1980 darbesi sonrası gazeteler kapanınca Mavera'da fikri bazda siyasi mesajlarını arttırdıklarını anlatan yazar Rasim Özdenören, “İslam'ı terennüm etmek istiyorduk. Bunun hem edebiyata yansıması, hem de edebiyatın bir iç meselesi olarak İslami edebiyat tartışmalarını getirdik o dönemde. Bu İslam'ı anlatabilmemizin bir enstrümanıydı” diyor.
Biz Mavera Dergisi'ne 3- 5 kişi bir araya gelip “Hadi dergi çıkaralım” diye başlamadık. Bize Maraş'tan, Malatya'dan, Yozgat'tan, Eskişehir'den, Adana'dan, İzmir'den, Kayseri'den, Konya'dan… tanıdık tanımadık bir sürü yerden mektuplar geliyordu. Ankara'ya gelenler bizi buluyor “Bir dergi talebi var. Bunu da sizin çıkartabileceğiniz düşünülüyor. Neden çıkartmıyorsunuz” diye soruyorlardı. Bu aylarca devam etti. Bir gün kendi aramızda “Hakikaten neden çıkartmıyoruz” sorusunu sorduk. Ben de “Çıkartalım ama paramız yok. Memuruz, evliyiz, çoluk çocuğumuz var. Cep harçlığıyla çıkarmak amatörce olur, beklentiyi karşılamaz. Fiyaskoyla neticelenebilir. Mekanımız da yok. Ev ortamında da çok amatörce bir şey olur.” dedim. Cahit bir gün “Ben büro buldum” dedi. O büroyu kullandık ve dergi öylece çıkmaya başladı.
Bir defa o derginin etrafında toplanmış olan arkadaşlar birbirlerine hem sevgiyle hem saygıyla bağlanmışlardı, kendi aralarında mahrem ilişkileri vardı: şakalaşmaları, gülüşmeleri… Tabiî her şey güllük gülistanlık gitmiyordu. Baştan itibaren dergi Cahit'le benim üzerime kalmıştı. Zaman zaman bunaldığımız olurdu. Cahit derdi ki “Artık usandım dergiyi kapatalım”. Teklif ondan geldiği zaman ben karşı çıkardım. Bazen ben bunalırdım “Ben bu işte yokum” derdim. Cahit beni önlerdi.
Diğer arkadaşlar sanki devlet cebriyle yazarlardı. Akif'e yazılar sipariş ederdim. O eski edebiyatta iyiydi, yorumlama yeteneği de vardı. Rahmetli yazıya çok titizlenirdi. Birkaç defa öyle zorla yazı aldık, onun dışında fazla yazmadı. Erdem aynı şekilde... Muhteviyat, editörlük benim üzerimde, kâğıt, matbaa gibi teknik kısımlar Cahit'in üzerindeydi. Ben onun matbaa gibi işlerle ilgilenebileceğini hiç düşünmemiştim ama çok da zevk duyarak, canla başla o işleri yaptı. Erdem Ankara'ya geldikten sonra fiilen yazı işleri müdürlüğünü ve muhasebe işlerini yaptı. Sonra itirazlarıma rağmen dergi anonim şirkete dönüştürüldü ve şirketin yürütülmesi işi de Erdem'e yüklendi. Ama Erdem, bey ailesinden gelen biri olduğu için parayla pulla ilgilenmek istemezdi. Borcunu ödemek ister fakat alacağını isteyemezdi. Bu yüzden çok zorlandı. Alacakları toplamaya, hatırlatmaya ar ederdi.
Durum, Mavera Dergisi'nin çıktığı konjonktürle de ilgili. Bir defa biz hem edebiyatla, hem edebiyatın fikriyatıyla, hem de politikayla ilişkimizi hiç kesmedik. Dergi 1976 Aralık ayında çıkmaya başlamıştı. O tarihte edebiyat dergisi yoktu, biz o boşluğu doldurduk. Edebiyat, Büyük Doğu, Diriliş tatildeydi. Biz çıktıktan bir süre sonra yeniden yayınlanmaya başladılar.
O süreçte biz Türkiye ve dünya çapında bir yer edinmiştik.
Mübalağa etmiyorum. Cahit'in Japonya'dan ABD'ye kadar yazışmadığı yer yoktu. Halk kütüphaneleri, üniversite kütüphanelerine dergiyi gönderir, iletişim kurardı. Hem ABD, hem Avrupa ve Asya'nın muhtelif ülkelerinde, Suriye, Suudi Arabistan, İran'la iletişimimiz vardı. Bizim İran'la yazışmamızın politik bir yanı yoktu. Edebiyat bazında iletişim kuruyorduk.
Ancak İran'da inkılâp olduktan sonra takibat altına alındığımızı sonradan öğrendik. 80 ihtilali sonrası gazeteler kapandı. Dergi aylık olmasına rağmen siyasî mesajını arttırmaya çalıştık ama yine fikrî temelde. İslam'ı terennüm etmek istiyorduk elimizden geldiği kadar. Bunun hem edebiyata yansımasını sağlamak istedik, hem de edebiyatın bir iç meselesi olarak İslamî edebiyat tartışmalarını getirdik o dönemde. Bir Müslüman'ın edebiyatı nasıl olmalıdır sorusunu sorduk. Bu soru gerek yazı gerek sözel düzlemde bir hayli rağbet gördü ve tartışıldı.
O daha önceki dönemdi, ama ondan sonra da onun uzantıları oldu. İslam tiyatrosu olup olmamasını şu bağlamda anlatıyorduk. İlk gençlik dönemimiz Maraş'ta geçti. Tiyatro yoktu, ama Ankara ve İstanbul'daki gerek özel tiyatrolar gerekse devlet tiyatrolarıyla ilgili haberleri gazetelerden dergilerden alırdık. O zaman İslami bir tavrımız da yoktu. Tiyatroyu hayatın vazgeçilmez sanatlarından birisi diye kabul ediyorduk. Fakat olaya İslami bilinçle bakmaya başladıktan sonra “Acaba Müslümanların tiyatrosu nasıl olmalı?” sorusu karşımıza çıktı.
Problem kadınlar ve erkeklerin sahnede beraber rol almalarıydı. Kadının sesinin sahnede duyulmasının hükmü neydi? Kimileri doğru değil diyordu, dolayısıyla bu kısıtlamalarla karşı karşıya gelince bu sorunun cevabını aramak gerekti. Osmanlı'ya baktık. Zenne tipini icat etmiş. Kadın rolünü üstlenen, kadın kıyafeti giymiş erkekler. Bence bu daha çirkin bir şey.
Acaba oyunlar kadınsız olabilir mi, sahneye kadın çıkmaksızın onlar sahnede varmış gibi oynanabilir mi? Fakat bu da tükenecek ve sıkıntı verecek bir şey. Hayatın içinde kadın varsa sahnede de olacaktır kaçınılmaz olarak. En sonunda vardığımız neticede “Tiyatro Allah'ın emri değil, nasıl resim yapmıyor isek tiyatro da olmasın” dedik.
Bunların iki türlü fonksiyonu vardı. İslam'ı anlatabilmemizin bir enstrümanıydı. Dolayısıyla seçimlerine saygı duymakla birlikte, gündelik hayatında İslam'la bir nispetini görmediğimiz, kendisine Müslüman demekle beraber bunu henüz içselleştirmemiş olan kişilere bu tebliğin ulaşması gerektiğini düşünüyorduk. Bu enstrümanları kullanarak: “Madem sen kendini Müslüman kabul ediyorsun o halde İslam'ı böyle içselleştir. Bilmeksizin değil. Sana seküler ağızların öğrettiği İslam'ı değil. Kendi kaynaklarından ne tebliğ ediliyorsa o İslam'ı benimse.” demek istedik. İkincisi, diyelim ki, herkes İslam'ı kabul etti. Ondan sonrasında ne olacak? İslam'ın kurallarıyla yönetilen bir toplumda yaşarsak bu toplumda edebiyat olacak mı, olacaksa nelerle meşgul olmalı gibi bir yönü vardı.
Bu isimlerini andıklarımıza dergi olarak da bakabiliriz, bir sanat ve düşünce akımı olarak da bakabiliriz. Biz, Alaeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Diriliş Dergisi'ni tanımadan önce de öyküler, şiirler, yazılar yazıyorduk. Ama Diriliş Dergisi'yle, özelde ise Sezai Karakoç'la tanışmamız bizim İslam'ı tanımamızın yolunu açtı. Diriliş, dergi olarak kendisinin selefi olan Büyük Doğu'nun yöntemlerini uyguladı büyük ölçüde.
Büyük Doğu kişiye, Necip Fazıl'a bağlı olarak sürdürüyordu yayınını. Diriliş de Sezai Karakoç'a bağlı olarak çıktı. Edebiyat Dergisi de büyük ölçüde Nuri Pakdil'e bağlı olarak çıktı. Biz Mavera Dergisi'ne başladığımızda büyük ölçüde bu deneyimlerle işe başladık. Bu dergiler kağıt alacak parası yoksa çıkmıyordu ya da yazıyı hazırlayacak kişi yazıyı hazırlayamadıysa çıkmıyordu. Biz bunu böyle yapmayalım, kişilere bağlı olmasın, hatta biz dergiyi çıkartanlar olarak dışarıda kalalım, sadece yazar olarak görünelim dedik.
Derginin teknik kısmıyla başkaları ilgilensin, bizden de yazı istesin dedik. Ne ölçüde başardık bilmiyorum ama dergi çıktığı sürece her defasında vaktinde çıktı, teklemedi. Muhteva olarak da edebiyatla fikriyatı elimizden geldiğince mezcetmeye çalıştık. Başa şiir, orta kısma denemeler, sonra öykü, en sonra da çeşitleme başlığı ile serbest sayfalar açmıştık. Orada
haberler, yorumlar yapıyorduk. Sonra Cahit'e okur mektuplarını yazması için sayfa verdik, o da başarıyla gerçekleştirdi. Fikriyat olarak hep Büyük Doğu çizgisinde kaldık fakat bu demek değil ki Necip Fazıl'ı ya da Sezai Karakoç'u elifi elifine benimsedik. O çizgide olmakla birlikte biz kendi yorumumuzu geliştirdik.
Bugün yazan arkadaşların Mavera'yla doğrudan ya da dolaylı ilişkisi olmayan hemen hemen yok gibidir. Mavera kapandıktan sonra çıkan yazarları söylemiyorum ama belli bir yaş düzeyindeki yazarların Mavera'dan yolu geçmişliği vardır.
Necip Fazıl'ın böyle bir derdi yoktu. Olması da gerekmiyordu. 1930'lu yıllarda 16-17 sayı Ağaç Dergisi'ni çıkardı. O dergide zaten gazetelerde, dergilerde yazan isimlere yer verdi. Büyük Doğu 1943'te yayınlanmaya başladı. Ara ara yayınlanıyordu ve onun bir yazar kadrosu yetiştireyim kaygısı yoktu. Onun kaygısı İslam fikriyatını yaymaktı. Bunun için kimlerden istifade edebilecekse onların hepsine müracaat etti. Kendisiyle birlikte olanların yazılarını yayınladı hatta kendisi onların yazıları üzerinde büyük ölçüde tasarruf da yaptı değiştirip düzelterek.
Sezai Karakoç'un kadro kaygısı vardı fakat kendisinin ifadesi, bizim için “Ben sizinle tanıştığımda sizi kendimle denk görüyordum.” diyordu. Bu cümlenin iltifat olduğunu elbette biliyorduk. Onun bir nesil yetiştirme gayreti vardı fakat illa ki bir yazarçizer kadrosu olsun demiyordu. Diriliş fikriyatında, bu fikriyata kendisini adamış, bağlanmış, “Dirilişin erleri,
erenleri, pirleri” dediği bir nesil. Edebiyat Dergisi'nin böyle bir kaygısı oldu. Orada baştan beri birbirini tanıyan birbirini kabul etmiş dört arkadaş; Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Akif İnan ve fakir vardı. Dışarıdan yazı kabul etmemize gerek yoktu. Gene de belli bir anlayışı yansıtan bir yazar, şair kuşağının yetişmesinde Edebiyat ciddi bir zemin oluşturdu. Nuri Pakdil'in derginin çıkartılması ve çevre koşullarını oluşturma yönünden olağanüstü çabası her zaman saygıyla anılmalıdır.
Mavera Dergisi bir bakıma doğrudan yazarlara ortam hazırlama kaygısıyla yola çıktı. Derginin yönünü, arkadaşlarla da istişare ederek, ben tayin ediyordum. Şunu söylüyorduk “Bize öykülerinizi, denemelerinizi, şiirlerinizi gönderin fakat ne kadar kaliteli olursa olsun devamı gelmedikçe yayınlamayacağız. Yayınlanmadı diye karamsarlığa kapılmayın. Biz dergimizi Varlık, Türk Dili, Yedi Tepe gibi şairler ve yazarlar mezarlığı haline getirmek istemiyoruz. Bize en az 5- 10 tane şiirinizi yazınızı gönderin, çalışmalarınız birikince tamamını yayınlayacağız dedik ve yıllarca da bunu sürdürdük. Akif İnan'ın, Alaeddin'in bile, diğerlerine örnek olsun diye, şiirlerini biriktirip bir arada yayınladık.
Yeni Devir Gazetesi'nde de yazıyorduk. Mavera çıkalı 4-5 ay olmuştu ki talep geldi. Uzun süre yazı yazdık. Benim, Akif'in, Alaaddin'in köşesi vardı. Cahit daha sonra Milli Gazetede yazmaya başladı. Orada günlük yazı yazmamız yazı tecrübemizi gazeteden dergiye, dergiden gazeteye aktarmamızın yolunu açtı. 80'den sonra gazeteler kapanınca derginin siyasi söylemine ağırlık verdik. Özel sayılar çıkarmaya başladık. İletişimle, tasavvufla, öyküyle ilgili... En önemlisi Cahit'in teşebbüsüyle Afganistan'a Türkiye'den onca para sıkıntımıza rağmen bir ekip gönderdik.
Afganistan'da Rus işgali vardı. Türkiye'deki gazetelere Afganistan haberleri TAS, Reuter ya da AP vb. ajanslar aracılığıyla geliyordu. Rusya işgal etmiş, kendi haber ajansıyla haber gönderiyor ama bütün anlı şanlı boyalı gazetelerin haber kaynakları bu. Dedik ki “Biz bununla yetinemeyelim. eleman gönderelim.”
Cahit Tofaş'la irtibata geçeyim dedi. O tarihte Şahin yeni çıkmıştı ve aramızda sadece Cahit'in sürücü ehliyeti vardı. Cahit, “Ben onlara bir teklifle gideyim. Bize bir Şahin tahsis etsinler. Masrafları bize ait. İpek Yolu'ndan Afganistan'a kadar gideceğiz. Bu arabanın dağlara nasıl tırmandığının filmlerini çekeceğiz diyeyim” dedi. Yazıştı, projesini kabul ettirdi. O arabayla Erdem Bayazıt, Ahmet Bayazıt, Şenol Demiröz, Halil İbrahim Sarıoğlu, Tuncay Öztürk, Yücel Çakmaklı, TRT'den bir kameraman arkadaş ekip olarak gitti. Erdem'in oradaki yazılarını önce dergide, sonra kitap olarak yayınladık İpek Yolu'ndan Afganistan'a adıyla.Bizden sonra büyük sermaye gazeteleri muhabir göndermeyi akıl ettiler.
Erdem bey Hikmetyar, Burhanettin Rabbani ile görüşme fırsatı buldu. O tarihte bu görüşme çok önemliydi. Onların hareketin lideriydi ve Batılı gazetecilerle görüşmeyi kabul etmiyorlardı. İlk defa Türkiye'den bir yazarla görüşmeyi kabul ettiler. Daha sonra Hikmetyar'ın, Burhanettin Rabbani'nin temsilcilerini Mavera'nın bürosunda misafir ettik. Haftalarca orada veya otellerde, öğrenci yurtlarında yatıp kalkmalarını sağlamaya çalıştık. Gönüllü olarak onlara konsolosluk hizmeti gördük ama bir büro açtıramadık, ona cesaret edemedi hükümet. Cahil cesur olur hesabı, aklımıza o tür şeyler gelmiyordu ama meğer biz de takip ediliyormuşuz. Takibat altına almışlar. Bizim kapımız açık olduğu için hem evin, hem Mavera'nın bir sürü tanıdığımız tanımadığımız adamlar gelip gitmeye başladı. Hiç birimiz de kuşkulanmadık. İspiyoncularmış. Neyse ki iyi niyetle davrandığımız için başımız belaya girmedi. Erdem uzun süre mahkemeye celbedildi, birkaç yıl mahkeme kapılarını aşındırdı, sonunda beraat etti. Bir defasında biri beni sorgulamaya kalktı “Ne yapıyorsunuz? Kimlerle görüşüyorsunuz?” kabilinden. Tanımadığım biri. “Kimlerle görüşeceğiz ki. Bunları neden merak ediyorsun sen?” dedim. Sonradan farkına varıyoruz, istihbaratın elemanları.
DÜZELTME
Prof. Ahmet Ağırakça, geçtiğimiz hafta yayınladığımız röportajının başlığında yer alan 'dersane' ibaresini kullanmadığını 'eğitim kurumu' dediğini söyledi. Ağırakça, kendisi için dershane ve eğitim kurumlarının niteliğinin çok farklı olduğunu ifade etti. Düzeltir, özür dileriz.