Yazar ve çizer Hasan Aycın İslami kesimin dönüşümünü değerlendirirken her dönemin sorumluluklarının farklı olduğunu ifade ediyor. Aycın, “Geleneğe göre değil ama Allah'ın gayretini hesap ederek yaşarsak, 'yozlaşmaları' fazla abartmamamız gerekebilir. Aslolan herkesin kendi döneminin Müslümanı olması. Kıyamete kadar gelecek olan Müslümanlar kendi döneminin sorumluluklarını kuşansınlar” diyor.
Araya bunca yıl girdikten sonra, İstanbul'dan ve bu imkanların içinden baktığımda imkansızlıklar içinde görünen yoksul, dar geçimli bir çocukluk. Fakat içinden bakınca, hiç de yoksulluk falan kokmayan, başka hiçbir referans değerlerine ihtiyaç duymayan herkesin mutlu, huzurlu olduğu nev-i şahsına münhasır bir zamandı.
Herkesin bir Aslıhantepecik'i vardır. Benim toprağına ilk adımlarımı bastığım, dünya yolculuğuma başladığım köşe. İlk kez etrafı oradan izledim. Dolayısıyla Aslıhantepecik'in sınırları benim için hiçbir zaman silinmemiştir, silinmez de. Çünkü ilk kez orada baktım dünyaya, gökyüzüne. Dili orada öğrendim. Çizgiye yansımasına gelince, çocukluğumun ilk yıllarında yürüyememiştim. 8 yaşında yürüdüm. Bu süre içerisinde dünyayı gözleyen, hatta ufukları, grupları, gün batımlarını kaçırmadan izleyen bir çocuktum. Allahu alem dünyada yıllarca kaçırmadan günbatımlarını izleyen başka bir çocuk olmuş mudur bilmiyorum.
Evet. Görüntülerin ayrıntılarından görüntüler dünyasının ötesine geçebiliyordum. İlkokul dahil üniversite eğitiminin sonuna kadar hayatımda hiç resim öğretmenim olmamıştır. Ama ben görsel bölümü çocukluğumdaki müşahedelerimle, gözlemlerimle tamamladım.
Bir kere yürüyememenin ne büyük bir nimet olduğunu hissettirir.
Tabii. Bunun bir nimet olduğunu düşünüyorum. Bunu yaşamış biri olarak söylüyorum. Çünkü diğer insanların bilemediğini tadamadığını tadıyorsunuz. Elsiz ayaksız, kimselerin gitmediği yerlere gidiyorsunuz. Bu çok farklı bir şey. Üstelik yıllarca.
Tıpta bir karşılığı yok, ben hâlâ bilmiyorum. Çünkü ailem yıllarca tedavisi için uğraştı. O yoksulluk günlerinde buralara kadar getirip tedavi için uğraştılar ama onlara ne bu hastalığın adı söylendi ne de ben bulabildim. Halk arasında köstebek hastalığı olarak biliniyor. Benim köyümde “Hasan'ın hastalığı” derlerdi.
Sanıyorum öyle oldu. Ben çocuktum, henüz ben iyileşmeden öldü o kadıncağız. Kimseye el vermediğini biliyorum. Sonrasında kimse o kadını bir daha bulamadı.
Sonrasında biraz inkisarlar var tabii. Çünkü herkes benimle ilgileniyordu o günlerde. Aile içinde her şey bana göre düşünülüyordu. Sonrasında ben kendi kendine yeten bir insan olmak zorunda kaldım.
Evet. Öyle oldu.
Karikatür Batılı bir sanat. Ben Batılı değerlerin egemen olduğu bir çağda dünyaya geldim ama Batılı değilim, Batıcı hiç değilim. Dünyaya geldiğim zaman kendime ait bir kimlik buldum. Müslümanca yetiştirilmeye çalışıldım. Karikatürü kendi değerlerimle mücehhez biri olarak yapmak zorundayım, yeniden elden geçirmek zorundayım. Çünkü ben üretiyorum ve imzamı atıyorum. Dolayısıyla yaptıklarım Batılı anlamda karikatür değil. Resme karşı, tasvire karşı bizim geleneğimizde bir sakındırma vardır. Yasaklama demiyorum. İslam'ın tasvir yoluyla ifadeye karşı olduğunu sanmıyorum. Ama bu konuda temkinli olunması taraftarıyım.
Yürüyemediğim için zaten büyüklerleydim. Buradan bir temel oluştu. Halen şifahi kültürü, yaşlılarla ünsiyeti severim. Kitaplar hayatıma üniversite yıllarında girdi. Üniversite yıllarında Bursa'da çok güzel arkadaşlarımız ve canlı bir edebiyat ortamı vardı. Dergilere destek olmaya çalışıyordum. Yetişebildiklerime de çizerek destek oluyordum. Bu ortamlar okumayı da kolaylaştırıyordu. Üniversite gece bölümüydü. Çalışıyordum. Bulabildiğim bütün boşluklarda okuyordum. İki gece ayakta, bir gece uyuyarak okurdum. Sıkı okurdum.
Zaman ve zemin önemlidir. Bir zaman içinde, bir zeminde konumlanıyoruz çünkü. Aslolan babamın kendi döneminin Müslümanı olması, dedemin kendi döneminin Müslümanı olması. Benim kendi zamanımın Müslümanı olmamdır asıl olan. Elbette bir önceki döneme göre “yozlaşmalar” olacak. Geleneğe göre değil ama Allah'ın gayretine doğru, onu hesap ederek yaşarsak, “yozlaşmaları” fazla abartmamamız gerekebilir. Sorumluluklarımız bugünde, torunumun sorumlulukları kendi zamanında olacak. Kıyamete kadar gelecek olan Müslümanlar kendi döneminin sorumluluklarını kuşansınlar ve Müslüman olarak yaşayıp Müslüman olarak ölebilmeyi sanat haline getirebilsinler isterim. Zor bir sorumluluk. Allah yardımcımız olsun.
Bir şey söylemek için erken olduğunu düşünüyoruz. Düşünüyorum demiyorum, düşünüyoruz. Fakat olacak olan oluyor. Bir kere berduş yönetimler tasfiye oluyor. Zalimler koltuklarını, iktidarlarını kaybediyorlar. Ama Müslüman bir şuurla bu ülkelerdeki Müslümanlar bundan sonrasını daha iyi bir şeye dönüştürebilecekler mi bu konuda soru işaretleri var. Temennimiz dönüştürebilmeleri. Zaten zalim iktidarlar yıkılmadıkça mazlumların kendi yolunu rahatça tutup Allah'ın iradesine daha münasip daha yukarı bir çizgi tutturmaları mümkün olmuyordu. İslam coğrafyası rahatlasın istiyoruz. Kendi zalimleri tarafından çok kanlar döküldü.
(Gülüyor) Sanatçı detaydan bakar, detayı görür, detaydan görür. Ama Allah gösterirse görür. Ortaya çıkmış bir mimari eser onu yapan sanatkarın önce kendi düşünde, kendi dimağında, gönlünde, ruhunda bütün detaylarıyla görmesiyle gerçeklik kazanabilir. Denize bakan insan denizi görür ama sanatçı denize baktığında damlayı görür. Sanatçı damlayı gösterirse diğer insanlar da görür ama onun gördüğü gibi görür. Onların gördüğü damladır ancak sanatçı o damlada da deryayı görür.
Bir kuvve halinde vardı zaten. Söyleşileri genelde yazılı yaparım. Bu da yazı alıştırmaları yapmamı sağladı. Yedigece Yayınları editörü bir biyografi istemişti benden. Ben de ona “Yarın getiririm” dedim. Akşam biyografi yazmaya oturduğumda Müşahedat'ın ilk bölümü çıktı sayılır. Ertesi gün “Sen başının çaresine bak bu başka bir şey oluyor” dedim. Arkası geldi.
Battalname'yi hiçbir zaman okuyamayacaksınız (gülüyor) Sahipkıran'ın yazarken Hamzaname yazdığımı biliyordu arkadaşlarım ama Sahipkıran oldu. Hamzaname'den mülhem bir çalışma oldu. Şimdi Battalname'den mülhem bir çalışma yapıyorum. Ne kadar zaman alacak bilmiyorum. Boşluklarda yazmaya çalışıyorum ama önemli bir kısmını hallettim. Başına bir iş gelecek diye korkuyorum çünkü dosyayı kapatmadan günlerce aylarca dolaştırıyorum bilgisayarı. Adı Battalname olmayacak ama nam-ı diğer Battalname olacak.
Ben bizim geleneğimizde çocuk edebi-yatı diye ayrı bir kısım olduğunu bilmiyorum. Bizde hayat zaten çocukları da gözeterek yaşanırdı. Bunu sofra düzenimize benzetiyorum. Dededen toruna, hatta annesinin kucağındaki bebeğe kadar sofraya hep birlikte oturulurdu. Sofraya konulan yemek herkesin rızkıydı ama sofra çocukları da hesaba katılarak kurulurdu. Bizim şifahi kültürümüzde anlatılan masallar biraz da çocuklar hesaba katılarak anlatılmıştır. Onlara özel bir anlatımın olduğunu düşünmüyorum. Böyle bakıyorum meseleye. Yazdıklarımı, masallarımı diğer çalışmalarımdan ayrı tutmuyorum. Onları çocuklara özel çalışmalar gibi düşünmüyorum, tıpkı çizgilerimi 18 yaşın altındakiler izlemesinler mantığıyla yaklaşmadığım gibi. Benden sonra eserlerim kalacaksa da böyle değerlendirilsin.
Enver Sedat Camp David sözleşmesini imzaladıktan sonra bir Müslüman olarak benim ruhumu kanatan bir beyanda bulunmuştu. O gün bir çizgi çizmiştim. Piramitlerin arkasında Amerikan bayrağı. Mısır diyarı. Önde Nil, bir sepet, sepette bir mesaj. 3 gün sonra Sedat öldürülmüştü. Ben bir kehanette bulunmuyorum. Hayır. Ama yüzyıllar önce o topraklarda böyle bir olay olmuştu.
Firavun dünyanın en güçlü iktidarına sahipti. Dünyanın en güçlü ordusunu, dünyanın en masumlarının üzerine, çocukların üzerine göndermişti. Hz. Musa'nın annesi Nil'e bir sepet salmıştı. Zulümle abad olunmamış dünya kuruldu kurulalı. Olmaz da. Temennimiz daha insani ve daha Müslümanca bir yaşama kavuşur bu coğrafyaların insanları inşallah.
Ben yaptıklarımı ne karikatür olarak ne çizgi olarak isimlendirmiyorum. İsimlendirmeler benim dışımda yapılıyor.
Ben çizgi olarak denilmesini daha uygun buluyorum.
Müslüman hissiyatının, duyarlılıkların yükseldiği zamanlarda Müslüman çizerlerin daha verimli olacağını düşünüyorum. Kendimi de öyle görüyorum.
Hat ayrı bir alan, minyatür ayrı bir alan. Ama bizim medeniyetimiz, geçmişimiz üstümüzdeki gökyüzü gibidir. Bu gökyüzünün bulutları hat olarak, tezhip olarak, minyatür olarak üstümüze yağmurlar yağdırdığı zaman ıslanırsınız, nasibinizi alırsınız onlardan. Bunları kendi göğümüzün yağmurlar yağdıran bulutları gibi görüyorum.
Yürüyemediğim zamanlarda, bizim arka bahçemizde bırakırlardı beni ufukları seyretmem için. Her gün bırakırlardı üstelik. Orada hareket ettirebildiğim ellerim vardı sadece. İnsanın biniti ayaklarıdır, ayakları onu eylemini icra edeceği yere taşır. Elleriyle de eylemini gerçekleştirir. Dolayısıyla bu eylem sınavdır. Eyleminden sınava tutulacaktır. Hayat budur. Ben ayaklarımı kullanamadığım zamanlarda bana en yakın olan ellerimdi. Sonra etrafımda ne varsa onlar. Doğal ortamda da etrafımda kuşlar oralarda dolaşan börtü böcek, mahlukat. Ama sırf bunlar değil benim çizgilerimdeki, gökyüzü, ay yıldızlar, bulutlar, rüzgar bütün bunlar vardı. Üstelik bunlar bugün etrafımızı kuşatan bütün simgelerden çok daha güçlüdür. Ben onların gücüyle meramımı daha rahat ifade ediyorum. Diğer simgeler benim çizgilerimde yok.
En az çizgiyle en güçlü anlatımı yakalamak asıl olandır. Saça ihtiyaç yoksa, hatta cinsiyet ayrımına ihtiyaç yoksa, yoktur. Kadın tipini de erkek tipini de aynı tip üzerinden anlatıyorum. İnsan üst başlık. Ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır. Bugün artık armalara, formalara, markalara şunlara bunlara boğulmuş olan insan bütün bunlardan arınmış olarak benim çizgimde yerini almalı. Zalimi de mazlumu da hep aynı tip üzerinden anlatıyorum. Çok ihtiyaç olursa, gerekirse, kadın çocuk ya da asker çizebilirim.
Bunu gerçekleştirebilir miyiz? Hayır. Temel ihtiyaçlarınızı satın alarak karşılıyor iseniz, üreterek değil, bir markayı satın alıyorsunuz. O üzerinde bir sembol taşısa da taşımasa da birilerinin ürününü alıyorsunuz. Anlamını bilmediğiniz o kadar çok marka logo vs. var ki. Onları giyiyoruz, namaz kılıyoruz… Konumlarımızın marifetiyle bağdaşmayan şeyleri üstümüzde taşıyoruz.
Takdirler aldım. Son sergimde yurt dışında yaşayan bir fotoğraf sanatçısı arkadaşım yanında hanım arkadaşıyla birlikte kapıdan “Çok gülecek miyiz?” diye girdi (gülüyor). Ben de belki ağlarsınız dedim.
Selamün Aleyküm diyen insan mesaj üretme gayretini öne çıkararak vermez. Kendi doğallığı içinde verir. Ben Müslümanım benden başka bir şey olmaz.
Bana yakın olanlar var mı diye bakmıyorum. Benim hassas olduğum alanlarda, konularda, durumlarda isterim ki birileri de hassas olsun. Bu hassasiyette çizgiler çizsin. Hatta isterim ki dünyanın tüm çizerleri öyle olsun.
Bence bir fark yok. Bir anneye 9 çocuğun var birinci ile dokuzuncu arasındaki fark nedir? Bir şey diyemez.
Evet Bocurgat biraz esmerdir(gülüyor). Bocurgat çıkıncaya kadar tedirgindim. Aldığım albüm tekliflerini kabul etmemiştim ya devam edemezsem, ya olmazsa, ya geleceğim yoksa diye tedirgin olmuştum. Bocurgat çıktıktan sonra artık çizgilerime dikkat etmeliyim düşüncesi hakim oldu bende. Bundan sonra her çizdiğim çıkacak olan albümde yer alabilir. Diğer albümlerim böyle oldu ama Bocurgat'ta böyle bir şey yok. Sonrasında ciddi olmalıydım, bu ciddiyetle bugüne getirdim.
Yürümeye başladığımda ben aslında yürümeyi biliyormuşum, unutmuşum, yeniden hatırlamışım gibi bir his vardı. Çizerken de çizmeye ilk başlıyorum gibi bir hal olmadı. Önceden beri çiziyormuşum gibi hissettim.
İlk albümüm Bocurgat çıkacağı zaman İsmet Özel bana “Sen bir ekol müsün” diye sordu. Ben ne demek istediğini anlamamıştım. “Ne diyorsun abi” dedim. “Yani seni izleyen birileri var mı” dedi. “Ben kimseyi izlemiyorum abi. Beni izleyen birileri de var mı diye dönüp baktığım da yok. Bilmiyorum var mı yok mu?” demiştim. Benim araştırmalarla geliştirmelerle serpilmiş bir çizgi hayatım yok. Kendi doğallığı içinde aldım, bugünlere geldi. Nereye gider bilmiyorum.
Yine aynı cevabı veririm.