Düşünce hayatımızın Osmanlı'dan bu yana iktidara göre şekillendiğini söyleyen Doç. Dr. İsmail Kıllıoğlu, “Bilim adamına, düşünüre, sanatçıya özerklik tanımıyorsanız, ondan kendini iktidara göre tanımlamasını istiyorsanız yeni bir şey bekleyemezsiniz. Müslüman aydın bunu tartışmalı”diyor.
60'lı yıllarda Türkiye'de düşünce bakımından bir mücadele, sağ sol ayrımı söz konusuydu. Sağ yahut milliyetçi olarak anılan kesim, içinde muhafazakarlık ve İslam kavramlarını barındırıyordu ancak çok fazla öne çıkartılmaması gereken bir unsurdu. O dönem yetişen gençlerde 80'li yıllardan sonra epeyce tavsamış olan idealist insan tipi, fedakar olma, inandığı ya da amaçladığı değer uğrunda kendini feda etme duygusu daha baskındı. Okuduğumuz kaynaklar bunu önemli ölçüde besledi. Ancak Maraş'ta bizzat Diriliş Dergisi'nin içinde bulunan insanlar orada bir takım kelimeler kullanıldığında dergiye şüpheyle yaklaşıyorlardı.
Çünkü bir düşünce hareketliliği vardı ama içi tam doldurulmamıştı. Daha çok duygusal düzeydeydi bu hareket. Fikri bakımdan fazla bir çeşitliliği yoktu. Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Hareket Dergisi gibi dergiler daha çok bu işlevi görüyordu ama onların da etki alanı sınırlıydı. Daha çok duyguya hitap eden, sansasyonel diyebileceğimiz dergiler ön plandaydı. Ama bunlar insanları bir yere kadar getiriyordu. Daha ileri noktaya taşıyamıyorlardı. Bu noktada Diriliş ve Sezai Bey'in yapmış olduğu çıkış, bugünleri hazırlama bakımından, Türkiye'nin öteden beri gelen düşünce eksikliğinin nasıl giderileceğini işaret etti.
Önemli gelişme oldu inkar etmemek gerek fakat giderilemedi. Bizde ne yazık ki Osmanlı döneminden sürüp gelen bir düşünce tarihi yazılmış değil. Tarih var ama onun da kendi içinde tartışılması gerek. 60'lı yıllardaki hasbi olabilme, kendini feda etme gibi önemli hususlar bugün için geri plana atılmış. Üzerinde ciddiyetle durulduğunu söyleyemeyiz. Bu önemli bir eksik. Ayrıca sahip olunan imkanın bu ruh eksikliği dolayısıyla yerli yerinde kullanılamaması gibi bir durumla da karşılaşıyoruz. Düşünce bakımından olması gereken yerde miyiz bundan kuşkuluyum.
Biraz kendimizi rahat hissetme psikolojisine yönlendirdik. İyi kötü işimiz var, rahatız. Bununla yetinelim dedik. Soru sorma, araştırma ruhunu kaybettik. Bunu yapacak olan temelde aydındır. Cumhuriyet döneminde aydın tipi olarak Necip Fazıl'ın üzerinde durulması gerekir. Aydın devamlı sorgulayan insandır. Sokrates, 'Biz toplumun at sineğiyiz' der. Sinek ata musallat olmazsa at uyur, kurt onu parçalar. Aydın bu tip olmalı. Peygamberimiz de 'İçinizde bir grup uyarıcı olsun' der.
Türkiye'de o dönemlerde özellikle 60'lı yıllardan sonra sol, düşünce, sanat, edebiyat alanında ön saftaydı. Kendisini kaide olarak görüyordu, ki öyleydi. Sağ daha çok savunma konumundaydı. Öyle bir refleks geliştirmişti. Dolayısıyla bir muhalif ruh onun asli kişiliği gibi yerleşti. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç düşüncesinin muhalif ruhun yıkılmasında önemli etkisi oldu. Türkiye'de öteden beri özellikle düşünce hayatı adeta belirgin bir gelenek gibi hep iktidara göre şekillenegelmiştir. Bu sadece Cumhuriyet dönemine has bir şey değil. Osmanlı'da da böyle, hatta daha da geri gidilebilir. Müslüman aydın bunu tartışmak durumunda.
Evet. Dar alana sıkışıyor. Aydın kavramı içinde bilimi, düşünceyi, sanatı konumlandırmamız gerekiyor. Bilim adamına, düşünüre, sanatçıya özel bir özgürlük alanı, özerklik tanımıyorsanız, ondan kendini iktidara göre tanımlamasını istiyorsanız yeni bir şey beklememeniz gerekir. Osmanlı'da niçin hep aruz egemen olmuştur. Aruz nihayetinde bir tür, bir biçim, bir üslup. Oysa Karacaoğlan da var, Emrah da var. Serbest şiir geldiğinde zihni bakımdan daha farklı bir üretime yönelebilirdi.
O zaman şu iddianın temeli kalmaz; İslam aynı zamanda bir uygarlıktır. Uygarlıksa, uygarlık eşittir iktidar mıdır? Buna indirgersek sadece siyasi bir mücadele haline dönüşür. Peygamberimizin tebliğinin amacı iktidar olmak mıydı? Peygamberin devlet adamlığı gibi bir ünvanla nitelendirilmesi ne kadar doğru? Allah bize yeryüzünde iktidar olun hedefi mi vermiş. İktidarda olmasanız dahi kültür düşünce bakımından varlığınızı sürdürebilirsiniz.
Kendi kavramlarımızdan koptuk demek aşırı bir yargı olur. Çünkü bizim kavramlarımız hayatın her alanında geçerli ama elbette zamanla hayatın akışı içinde bir takım farklılıklar çıkar. Onları da ifade etmek için yeni kavramlara simgelere başvurmamız gerekir. Düşünce bakımından Batı 17.- 18. yüzyıldan bu yana hakim oldukları için kendi düşünce ve kavramlarını başka kültürlere, uygarlıklara aktarıyor empoze ediyor. Bu noktada Batı'daki gelişmelere paralel olarak yeni kavramlar üretmemiz gerekirdi. Çünkü düşüncenin yenilenmesi ancak yeni kavramlarla olur. Eski biçimle yeni özü ifade edemezsiniz. Bu yenilemeyi tam yapamadık.
Bir defa sanat edebiyat alanında belli bir seviyede adım atıldı. Özellikle 50'li yıllardan sonra düşünce bakımından bir farklılaşmayı ele alırsak Sezai Karakoç şiiri Cumhuriyet döneminin şiir serüvenini açıklarken bir tarafa atamayacağınız bir olgudur. Onun arkasından Cahit Zarifoğlu şiiri geliyor. Onun yanında Erdem Beyazıt şiiri. Biz Erdem Beyazıt şiirini sadece duygu bağlamında ele alıyoruz. Halbuki başka şeyler de söylüyor. Osman Sarı önemli bir şiir damarını yakalamıştır. Arif Ay şiiri kendi içinde arayışı olan bir şiirdir. Bunların, sanat ve edebiyatın, bilimle, düşünceyle buluşturulması harmanlanması gerekiyordu.
Ben 85 yılından beri yüksek lisans yapmak isteyen öğrencilere İslami Türk Edebiyatı için tez konusu olarak bu isimleri, bu isimlerin eserlerini tavsiye ediyorum. Bunların bilim yönüyle ele alınıp incelenmesi gerekirdi. Sanat edebiyat noktasında önerilen bir takım kavramlar simgeler, bilgi ve düşünce bakımından göz önüne alınmıyor. Bir kopukluk söz konusu. Dolayısıyla kavram üretemiyoruz. Her kültürde zaten bir etki ve etkileşim olur. Önemli olan bu etkileşmeden kendi kişiliğinizi geliştirebilmektir.
Maraş'ta Ahırdağı'ndan yani kuzeyden şiddetli bir rüzgar eser, poyraz. Ama Maraş'ta özel bir ismi vardır. Hacı Poyraz. O çok sert ve kuru olur. Hacı Poyraz'dan dolayı (gülüyor) Aslında bu 50'li 60'lı yıllardan sonra Maraş'ta yetişenler sanat, edebiyat alanında biraz daha faaliyet içinde oldular. Maraş kültürü içinde sanat ve edebiyata geniş yer verilir ama bu sözlü olarak devam edip gelir.
Babam özel hocadan ders almış. Bulunduğumuz köyün kurucusu büyük dedem. Türkmen kökenli aşiret olduğu için okuma yazma geleneği vardı. Tarih-i Cevdet'i Osmanlıca'sından okurlardı. Ben ilkokul 4 - 5. sınıflardayken toplanan büyükler kitap okurlardı. Eba Müslim Horasani'nin kitabını da bana okuturlardı. Yazma hadisesi ise İmam Hatip 5. sınıfta dışarıdaki okullardan gelen, köy enstitüsü kökenli bir edebiyat hocasının verdiği ödevle başladı. Lise 2. sınıfta benden üst sınıftaki bir arkadaşımla Gonca Dergisi'ni çıkarttık. Bizden bir üst sınıftaki Ahmet Taşgetiren, Vehbi Vakkasoğlu'ndan zorla yazı aldık. Osman Sarı sınıf arkadaşımdı. Böylece kendimizi sanat edebiyatın içinde bulduk. Türkiye'deki dergiler, kitaplar hep birinci derecede zamanımı verdiğim alan oldu.
Gonca Dergisi'ni çıkardığımız sırada Nuri Pakdil'le mektuplaştık. Üniversite sınavına girdikten sonra Nuri Abi bizi Ankara'ya çağırdı. Tanıştık. Benim düşüncem edebiyat ya da felsefeye gitmekti. Osman Sarı'yla aynı şekilde düşünüyorduk. O sıra Edebiyat Dergisi'nin ön hazırlığını yapıyorlarmış. O zaman ön kayıtla öğrenci alınıyordu. İstediğimiz her bölüm tutuyordu. Bir akşam Nuri Abi, o sıralarda kahvelerde buluşuyorduk, “Arkadaşlarla istişare ettik. Sizin Ankara'da kalıp hukuka kaydolmanız daha uygun olacak. O bölümde çalışma bakımından daha geniş imkan var” dedi. Kendisi de İstanbul Hukuk mezunu. Benim kafamda hukuk diye bir nosyon yoktu. Doğrusu baya bir şaşkınlık yaşadım. Ankara Hukuk'a kaydolduk. 2 -3. sınıfa kadar kendimle sürekli çatıştım. Daha sonra hukukun başka özelliklerini de değerlendirmeye başladık.
Felsefe üzerinde de edebiyatla birlikte epey okumalarımız devam etmişti. Lise sonda okuduğumuz sırada rahmetli Alaaddin Özdenören de felsefe dersimize geliyordu.
Tabi. Hukuk 3 temel bilimden biridir. Hukuk, tıp, ilahiyat, buna bir de mimari eklenir. Hukuk'ta hem insan, hem toplum, hem de olayları değerlendirmede sağlam bir muhakeme yöntemi vardır. Hukuk hem sanata hem düşünceye kapı aralayan bir şeydir. Bu malesef Türkiye'de hukuk fakültelerinde çok gerçekleşmiyor. Ben hukuk felsefesi alanında yaptım doktoramı. Üzerinde fazla durulmamış bir konuydu Ahlak- hukuk İlişkisi. Hukuk birçok şey kazandırdı ama hukuku sadece kanunların uygulanması şeklinde ele alırsanız çok dar ufuklu bir insan haline dönüşmeniz de mümkündür. O bakımdan mutlaka hukukun diğer bilim dallarıyla ilişkisi sürekli kurulmalı kollanmalı ve geliştirilmelidir. Yoksa hukuk kendi içinde çıkış yolu bulamaz. Yozlaşmaya müsait bir yapısı da vardır.
Bu konuyu çok ihtiyatla değerlendirmek gerek. Ben en azından Müslüman toplumların kendi hak ve özgürlüklerini, varlıklarını ifade etmeleri gerektiğinin şart olduğunu düşünüyorum. Arap Baharı'na öncelikli olarak bu anlamı yüklemeliyiz. Düşünün ki Libya'da Kaddafi 1969'da ihtilal yaptı. O tarihten bu zaman kadar bir insan her gün başınızda. Her gün aynı sokaktan geçip, aynı şeyleri görseniz bu sizin psikolojinizi nasıl etkiler? Suriye öyle, Irak keza öyle. Suriye'de kaç şair yetişmiş bu dönemde?
Olabilir tabi. Problem şu. Dışımızdaki güçler şunları yapar, şunları yapar diyoruz. Elbette yapar. Adam olalım biz de yapalım!
Demokrasiye yüklediğimiz anlam, hak ve özgürlüğü, insanın kendisini ifade etmesi imkanını bize veriyor mu ona bakmak lazım. İran devrimini hakkında ilk yazıları ben yazdım ama şimdi İran'da insanların kıyafetine müdahale ediliyor mu edilmiyor mu? Şimdi biz İslam'dan böyle bir hüküm nasıl çıkartacağız? İnsanın özerkliğinden nasıl bahsedeceğiz. İnsanın yeryüzündeki halifesi olduğuna nasıl bir anlam yükleyeceğiz. Eşya konumuna düşürmüş oluyoruz insanı. Burada bir problem olması gerekir. Ben öğrencilik dönemimde olaylara mesafeli durdum. Yapı olarak yatkın değilim. Ama imkanım olsa Tahrir Meydanı'nda ben de bağırmak isterdim. Kaddafi'ye karşı ben de mücadele etmek isterdim. Bu liderler yıllardır orada. İçinde yaşadıkları toplumun hayatında biraz iyileştirme noktasında, kendisini daha iyi ifade etme için bir imkan verse ona ne zararı var? Ama iktidarı esas aldığında bu imkanı vermez. Müslüman aydının elbette haksızlık olduğunda karşı koyma inancının gereğidir. Müslüman aydın isyankar, başkaldıran kişi olmalıdır. Kendimizi sürekli muhasebe ve murakebe ediyoruz. Nefsin tezkiyesi söz konusudur. Bu yerine göre kendine başkaldırmadır. Kendine başkaldırmazsan olgun bir Müslüman Cenab-ı Hakk'ın istediği bir Müslüman olamazsın.
Biz anayasa kavramını medeni kanun, ticaret kanunu gibi düşünüyoruz oysa anayasanın farklı bir anlamı var. Bugün eğitim dili tartışılıyorsa bir defa anayasa olgusunun tarihi köklerini yerli yerine oturtmamışız demektir. En basitinden bu konuda bilgi eksikliği var demektir. Bir defa bir kültürün, bir uygarlığın ortak bir dili, ortak bir duygusu, inancı, düşüncesi, ortak değerleri yoksa daha henüz oluşmamış demektir. Hak ve özgürlük kavrayışını o kadar sakil bir alanda uygulamaya çalışıyoruz ki bu bir sürü problem çıkaracak. Irklar, kökenler anayasa sorunu değildir. Doğal olan bir şeydir. Doğa ile ilgili düzenlemeler yaparsınız o ayrı bir şey. Ama doğa olayını hukukun konusu haline dönüştürdüğünüzde o ayrı bir mantık olur. Anayasada bireye, topluma, düşüncenin, kültürün, inancın, uygarlığın, bilimin gelişmesi için özerk alanları çok soyut kurallarla sağlayabilirsiniz.