Prof. Mehmet Akif Aydın, cumhuriyetle birlikte din faktörünün ve dinî ahlakın ikinci plana itildiğini, yerine felsefi ya da laik ahlak da kurulmadığını söylüyor. Aydın, "İnsanların yanlış yapmasını başka şekilde önleyemezsiniz. Şimdi binalar çökünce 'Neden çöküyor' diye soruyoruz” diyor.
Birkaç kaynaktan besleniyoruz. Millet olarak tarihten getirdiğimiz kültürel bir birikimimiz var. En önemli özelliğimiz devlet yönetme geleneğimiz. Tarihte bizim kadar çok ve farklı coğrafyalarda devlet kurmuş millet yok. Anadolu'da, Orta Asya'da, Orta Doğu'da... Bu son derece önemli. Farklı coğrafyalarda, farklı insanları yönetmek bize farklılıklara karşı daha müsamahalı bir yapı kazandırmış. Bugün Türkiye'de ciddi bir Kürt problemi var. Ancak bu halkımıza intikal etmiş bir problem değil. Bu kanayan bir yara. Sürekli de kaşınmasına rağmen büyümüyor.
Halkımızın tarihimizden miras olarak getirdiğimiz farklılığa tahammül alışkanlığı ve inançlarımızdan gelen, etnik yapıyı değil belli bir inanca sahip olmayı ilk plana koyması. Bizim İslam dininden gelen bir tarihi birikimimiz ve Türk devlet geleneğinden gelen bir tarihi mirasımız var. Çok katı bir muhafazakarlığımız yok. Yapımız farklı kültürlerden pay almaya, kendi rengimize katarak kullanmaya müsait. İçinde bulunduğumuz coğrafya zaten Doğu birikimiyle Batı birikimini kendi içinde harmanlayan bir coğrafya. Kültürel genlerimizde bu harmanlamayı görmek mümkün.
İmparatorluklarda birlikte yaşama kültürü çok daha kuvvetlidir. Bu biraz da alışkanlıktır. Cumhuriyet bir ulus devlet kurdu. Ulus devletler tabiatı gereği çeşitliliğe karşı olan devletlerdir. Biz Osmanlı dönemindeki kadar çeşitliliğe tahammüllü değiliz ancak o çeşitliliği veya birlikte yaşama kültürünü bütünüyle kaybetmiş de değiliz. Bir de şu var: İmparatorluk yıkıldığı zaman çok farklı coğrafyalardan farklı unsurlar geldi. Biz bunları çok güzel bir şekilde harmanladık. Batıdan; Boşnaklar, Pomaklar, Arnavutlar, Doğu'dan; Çerkesler, Gürcüler, Abazalar geldi. Kürtler ve Araplar da var. Bunların hepsi Müslüman. Bir çeşitlilik var ama imparatorluktaki gibi değil.
Evet. Ulusçuluğu çok vurgularsanız başka hassasiyetleri uyandırmış olursunuz. Bu bakımdan ulus devletlerde hakim unsurların çok fazla milliyetçilik yapmaları doğru değildir. Bunu yaptığınız zaman başka hassasiyetleri kaşımış olursunuz. Bir de tabiatıyla temel hak ve özgürlükler konusunda bütün vatandaşlarınızın renkliliğini, çeşitliliğini, kültürel yapılarını koruyacak imkanlar sunmanız gerekir. Bunu sunmadığınız zaman da bir rahatsızlık meydana geliyor. Bazı isyanları bastırırken yapılan, 12 Eylül döneminde Diyarbakır hapishanesinde yapılan yanlışlar var. Özellikle belli bir kesimin insanına yapılan hukuk dışı uygulamalar bu problemin çözümünü güçleştiriyor. Bir taraftan tarihten getirdiğimiz farklılıklara tahammül, öbür taraftan farklılığı problem haline getirme çabaları var. Bir de şu nokta var: Bu sadece bizim içimizden kaynaklanan bir sorun değil. Kürt probleminde yabancı unsurların önemli bir rolü olduğuna inanıyorum. Bu sadece bize has bir problem de değil. İslam dünyasındaki hakim unsur dışında kalan uinsurların Batı'lılar tarafından tahrik edilmesi çok bilinen bir vakıa.
PKK'yı tek sebebe bağlamak mümkün değil ama geçmişte Şeyh Sait isyanı, Dersim isyanında yapılan tenkil hareketlerinin zihinlerde önemli bir tortusu birikti. 12 Eylül'den sonra özellikle Güneydoğu politikalarının da bunda etkisi var. Bir de Cumhuriyette, etnik unsurları birbirlerine yapıştıracak yaklaştıracak olan din faktörünü hep ikinci plana itildi. Din yakın bir zaman kadar uzak durulması gereken bir öcü gibi takdim edildi. Halbuki farklı etnik yapıları birbirine yaklaştırma ve beraber yaşatmada dinin son derece önemli bir rolü var. Özellikle Türkiye örneğinde Kürtler de Türkler de Müslüman. Bu vurguyu kuvvetli yaptığınız zaman etnik ayrılıklar daha az göze batar. Cumhuriyet döneminde din faktörü çok zayıflatılmıştır. Bu başka açılardan da problem oluşturdu.
Biz dinî ahlakı özendirmedik, korumadık. Onun yerine bir felsefi ya da laik ahlak da kurmadık. Şimdi depremde bir takım binalar çökünce 'Neden çöküyor' diye soruyoruz. Bir millet ya din temelli ya da felsefi temelli bir ahlak anlayışına sahip olmalı. Başka türlü insanların yanlış yapmalarını önleyemezsiniz. İkisi de olmayınca insanlar çok farklı kulvarlarda yürüyor. Bunu Gölcük depreminde de gördük, şimdi de görüyoruz. Japonya'da daha büyük ölçüdeki depremler herhangi bir yıkıma sebep olmazken bizde oluyor. Bina yapmak çok büyük teknolojik birikim gerekmiyor. Buradaki problem 'teknoloji birikim' azlığı değil, 'ahlaki birikim' azlığından kaynaklanıyor. Cumhuriyet yeni bir millet yaratma projesini devreye soktu fakat bunda başarılı olamadı. Laik, dini bütün değerlerden arınmış bir millet projesiydi bu. Sancılarını hala yaşıyoruz.
Kısmen öyle diyebiliriz. Bizde başkası açken tok yatmama prensibi var. Şimdi gelen yardımlar yağmalanıyor. Bunlar çok üzücü ve bir takım değerlerden ne kadar uzak olduğumuzu gösteren acı bir manzara.
Demek ki değerler erezyonuna karşı bir taraftan çok iyi bir direnç noktamız var. Başka türlü bu problemlerin altından zaten kalkamazdık. Bardağın tamamı boş değil, tamamı da dolu değil. Hakikaten çok büyük yardımseverlik duygusu var. Öyle yardımseverlik örnekleri var ki gözünüz yaşarır. Ama tam aksi davranışlar da var. Nereye baktığınıza bağlı. Biz ülke ve millet olarak gelişmişlik olarak ne çok iyi, ne çok kötü bir yerde duruyoruz.
Bunu fevkalade yanlış buluyorum. Allah kimseye neyi, niye yaptığını bildirmiş değil. Hiçbirimize vahiy gelmedi. Allah bunu şöyle yaptı deme imkanımız yok. Herkes kendine vahiy gelmiş gibi konuşuyor. Dünyanın her tarafında depremler oluyor. Yeryüzünün yapısı böyle. Depremi Allah'ın bir cezası gibi lanse etmek, birlik ve beraberliği yaralayıcı, sakatlayıcıdır. Tam tersine bu felaketleri birbirimize yakınlaşmak için vesile kılmalıyız.
Türkiye'de üniversite problemli bir alan ama bardağın dolu tarafı da var boş tarafı da. Dolu tarafı üniversiteler gelişiyor, boş tarafına bakarsak daha önce sağlıklı bir şekilde gelişebilirdi. Maalesef üniversite sistemi 2547 sayılı kanuna kadar kendi kendini geliştirecek bir mekanizma kuramadı. İstanbul Üniversitesi gibi üniversiteler çevrelerindeki üniversitelere abilik yapabilirdi. Daha sağlıklı bir büyüme olurdu. Fakat üniversite kendi kendini geliştirip büyütemedi. Yukarıdan hükümetin yön vermesi gerekti. Sonra üniversiteler süratle arttı. Üniversite; kaliteli bir öğretim üyesi kadrosu ve kütüphane, laboratuar gibi kaliteli bir araştırma imkanından ibarettir. Şimdi 165 üniversitemiz var. Bizde biraz göç yolda düzülüyor. Gerçekten Anadolu'daki üniversiteler çok süratli biçimde gelişiyorlar.
Aslında vakıf üniversiteleri bir imkan. Çünkü üniversite sayısı geç dönemde arttığı için üniversite kapısında çok sayıda kişi bekledi. Üniversite Türk halkına yeteri kadar okuma imkanı sunamadı. Bu bakımdan yeni üniversitelerin kurulması bu imkanı sunuyor. Vakıf üniversiteleri daha çok emeklilik yaşına gelmiş öğretim üyelerini alıyorlar. Zaman içinde bu profil değişecek olmakla birlikte şimdilik yapı bu. Bu durum vakıf üniversitelere nitelikli öğretim üyesi sağlıyor. Fakat şöyle bir problem var. Vakıf üniversiteleri devlet üniversitelerine göre pahalı üniversiteler. Kendi kaynaklarıyla üniversiteyi işletecek imkana sahip olmadıkları için masraflarını öğrenciden alıyorlar. Yüksek puanlı öğrenciler devlet üniversitelerini tercih ediyor. Çünkü harçlar çok uygun. Bu puanı alamayan öğrenciler imkanları varsa vakıf üniversitelerini tercih ediyor. Vakıf üniversiteler öğrencilerinin en az yüzde 10'unu burslu okutmak zorunda. Böylece vakıf üniversitelerinde 2'li bir öğrenci grubu oluştu. İlk 5 binden 10 binden burslu öğrenci, bir de parasıyla girmiş 200 bin, 300 bine kadar gerileyen bir öğrenci profili. Öğretim üyesinin böyle bölünmüş bir sınıfa verimli ders anlatması çok zor.
Bizim şöyle bir handikapımız var. Bir taraftan kriterleri tutanlara vakıf üniversitesi kurma imkanı sağlıyoruz, bir taraftan da çok sayıda devlet üniversitesi açıyoruz. Bugün liseden mezun olan taze öğrenci sayısı 550 bin civarında. Halbuki 4 yıllık yüksek okullarla bütün üniversitelerin kapasitesi 700 bini geçti. Eski birikimden dolayı kapıda bekleyen öğrenci var gibi görünüyor ama artık üniversiteye giremeyen öğrenci bulmak mümkün olmayacak. İstediği şehirde okuyamayan istediği fakültede okuyamayan öğrenci olacak. Herkes girebilecek. Sonuçta üniversitede bir kapasite fazlası yarattık. Eğer bu atıl kapasiteyi yabancı öğrencileri çekerek dolduramazsak bu özellikle vakıf üniversiteler için ciddi bir problem oluşturacak. Yakın bir gelecekte birleşen vakıf üniversiteler görebiliriz. Vakıf üniversitelerin iyi bir fizibilite çalışması yapılarak kurulduğunu söylemek zor. Biraz hevesle kuruluyor. Başkası kuruyor biz de kuralım. Şehirlerin hevesi, STK'ların hevesi, gurupların hevesi rol oynuyor bu kuruluşta.
Bu verdiğiniz eğitime bağlı. Yeteri kadar üniversite açmışsanız her öğrencinin daha ileri bir eğitim görmesi güzel bir şey. Üniversiteden mezun olmayı direkt meslek sahibi olmayla ilişkilendirdiğinizde sorun çıkıyor. Öğretmenlik gibi bazı meslek alanları var ki ihtiyaçtan çok fazlasını üretiyor.
Türkiye gittikçe gelişiyor. Belki daha ihtiyaç olan alanlara yönelmek gerekir. Vakıf üniversiteleri daha kolay yapı değiştirebilir, devlet üniversitelerinin yapı değiştirmesi daha zordur. İhtiyaçlar ışığında alan değiştirmeleri yapılmalı.
Burada iki temel problemin olduğunu düşünüyorum: YÖK kurulduğunda Türkiye'de 20 kadar üniversite vardı. Ona göre bir yapı kuruldu. Bugün 165 tane üniversite var. Yakın bir gelecekte bunun 200'e ulaşması muhtemel. Bu kadar üniversitenin bugünkü YÖK yapısı ve görev anlayışıyla yönetilmesi, denetlenmesi mümkün değil. YÖK'ün artık yüksek öğretime daha yukarıdan bakması ve ayrıntılarda üniversitelere daha çok inisiyatif tanıması gerekir. Aksi halde merkezi bir planlama, merkezi bir denetim, yönetim bugünkü şartlarda artık mümkün değil. Yeni anayasa ile birlikte yeni bir yüksek öğretim kanunu hazırlığı var. Bu hazırlıkta bu yeni durumun dikkate alınacağını düşünüyorum. İkinci problem YÖK'ün geçmişte sergilediği ve yoğun olarak eleştirilmesinde etkin rol oynayan ideolojik duruşuydu. Bu ideolojik duruş uğruna uzun süre öğrencilerin kıyafetleriyle uğraştı, büyük ayıplara imza atıp ikna odalarının kurulmasına göz yumdu. Yine bu ideolojik duruşla meslek lisesi mezunlarına farklı kat sayılar uygulayarak anayasada mevcut olan fırsat eşitliğini zedeledi, meslek liselerine büyük darbe vurdu. Bugün artık böyle bir ideolojik duruşu yok. YÖK'ün temel işlevi yüksek öğretimin kalitesini yükseltmek olmalı diye düşünüyorum. Bunu da üniversitelerin her işine karışarak değil, onlarla makul bir işbirliği yapıp onlara geniş alanlar tanıyarak yapmalı.
Türkiye'de bazı insanlar dinden çekiniyorlar. Barış dilini İslam kültürünün, İslami değerlerin yardımıyla kurabiliriz. Gerçekten de Türkiye'de bir dönem, hiçbir dini eğitim ve öğrenimi almayan bir nesil yetişti. Gazetecilik gibi sosyal alanda, çok iyi yetişmiş olunması gereken bir alanda bile “Bu sene hac mevsimi kurbana denk geldi” gibi gerçekten kültür bakımından çok problemli beyanlar ortaya çıktı. Ama son dönem insanların din kültürü edinmelerinde önemli mesafe alındı. Okullarımızda herhangi bir inancı mezhebi ya da inanç biçimini dışlamayan, dini değerleri öğreten bir din kültürü ve ahlak bilgisinin verilmesi fevkalade önemli.
Bu açıdan liselerde verilen din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu dersin din ve vicdan hürriyetine aykırı olduğu düşünceleri var. İnsanları dindar yapmak üzere eğitim vermek laikliğe aykırı olabilir. Bu dersin amacı insanları dindar yapmak değil, olmamalı da. Bu dersin amacı Türkiye'de hakim olan din ağırlıklı bir din kültürü vermektir. İsteğe bağlı bir din eğitimi dersi olabilir. Din eğitimi isteyene bu derste verilebilir. Halkımızın yüzde 99'u Müslüman olduğuna göre elbette İslam ağırlıklı bir din kültürü ve ahlak bilgisi herkese verilmelidir. Ülkemizin bütün dini kültürünü aksettiren bir din kültürü dersinden bahsediyorum. Sünni din kültürünün de alevi din kültürünün de verildiği bir ders.
Ben Türkiye'de Alevileri Sünnileştirme düşüncesi veya projesi olduğuna inanmıyorum. Yeteri kadar Sünni var ülkemizde. Aleviler Alevi, Sünniler Sünni kalsın. Bu bakımdan Alevi inancı ritüelleri din kültürü ve ahlak bilgisinde yerini almalı. Bir taraftan da bir tarikat gerçeği var. Yüz binlerce insanımız tarikat mensubu. Bunların da dini bilgi olarak din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde yer alması lazım. Aleviliğin, tarikatların din derslerinde gerektiği gibi yer almayışı Cumhuriyetin herkesi etnik olarak da dini olarak da tek bir kalıba dökme alışkanlığının bir devamı. Artık bundan vazgeçmeliyiz diye düşünüyorum. Herkes kendi inancını başkalarına anlatma hakkına sahiptir. Din kültürü ve ahlak bilgisini yaygınlaştırdığımızda problemin büyük kısmı hallolur diye düşünüyorum. Barış dilini İslam temelinde, hoşgörü temelinde kurabiliriz gibi geliyor.
Cem evleri de yasaktır aslında ama fiili bir ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Cem evleri de bir dergahtır ama kendini kabul ettirdi. Bizim tarikatların mekanlarına yönelik kendimizi kandırmamız durumu değiştirmiyor. Ülkemizde Mevlevilik, Kadirilik, Nakşibendilik gibi tarikatların çok ciddi bir taraftarı var, toplandığı mekanlar var. Eğer özgürlükleri her alanda genişleteceksek bunların açık olması gerekiyor.
İlkokulu orada bitirdim. Daha sonra Tokat İmam Hatip'e geçtim. Orta kısmı Tokat'ta bitirdim. Lise kısmını İstanbul İmam Hatip'te okudum. Annemin muhalefetine rağmen, çocukluk hevesi olacak, büyükşehirde okuma arzusu ağır bastı.
Çok şuurlu bir seçim değildi ama İmam Hatip'e gitmeyi kendim seçtim. Hiçbir zaman da pişmanlık duymadım. Tokat yıllarım 60'lı yıllara denk geliyor. Ailem çok demokrat bir aileydi. Babam her gece Yassıada Mahkemeleri'ni dinlerdi elektrikli radyo cızırtıları içinde. Biz gürültü yapmadan beklerdik. Salim Başol, Ömer Egesel'in sesleri hala kulağımdadır. Sonra İstanbul'a geldim. İstanbul İmam Hatip Okulu meslek dersleri olarak da kültür dersleri olarak da çok iyi bir kadroya sahipti. O nesilden yetişenlerden bugün çok sayıda kamu yöneticisi akademisyen var.
İlahiyata gittiğimde İslam hukuku alanında akademik kariyer yapmayı istiyordum. Bu yüzden Hukuk Fakültesi'ni çok bilinçli olarak tercih ettim. Sonra her ikisi de bitti, asker dönüşü bir süre öğretmenlik yaptım. Avukatlık yapmayı hiç düşünmedim çünkü o alana girersem akademik kariyere dönemeyeceğim endişesi taşıdım. Kısa bir süre sonra hukuk tarihi üzerine doktora yaptım. Doktora sonrası Marmara Hukuk'a geçtim. 30 yıla yakın çalıştım.