Mümin, müminin aynasıysa o aynanın sırrı değil midir Nûr-u Muhammedî?
Sahura karşı devam eden sohbetlerde Dürdane İsrâ Çınar & Tuba Kaplan Ramazan Mektupları VIII’de bakışların Peygamberle karşılaşmasından, Muhammedi bir bakışın kalbi aralamasından bahsediyor.
Tuba Kaplan: Fas’ta İbn Meşiş’in, Tittavin civarındaki Şaşavan kasabasında, yüksek yamaçlı inzivaya çekildiği yerde kabrini gördüğüm zaman tesirin ruhumda bırakacağı etkiden habersizdim. Dini ilimlere idrake vasıl olduğundan genç yaşta keşf mertebesine ulaşan önemli bir mutasavvuf Meşiş. 16 yıl süren bir seyahete çıkıyor. Tanık oluyor, görüyor, yalancı peygambere itiraz ediyor inzivadan çıkıp ve şehid ediliyor. İbnü’l Arabî, İbnü’l Rüşd görüşmesi geldi aklıma. İbnü’l Rüşd’ün “bilgi”nin “akıl yolu”yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllar o zamanlar 1800’ler filan. 17 yaşındaki genç Muhyiddin ise gerçek “bilgi”nin sadece akılla değil ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanıyor...Ve Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra keşif için yola çıkıyor İbnü’l Arabî…Fas, Medine, Mekke, Şam, Musul, Bağdat, Halep ve Konya… "Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah ilk baştan nasıl yaratmış bakın” ayeti geliyor aklıma. Allah bakın diyor…Bakmak ve görmek üzerine keşf ve ilhamın insana tesir etmesine sebep olan yolculuklar, karşılaşmalar, ilhamlar üzerine düşünüyorum.
Dürdane İsra: Bakmak ve görmek. Kafa gözüyle mi, kalp gözüyle mi? İki ayrı tecrübe, iki ayrı yol. Aslında iki gözün de gördüğü bir ama ışık varsa, nûr varsa… Nûrdan da maksat, Nûr-u Muhammedî... Kafa gözü, yani akıl, insanı bir kanmayan, kandırılmayana dönüştürüyor belki ama aynı insanın hakiki bir inanan olabilmesi için kâfi gelmiyor, ne tuhaf. İnanan yani mümin olabilmek için yaratıcı bir muhayyile de gerekiyor. Hakiki muhayyile, teselliler kayırmalar, kanmalar, fanteziler gayyası değil aksine bilinen dünyaya hayat veren, renk ve şekillerde ruhu ikmal eden yaratıcı sihirli bir kuvvet. Kalp, işte böyle görüyor. Hz. Muhammed’in baştan sona bu deneyimde bedenleştiğini, böylelikle kendi nefsinde fâni ve Hak ile bâki olduğunu düşündükçe onu hep daha çok tanımak, daha çok sevmek istiyorum…
Tuba Kaplan: Wittgenstein, “görüş körlüğü”nden bahsediyor. Ben bazı hüsn ve cemale karşı bir tutulma yaşıyordum. Aklın kıskacında görüşüm daralmıştı. Mü’min bakışı değildi bu dediğin gibi muhayyileden uzak, katı ve kırılgandı. Fakat kalbi bakışı o dağın tepesinde fark ettim ilk defa... Uzun merdivenleri aştıktan sonra sesler duymaya başladım. Beyaz cellabeleriyle salınan insanlar bakış açıma girdi. Sol tarafta İspanya sınırı alabildiğince güneş vuruyor. İlahi kelam hep bir ağızdan, salınan insanlar ihtilaf ediyorlardı. Şazeli, İbn Meşiş’in Allah sevgisine çok fazla önem verdiğini, sevgiyi bütün hayır ve faziletlerin etrafında döndüğü bir merkez, her türlü nur ve kerametlerin kaynağı olarak kabul ettiğini söylüyordu. Kabri bir merkez gibi etrafımda dönmeye başladı. Sevgi kalbimden aktı, görmek bakışa dönüştü, Yunusça bir hal aldı. Yunus, bakmaktan çok, görmeye; bilinçli, şuurlu bir bakışa davet ediyor ya. Hatta Yunus, “bak-“ göstergesini bakışı çevirmek, yönelmekten ziyade odaklanmak, dikkat etmek anlamında alıyor ya işte öylece kalbi bir tecrübeye tanık oldum. Kesret dünyasının gözlerimdeki perdeleri kalktı. Dikkatim keskindi. O an peki Peygamber demiştim, peki ya onu görseydik ne olurdu?
Dürdane İsra: Bir aynada kendimizi görmüş gibi mi olurduk O’nu görseydik… Mümin, müminin aynasıysa o aynanın sırrı değil midir Nûr-u Muhammedî? Görsek hakikaten tanır mıydık, kendimizde şek varsa bir gölge gibi mi görünürdü bize, bedbînse bakışımız, bulanıksa kısılır mıydı bize dönen bakışları, varsa nûrdan bir zerre kalbimizin fuad denen noktasında, varsa bir ışık denizi, o denizin yüzünde şavkıyan bir muhabbet olarak mı yansırdı bize? Bir hadisi şerîfi hatırladım: Allah’ın bir cenneti vardır diyordu peygamberimiz, “Orada köşkler olmaz. Bal lafı edilmez. Süt bulunmaz. Orada yalnız ilahî yüze nazar kılınır.” Ayeti kerimede geçer: “Yüzler vardır; tazedir, parlar o günde. (Kıyamet, 22) O ilahi yüze nazar edecek gözü önce, çok sevilmiş, sevildiği için âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir güzelde yıkamak, onda arındırmak, onun sırladığı aynaya bizden düşen gaflet izlerini bir bir silmek gerek belki. O yüzlerden bir yüz olabilmek için, taze ve parlak…
Tuba Kaplan: Görüp geçer miydim yoksa bakıp kalır mıydım Peygambere diye çok düşünüyorum. Çöle inen bir nuru tanır mıydı ruhum? Hatice gibi mi karşılardı bakışım onu, nurani, dosthane, likâ bir bakış. Çatışır mıydım? Hind gibi intikam peşinde bir bakış, kör bir bakış, sınırlı görü mü? Anam babam sana feda olsun diyebilir miydim mesela, rüyet edebilir miydim? Ebubekir gibi yoldaş olabilir miydim, kuşatıcı bir bakış, müşahade. Ali’nin keskin mükaşefesi peki. Ya Ayşe gibi temaşa edebilir miydim ona, dîdâr? Fatıma gibi basiretli bakabilir miydim? Bakışım körleşir, bulanıklaşır da ona eziyet edenlerle mi olurdum? Yoksa Vahşi gibi “gözüme görünmesen mi” buyururlardı bana. Bunu çok düşündüm. Ama nuruna tutulurdum mutlaka belki murakabeye dönüşmezdi ama hakikat beni bir şekilde ele geçirirdi diye umdum hep. Aşka karşı kayıtsız kalıp elimi ateşe uzatmaya tereddüt göstersem de yanmayı biliyorum, ruhumuz biliyor. Aşk, riyazet, fakr, terk, candan vazgeçmek. Gölge gelip geçer, suret bizden uzak şimdi ama kalbi olarak hiç tanımadığın bir peygamberi özlemek, ona salat ve selam etmek. Bakışı Muhammedi…
Dürdane İsrâ: Ya Âmine’nin bakışı? Ondan da bir parça olur muydu bizde? Kucağında tuttuğu, dahası karnında taşıdığı, içinden gördüğü bir nura bakar gibi bakmak O’na… Diğer bütün peygamber anneleri gibi onun da peygamberimizin doğumundan evvel bir rüya gördüğü anlatılır. Rivayet o ki, Dımaşk ya da Busrâ’daki sarayları aydınlatacak şekilde güçlü bir nur görür Âmine annemiz. Ah bunca ışık ancak aşkla mümkün değil mi? Aşıkların kalbine has gözleri var, onların gördüklerini göremiyor başka nazırlar. Peygamberi anarken bir salavatı şerif dinliyorum şimdi. Sanki merkezi nurdan bir nokta olan sayısız çemberlerden bir çemberim. Hem kendimin etrafında hem onun isminin şavkında dönüyorum. Sallalahu aleyk, ya nûr… Bir dünyayım ben, oysa güneş. Sallallahu aleyk, ya nûr! Hem esriğim onunla hem müdrik. Hem tekim hem çok. Tarik de o, hem de refîk. Benim gibi nicesinin muhabbetine o sayısız halkada hem nazar ediyorum hem de bir mecnun manzarayım, seyredilen. O’nun özü kalplerimize ve yaratılışın bizzat kendisine mühürlenmiş. Onu hakkıyla sevenler, birbirini de hakkıyla seviyor: “Onların arkadaşlığı ne iyi oldu.” (Nisa, 69)
#Ramazan Mektupları
#Tuba Kaplan
#Dürdane İsrâ
Yorumlar
Merhaba, sitemizde paylaştığınız yorumlar, diğer kullanıcılar için değerli bir kaynak oluşturur. Lütfen diğer kullanıcılara ve farklı görüşlere saygı gösterin. Kaba, saldırgan, aşağılayıcı veya ayrımcı dil kullanmayın.
Henüz yorum bulunmuyor
İlk yorumu siz yapın.
Kapat
Günün en önemli haberlerini e-posta olarak almak için tıklayın. Buradan üye olun.
Üye olarak Albayrak Medya Grubu sitelerinden elektronik iletişime izin vermiş ve Kullanım Koşullarını ve Gizlilik Pollitikasını kabul etmiş olursunuz.