibaren çok büyük krizler ortaya çıktı. Buna bir de güçler ayrılığı ilkesinin deforme olması, yaşanan toplumsal krizler, istikrarsızlık ve vesayet kurumlarının mevcut değerler sistemini kendi tekeline alma girişimi de eklenince sistemin krizi daha da derinleşti.

Parlamenter sistem halkın dışlanmasına yol açtı


Parlamenter sistemin ortaya çıkardığı sorunlardan biri de milli iradenin temsili sorunu oldu. Vesayetin sistemi etkisizleştirmesi ile birlikte halkın yönetimdeki etkisi de zayıfladı. Buna bir de seçilmişlerin halktan kopukluğu eklendiğinde halkın devlet yönetimindeki rolü azaldı. Buda vatandaşlardan oluşan 'çevrenin' devletin/merkezin üzerinde etkin olamamasına ve halkın iradesinin mutlaklığı sorununa yol açtı. Nitekim Türkiye'de uzun yıllar boyunca birçok siyasal iktidar devleti halkın düşüncesi ve değerlerinden ziyade kendi düşünceleri ve ideolojileri çerçevesinde yönetti.

Cumhuriyet aydınları ve yönetici elitleri için 'halka rağmen halk için' prensibinde vücut bulan bu anlayış zamanla mutlak doğruya evrildi. Sonraki birçok iktidar da halkın taleplerini dikkate alan politikalar yerine kendi fikriyatına dayalı politikalar izledi. Nitekim bu kesimlere göre göre halkın nasıl yönetileceğine en iyi kendileri karar verebilirdi. Halkın görüşlerinin dikkate alınmaması devlet ile toplum/vatandaş arasında bir yabancılaşmanın ortaya çıkmasına yol açtı. Halkın görüş ve değerleri siyasal iktidarlar ve vesayet kurumları için dikkate alınmaktan uzak kaldı.

Halkın iradesinin tecelli ettiği TBMM ise uzun yıllar boyunca vesayet kurumları tarafından etkisizleştirildi. Darbeler yoluyla halk ile yöneticiler arasındaki mevcut zayıf ilişki mutlak bir hale dönüştü. Bu şekilde halkın devleti yönetenler üzerindeki etkisi sınırlandırıldı ve merkezin halkla ilişkisi salt bir seçim sürecine bağlandı. Böylece hem seçilmiş kesimlerin hem de diğer kurumların halka hesap verilebilirliği zayıfladı. Parlamenter sistem içerisinde yürütmenin başı olarak Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu ve yine yürütmenin esas unsuru olarak hükümetin halkın yerine TBMM'ye karşı sorumlu oluşu da halk ile yöneticilerin ilişkisini seçimlere dayalı zayıf bir ilişkiye dönüştürdü.

Darbeciler yönetime geldi


Yine benzer şekilde gerçekleşen askeri darbeler parlamenter sistem modelini tahrip etmekle kalmadı benzer bir şekilde darbecilerin doğrudan yönetimde söz hakkına sahip olmasına da yol açtı. 1960'da gerçekleşen darbe ile sadece bir vesayet mekanizması ortaya çıkmakla kalmamış yürütme organının başına asker kökenli isimlerin gelmesine neden oldu. Nitekim 1960 darbesinden kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı adayı olarak darbeci askerler arasında bulunan Cemal Gürsel başa geçti. 1960 darbesinden sonra TBMM ve Senatoda da çok sayıda asker kökenli isim görev almaya başladı.

Aynı şekilde 1960 sonrası dönemden itibaren Cumhurbaşkanlarının genel olarak asker kökenli isimlerden oluşması da dikkat çekicidir. Cemal Gürsel'den sonra Cevdet Sunay, Fahri

Korutürk ve 1980 darbesini gerçekleştiren Kenan Evren asker kökenli Cumhurbaşkanları oldular. Evren, darbe sonrası dönemde başta Taksim Meydanı'nda gerçekleşen mitingde olmak üzere birçok programa asker kıyafeti ile boy gösterdi. Bu durum sistemin asker eliyle nasıl militaristleştirilmeye çalışıldığını önemli bir yansıması olarak dikkat çekmektedir. Evren, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da asker kıyafeti ile birçok programa katılmış ve halkın sivil iradesinin tecelli ettiği makamı militarist bir düşünce ile dizayn etmiştir.

Bu durum beraberinde askerin içeride ve dışarıda siyasal iktidarın bir parçası gibi hareket etmesine yol açtığı gibi, belli dönemlerde siyasal alanı sınırlandırarak asıl aktörün kendisi olduğunu göstermesine de zemin hazırladı.

Yaşanan krizlerin parlamenter sistem içerisinde çözülememesi de askerin sözde bir 'kurtarıcı' olarak ortaya çıkarak krizleri çözme hakkını kendinde görmesine yol açtı. Sistemin yaşadığı krizlerin çözülememesi sistemi vesayet kesimlerinin müdahalesine açık hale getirdi. Nitekim Demirel'e göre parlamenter sistemin Türkiye'de yaşanan krizlerin çözümü için halka gitme imkânını verememesi birçok krizin ortaya çıkmasındaki ana dinamik oldu. Siyasetçilerin krizler karşısında halka gidememesi, başta asker olmak üzere farklı aktörlerin ortaya çıkarak sisteme müdahale etmesine yol açtı. Bu duruma mutlak bir çözümün getirilememesi nedeniyle tarihsel süreç içerisinde benzer krizlerin kendisini tekrarladığı görülmektedir.

#Parlamenter sistem
#Krizler
#Koalisyon hükümetleri
#Askeri vesayet
#Bürokratik oligarşi