O öyle bir dönemdi ki bırakın dernek, vakıf, omuz veren, dayanacağım kimse bile yoktu. Ne maddi ne manevi... Gerçi maddi destek veren olsa bile kabul etmezdim. Çünkü ben bunu emr-i bil maruf, nehy-i anil münker için yapıyordum. Hakikaten anlatılması çok zor.
Öyle bir inanarak harekete geçtim ki "Ben bu tabuları yıkacağım. Sonu idam da olsa, başıma ne gelirse gelsin yılmayacağım" diye... Şaşkınlık içindeydim, çünkü gerçekler açık açık konuşulmuyordu. Rahmetli Necip Fazıl Üstadımız, Allah ondan defalarca kez razı olsun, konferanslarına gider dinlerdik. Gençleri heyecanlandıracak dava aşkı ile coşturacak o kadar güzel bir ruhu var ki, zaten bende de o ruh var. Fakat baktım o ve daha onun gibi birçok ilim adamları konferanslar veriyor ama ameli mevzularda hiçbir kelime yok. Necip Fazıl hiç kimsenin yapamadığı bir şeyi yaptı. Fakat bu tesettür ve İslam'da kadının sosyal hayattaki yeri mevzuları hep muallakta. Kimse bahsetmiyor.
Kimse yerinden oynamıyor. Ben bu ruhumdaki infiali yazılarıma yansıtıyorum. "Neden, neden çıkıp konuşmuyorlar, neden anlatmıyorlar? Halkımızı böyle geleneksel İslam'la, cehaletleriyle başbaşa bırakıyorlar? Neden kadınlarımız aşağılık kompleksi içinde tesettürden bucak bucak kaçıyor?" Köydeki kadınlar, hizmetçiler, hademeler örtüyor diye.
O günleri yaşayan bir kişi olarak ben de inanamıyorum. Ama uydurma tarihlerle, birçok şeyi ters göstererek insanları kandırdılar. Biz de öyle yetiştik, sakallı bıyıklı hocalara müthiş kızardık 'gerici, yobaz' diye... Birçok gerçeği öğrendikten sonra "Madem gerçekler böyle, neden kitaplarda kalıyor? Okuyanlarda bir infial meydana gelip de ayaklanmıyorlar?" diyordum. İnanın bunu övünmek için söylemiyorum. O gün ben nasıl hayretler içinde kaldıysam, bugün siz de hayret içindesiniz. Onun için ihtiyaçlarına cevap veren, ayetlerle bilgilendiren biri olunca millet birdenbire bu kadar ayağa kalktı.
Her mevzuda ayetler ve hadislerle. Hatta tesettür ayetini her konferansımda sorardım. "Kur'an-ı Kerim'de örtünmeyle ilgili ayetler olduğunu biliyor musunuz?" diye. "Hayır bilmiyoruz" derlerdi. "Niçin örtünüyorsunuz o zaman?" İşte "gelenek görenek", "Allah'ın emri" diyorlardı. Allah'ın emrine başımız kurban ama emri bilmeyince sınırları nedir bilemeyiz. O zaman tesettürün manası bilinmezdi. Bu ayet-i kerimeleri her konferansta okurdum ve tekrarlatırdım. Nur Suresi 31. Ayet, Ahzab Suresi 59. Ayet. Meallerini okuyorum o muazzam kalabalığa ve 3 kere tekrarlatıyorum. Böylece ezberletiyorum.
İnanır mısınız ben oradan, şehir ya da kasaba, konferans verip çıkıyorum. Evime döndüğümde Allah'ım, ne mektuplar, ne haberler, telefonlar... "Şule Hanım sizin arkanızdan bütün o hanımlar öyle bir örtündüler ki, seller gibi genç kızlarımız ve hanımlarımız." diye. Dediğim gibi o aşağılık duygusunun içindeki o hal. Bu arada bana Diyanet'ten bir teklif geldi. "Size belge verelim camilerde Türkiye'nin her tarafında vazie olarak toplantılarınızı yapın" dediler. Kabul etmedim.
Çünkü camiye gelenler ancak yaşlı başlı hanımlar. Evde gelinleri kızları açık, çıplak. İmam vaazında biraz bahsetse 'kapanın' diye, söz de geçiremezler evde kızlarına, 'aman annee...' dedi mi geçer gider. Kızlar zaten gelmez 'camide ne işimiz var' diye.
İkisi de olabilir. Ben katiyyen kabul etmedim. Mescitler camiler, bizim için kutsal, şeref duyarım ama benim gayeme çok zıt. Camiye gelmeyenlere yöneliyorum ben.
Kendileri gibi genç bir kızın konferans verdiğini duyuyorlar. Başını da değişik bir şekilde örtmüş, şık giyinmiş. Ne dediğini merak ediyorlar. Nelerle karşılaşmadık ki, çok enteresan. "İslam'da kadının yeri ve mükellefiyetleri" diye bir konu... Duyanlar burun kıvırıyordu. Sonra bakıyorlar gelen bir yazar. Bir sinema salonunda konuşacak. İlgilerini çekiyordu. Konferans salonları o zaman yok. Bütün duvarlar çirkin afişlerle donanmış. Onların içinde ben ayet ve hadisler okuyarak İslami konferans veriyorum. Çoğu zaman ağlayarak okurdum. Öyle bir devrede bu icap ediyordu ve gücü veren o ilhamı da veren Allah. Hem kelamınız hem kaleminiz muvaffak olan bir durumunuz var. Ben bunu niye İslam'ın hizmetine vermeyeyim. Ve cesaretim de sonsuz.
Hayalim vardı ama olabileceğine ihtimal veremiyordum. Konferanslar başladıktan sonra ben 7 ay sonra cezaevine girdim. İnanılmaz, Türkiye 7 ayda nasıl bu hale gelebilir. Örtü yayıldı hem de 'Şulebaş'.
(Gülüyor) Evet. Zaten öyle diyorum. Mücrim ben. Hatta bazı fikir çatışmaları oldu televizyonda. Bir tanesi kalkıp "Bu belayı başımıza açan zaten Şule Yüksel Şenler"dir dedi. Konferanslarım başladığında o örtünme çığırında hep o üniversiteye giden kızlar örtündüler ama kapıya kadar. Kapıdan sonra başlarını açıp giriyorlardı. Onlara yalvarıyordum açmayın diye ikna edemiyordum.
İçlerinde en cesaretlisi Hatice Babacan çıktı. Ben şöyle bir tabir kullandım bile bile ama niyetimi Allah biliyor. İstanbul'da okuyan arkadaşlarımıza, "Başörtünüzle girin içeri, bu sizin hakkınızdır" diyordum. Çünkü mevzuatta kesinlikle tesettürle ilgili bir yasak yoktu. Sonradan eklediler. Kızların hiçbiri cesaret edemedi. "Sınıfta kalacağız. Notumuzu düşürecekler" diye kıyametler kopuyor. Hepsi sindirilmiş durumda. Ankara Dil Tarih'te verdiğim konferansta örtünmenin yaşlılara, cahillere mahsus olmadığını anlattıktan sonra tahsil hayatında da hiçbir manisi olmadığını söyledim. "İstanbul'daki arkadaşlarımız okula başörtüleriyle geliyorlar" dedim. O sözüm elastikiydi. Geliyorlar deyince sınıfa öyle giriyorlar anladılar. Zaten ben öyle anlaşılsın diye söyledim. Maya tuttu. Olan Hatice'ye oldu diyeceğim ama çok ecir aldı, oradan atıldı ama başka bir üniversiteden mezun oldu. Zaten onun atılmasıyla daha çok alevlendi mesele. İlk defa bugünkü gibi oturma eylemleri yapıldı. Erkek talebeler de üniversitenin bahçesinde uzun bir zaman oturma eylemi yaptılar aç susuz.
Rabbime o kadar şükür ediyorum ki, çünkü bu benden değil, her şeyi o verdi. Bu ihlası da o verdi. Benden sonra bir sürü tesettürlü genç kız çıktı konferanslara, bir iki konferans sonra kayboldular. Artık topluluğu temin edebilmek için yalana başvuruyorlardı Şule Yüksel Şenler geldi diye. İnsanlar gelip bir bakıyorlar ki başka biri. Tabi aldatılmış oluyorlar, bir üç beş bu sefer hiç itibar etmiyorlar.
Biz o zaman daha tesettürde değildik. Abim de çok üzülüyordu. Bediüzzaman'a bahsediyor. O da "Babana selam söyle. Anneni ve kızkardeşlerini de kendime kardeş kabul ettim" diyor. Çok şaşırıyor abim. Daha sonraki yıllarda ise Abdurrahman Tan abi hasta, medresenin üst katında. Onu ziyarete gittik annemle. Zübeyr abi de medresede orta katta oturuyordu. Biz oradan inerken o da çıkıyordu, karşılaştık. Hiç kadınlarla konuşmazdı. Bizi görünce dedi ki, "Üstad 'Türkiye'yi İstanbul'dan çıkacak bir hanım irşad edecek' diyor. Sizi görünce bunu söylemek istedim..." Onu duyunca nasıl oldum... Hakikaten Türkiye'de büyük bir şey oldu ama ben aciz bir vazifeliydim.
Maalesef. O günden bugüne öyle büyük bir dejenerasyon oldu ki insanlarda. Daha mükemmel, daha kaliteli olacağına aksine her şeyde gerilediler. Her şeyde tepkisiz kaldılar. O duygular kalmadı. Daha önce gençlerimiz Şule ablalarından kız isterlerdi. Neden? Çünkü "Biz ancak ona güveniriz, onun etrafındaki kızlarla evleniriz" diyorlardı. Çok gencin dünya evine girmesine sebep olduk, çok da mutlular. Ama şimdi tesettürlü mü tesettürsüz mü, tesettürlü ama onun vasfına konumuna bakmadan koluna takan yuvasını kuruyor. Sonra türlü türlü boşanmalar oluyor. Kalite her şeyde düştü.
Aslında olmaması lazım. Sayı da artsa her şey tekamül içindedir. Tekamül yükselişe doğru gidiş. Tedenni ise alçalışa geçiş. Biz tedenni ettik. Ama beni yaralayan çok üzen, evet bugün iftihar ediyorum, her yer tesettürlülerle dolu ama şuurlu olanları tenzih ediyorum sahnelere çıkıp göbek atan, dışarıda tuhaf kıyafetler giyip gezenler... Hele 'pardesü' denilen şey tamamen ortadan kalktı. Önceden yine tunik giyiliyordu, şimdi o kısala kısala ceket oldu şimdi o da çıktı. Tesettürün içi boşaltılmış. Tesettür 'setr'den geliyor. 'Örtmek' demek. İç kıyafetin üzerine dikkat çekemeyecek bir dış kıyafet. Çok dejenere olmuş durumlar olsa da ona da şükürler olsun. Belki öyle başlayıp daha sonra değişirler. Çünkü insan devreden devreye geçer. Hiç olmazsa kendi koruyor, İslami çevreden sayılıyor. Onlar da lazım. Olmasalar iyi ama... Herkes bir yerden yakalıyor.
Başka sebepler de var ama çokçası bu; tesettürün içinin boşaltılması. Öyle bir hale geldiler ki tam teşebbüs edilecek, bir emrivaki verildi, bir madde konuldu. Hep aynı mühim yerlerde odaklanmış malum güçlerin her türlü entrikayı göze alarak ve o nüfuzlarını kullanarak yaptıkları, ilk baştan itibaren kıyamete kadar devam edecek iman ve küfrün mücadelesi. Bu gibi haller tabii ki Müslümanları üzen şeyler ama mücadeleden hiç yılmadan asla dönüp, asıl olanı yaşayabilseydik, Rabbimiz kafirlere bu derece imkanlar vermezdi. Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.
Benim için hiçbir şey değişmedi. Mahkumiyetime sebep olan Cumhurbaşkanına hakaret kabul edilen yazı nedeniyle içerideyken abim bir özel sayı çıkartmış. "Ağlayın ey Müslüman kardeşlerim, Şule Yüksel hapse girdi" diye. Askeri idare bütün yurtta terör estiriyordu. Bu dergi de toplatıldı.
Müslümanlar yazana çizene konuşana tam güvenemiyorsa, sebebi konuştuklarıyla amelinin ters düşmesi. Şimdi ben kahramanca atıp tutacağım, "Bizi assalar da kesseler de bu yoldan dönmeyeceğiz ve hakkı bildirmeye devam edeceğiz" yazıp sonra da kaçacağım, olur mu? Beni kaçırmak için bakanların arabaları kapıma geldi. Nerelerde gizleyeceklerdi beni. "Şule Hanım nolur hapse girmeyin, biz sizi kaçıralım" dediler, kabul etmedim.
Evet çünkü İslami roman yoktu. Bir tek Hekimoğlu İsmail... 'Huzur Sokağı' 40 küsür sene hiç elden düşmüyor. Hiç reklamı yapılmıyor. Üstelik bu ilgi sadece İslami kesimden değil. Üniversite gençlerinin kollarının altında 'Huzur Sokağı'. Uzun saçlı küpeli çocukların ellerinde 'Huzur Sokağı'. Neyin nesi ben de anlamadım.
Aşk kavramının ötelenmesini doğru bulmuyorum. Fıtri olan bir şeyin ayıp gibi görülmesi yanlış. Hani aşk olup da İslam'a aykırı şeyler yaşanması gibi bir durum olsa ona ben de karşıyım. Kitapta sahile inen Bilal'in arkasından kendine aşık olan Feyza indiğinde onu azarlıyor. "Bir genç kız olarak bu saatte ne işin var?" diye... Ben bunları vermek istedim ama kitap filme çekilirken bozdular. Gezdiler, buluştular. Filmde dadı rolünde Şaziye Moral vardı. O benimle çok kavga etti. Başını yarım örtüyor. "Olmaz sen dadısın örnek olacaksın, tam ört" dediğimizde "Ay ne bu kadar böyle!" diyor. Başını kapatıyor, bu sefer makyaj yapıyor. Söylüyoruz 'olmaz' diye, kabul ettiremiyoruz. Kıyamet kopuyordu.
Aynı yazardım hiçbir şeyi değiştirmezdim.
O sıralarda İslami yayın yok. Bir tek Sönmez Neşriyat, bir de Hasan Basri Çantay'ın Kuran tefsiri, ilmihal gibi şeyler. Biz kaçak kitapları okuyarak birçok gerçeği derinlemesine öğrendik. Seyyid Kutup ve Muhammed Hamidullah'ın eserleri kaçak olarak girer bunları okurduk. Bir de Meryem Cemile'nin kitapları... Ben tesettüre girdim ama hala ojelerimi silip tırnaklarımı kesemiyorum. "Kızım günah" falan diyorlar ama nedenini açıklayan yok. Hepsinin açıklamasını onun kitabında buldum. Bir tırnağım kırılsa oturup ağlardım, elimi saklardım gözükmesin diye. O kitabı okuduktan sonra ağlaya ağlaya ojeleri sildim tırnaklarımı kestim.