Ramazan Mektupları - VI'da yazarlarımız açlık ve "ruh hayvanları"ndan bahisle orucu anlamaya devam ediyor…
Süleyman (As) hayvanların dilini bildi, hayvanlarla anlaştı. İnsan nefsinin hayvanî sıfatları var ve bu sıfatlar insana derinden etki ediyor. Tasavvuf ilminde bu sıfatlar üzerine hususi çalışılır ve nefsi ehlileştirmeye gayret edilir. Tuba Kaplan & Dürdane İsrâ Çınar'ın sahura doğru yazdıkları Ramazan Mektupları, VI.sıyla açlık ve insan bedeni üzerinden "ruh hayvanları"nı tanımaya ve orucu anlamaya devam ediyor…
Dürdane İsrâ: Açlık, bedenin ilk gözü. Bedenin karanlığının ilk gözü... Hiç düşündün mü açken neye benzediğimizi? Suretimiz neyi, kimi, hangi sureti andırıyor? Açlığımız nasıl kokuyor? Rilke, içimizdeki her şeyin şaşkına çevirdiği, hâlâ hiçbir şey için hazır olmayan ve en çok da açken görünür olan "ruhun hayvanları”ndan bahsediyordu. Otlayan, avlanan, tuzak kuran, zehir sızdıran, pençe gösteren, ağ ören ya da saklanan nefsimizi, o nefsin hayvani suretini gerçekten görebilseydik ne hissederdik kim bilir...
Tuba Kaplan: Bedenin kendindeki karanlığı bastırdığı, dikkati dağıtarak kendini oyaladığı kendine yem kıldığı maddiyat; gıda. Açlık bastırılan duygunun fırlayıp taşması, açlık hâli suretin ilkel ve manipüle edilmeyen yansıması. Oruçla insani tarafa yönelme, ruh ile beden arasındaki zıtlıktan, ruhun değerleri ile bedenin arzuları arasındaki çelişkilerini ortaya çıkarmaktan doğuyor. İslam tasavvuf geleneğinde bu durum at gibi hayvanlar ve onlara binen süvari benzetmesiyle ortaya çıkarılıyor. Beden acıkır, kokar, eskir süvarinin atı yönetebilmesi ruhun bedene hakimiyeti anlamına geliyor. Bedeni, yani arzuları kontrol etmek, "ruhun hayvanları"na gem vurmak, ruhun ızdırabını durdurmak ıslah edicilik bu galiba.
Dürdane İsrâ: Öteden beri keşişler, dervişler; şimdilerde detoks ehli modern perhizciler… Hepsinin uğraşı özde aynı. Hepsi hayvanını tanıma gayretinde. Kimisi çok şedit hayvanına, kimisi sırtını da okşuyor ara sıra. Kimi yalnız başkasının hayvanını görüyor, ondan ürküyor. Kimi bir canavar besliyor boyuna. "Bedenlerimiz" diyordu bir şair "biçimli tatlarla tıkanan iki boğaz gibi kenetlenir" birbirine. Kenetlenmiş ağızlar. Bir şeyle ya da birbiriyle. Bu çağın hakiki sureti bu. Ve böyleyken, senede bir zaman geliyor, bir buyruğa sadakatle boyun eğip ruh hayvanının ağzını, gerçek bir kaynağa, sultanî bir ruha kenetliyorsun. Sulh, sükûnet, ehliyet, dirayet gibi sayısız mücevherin bulunduğu bir yere. Hep bu raddede yaşanmıyor belki ama yalnız bir günü böyle geçse Ramazan’ın, neler değişmez insanda?
Tuba Kaplan: Ömrü Ramazan olanın Ahireti bayram dedikleri... Aşk ehli olmak ama tüm ömre yayılabilecek bir cezbe değil mi? İftara yakın Muzaffer Ozak dinliyordum. Allah muhabbetiyle, Allah aşkıyla işiten, gören gözden, ürperen kalpten bahsetti ve hayvanla insan arasındaki fark budur dedi. Çünkü insandaki göz, dil, kulak, kalb hayvanda da var farkı şu; birisi aşkullah ile süslenmişken, diğeri aşkullahdan bî-haber. İnsanın hayvani yanını ayartan dünyanın yakazanısa karşılık kulluk bilinci var manada. Ama Ramazan'ın iklimi bambaşka gerçekten. Müminin ipin yularını boynundan çıkarması için hep birlikte Allah'a sımsıkı sarılmak için aydınlık bir ay. “Âşık öldü deyu salâ verirler / Ölen hayvan durur âşıklar ölmez”. Yunus bir Hak âşığı o ölen her halükârda insanın hayvan yanı. Tabiatımızın keşfini ihmal etmemeli…
Dürdane İsrâ: Hayvanlar da aşka geliyor, bir seda duyduklarında, bir vaha gördüklerinde, cismani bir şevk duyduklarında. Çöl develeri için huddi denen bir makam varmış, develer onu işittikleri an üç günlük yolu bir günde koşarlarmış. Yakın zamanda Fas'ı gördün sen de Kıyamet Meydanı'nı, Marakeşli yılan oynatıcılarını. Soğuk bedenleri nasıl da aşka geliyor yılanların, musikiyle. Bizim ruh hayvanımızın tattığı aşk da böyle. Bir efsunun, bir tılsımın tesirinde kalınca tenperver olmaktan öteye gidemiyor. Şeriattaki oruç belki bir ay sürüyor ama manada bir ömür... Ehli tarîk riyazat için "bedenin etini yer ve onda cehennemin yiyeceği hiçbir nesne kalmaz" der. Böyle olduğunda ise üzerinden geçen mümine cehennemin şöyle sesleneceği anlatılır: "Geç ey inanan, nûrun, nârımı yedi bitirdi." Uzun uzun düşün dur şimdi bu sembolleri… Ateş, bedeni yiyen bir şeyken, ilahi ışık yani nûr ateşi yutan bir şeye dönüşüyor. Aşkın iki çehresi bu değil mi aynı zamanda? Vay ki her yanan, ışık saçmıyor...
Tuba Kaplan: Kıyamet Meydanı büyülü bir atmosfere sahipti gerçekten. Maymunlar, yılanlar, dans edip aşka gelen insanların sarhoşlukları ve tılsımları, onların gözlerine fazla bakmayın demişlerdi. Tesiri durdurun. Gerçekten aklı alt üst eden ruhu yakan bir kaos ortamıydı. Aklıma Beşir Ayvazoğlu'nun bir yazısı geldi. Malum bugün Yaren Leylek haber üstüne haber oldu. Tasavvuf ehli için şaşılacak konu değil aslında. Çünkü leylek Mevlânâ’nın tabiriyle “şeyh-i mürgaan”, yani kuşların şeyhi kabul ediliyor. Dîvân-ı Kebîr’deki şu beyiti hatırlatıyordu Ayvazoğlu: “Kuşların şeyhi olan leylek, laklakasıyla ne diyor, biliyor musun? Hamd sana, şükür sana; mülk senindir ey bizlere yardım eden!” Mevlevilikte, Melamilerde Leylek önemli bir sembol. Haldun Taner de ısrarla leyleklerin Müslüman olmadığından bahsettiği bir yazı yazıyor ve Ayvazoğlu; Mitolojide baykuşların zekâsına inanıyorsun leyleğin neden Eyüpsultan'a daha fazla geldiğini ve Müslüman olduğunu inanmıyorsun mealinde bir şey soruyordu Taner'e. Bir yerde şevki kavramak, harlamak, ateşi taşırmak inanmayı seçmekle lütuf buluyor sanki..
Dürdane İsrâ: Hayvan kelimesi, “yaşam”, “canlılık” anlamlarına gelen "Hayy" sözcüğünden türüyor malum. Aynı zamanda Allah'ın esmalarından biri. Ruh hayvanını tanırken tam da bizde tecelli eden esmayı kavramaya, müşahede etmeye çalışıyoruz esasında. Kimi insanın açlığı sırtlanınki gibi; avını, gıdasını iki didikler bırakır kaçar, sonra tekrar gelir. Kimisi adeta aslan; meydana atar, paralar avını. Şölene çevirir. Etçillerin açlıkları dehşetlidir hep. İçgüdü merkezi kuvvetli olan insanın açlığı da böyle görünür bana. Bir de otçulların; kuzuların, ahuların, karacaların açlığı var. Onlar esasen avdırlar da belki o yüzden açlıkları ağlamaklıdır. Ağlar gibi gönülsüz yerler adeta. Kuşların yırtıcı olanlarından en çok kartal benzer aslana. Alır kayalıklara kadar çıkarır avını, atar aşağı. Bir daha alır çıkarır zirveye didik didik eder. Balıkçıl kuşlar, nispeten maneviyatlıları. Dalıp deryaya, deryanın kuzularından nasiplenirler. Ya da toprağın deryasından gıdalanırlar. Bir sır varsa da yine sanki onlar sezdirirler insana: Leylekler, albatroslar, bülbüller, hüdhüdler... "Avlanmak istedik mi uçup gittiğimiz yer Kafdağı’dır, akbaba gibi leş avlamayız biz." diyordu Mevlâna, Divan-ı Kebir'de. Ah, hangimizin ruh hayvanı bir Zümrüdüanka?
Tuba Kaplan: Esmayı kavrarken açlık ve dünyevi nimetleri düşünüyorum. Bir sınırsızlık yok...Açlık deyince az yemek, az uyumak ve az konuşmak hatırlatılıyor. Mideyi doldurmak kadim gelenekte, inançta daima eleştiriliyor. Dante'de dahi oburluk günahlardan...İnsan olmanın bu üç ikazına Mevlânâ: “Sen bedenini yağlı ballı yemeklerle besledikçe, asıl varlığın olan, seni diri tutan rûhunu asla güçlü bulamazsın” derken başka bir Mesnevi beytinde ise: “Sen; Cenâb-ı Hakk’tan ilâhi aşk iste, rûhunu besleyecek gıda iste. Ekmek isteme. Ekmek bu bedenimizin gıdasıdır, hayvani rûhumuzu, nefsimizi besler. İlahi aşk ise can rızkıdır ruhumuzu besler. Allah’tan ten rızkı istemektense ruhumuzu besleyecek Can rızkı istemek elbette çok daha hayırlıdır” Yukarda bahsettiğin ten bahsi bu. Aç kalmaktan maksat diyet değil, Riyazet. Şükür, ölçü, terazi insanı bir avdan, avcılıktan, tenin lezzetinden farklı kılan şey. Dervişlerin vahşi hayvanları uysallaştırdıkları, Râbia (As)’a vahşi hayvanların saldırmadıklarından bahsedilir. Bedenlerindeki hayvanı durdurduklarından, bedeni dizginlediklerinden, tenin hırıltısını terbiye ettiklerinden olsa gerek. Ferîdüddin Attar'ın meşhur eseri Mantıku't-Tayr'da anlattığı Anka Kuşu, Simurg İslam tasavvufunda yükselişi, olgunlaşmayı ve seyrüsüluku sembolleştirirler. Benim Ruh hayvanım Simurg olsun isterdim.
Dürdane İsrâ: "Âyetlerimizi âfakta ve enfüste onlara göstereceğiz." (41:53) Kuran'da, çok tesirinde kaldığım ve sıkça tefekkür ettiğim ayetlerden biridir bu. Ufuklarda yani dışarıda, aşikâr sanılanda bile görülecek ne çok şey var. Bir de nefislerde, için de içerisinde, görülmez sanılan yerlerde görülecekler var... Görebilir miyiz gerçekten? Bizi yaratanın vaadi var. Hayy olanı müşahade ettikçe Hakk olan tecelli edecek. Bugün bir sanat dersinde görebilmek için görmenin bir adım gerisinde durmak gerektiğini konuştuk. Değil midenin, dilin, görmenin bile perhizi var. Bir haddi, bir hududu var. “Musa olduğun cihette göremeyebilirsin”, diyordu Bursevi Hazretleri. Allah, Ramazan’ın maneviyatıyla bize görebileceğimiz başka başka cihetler lütfetsin. Gördüklerimizi aşkla kabul edecek bir de kalp! Sahurumuz, işte o kalbin azığıyla pürnûr olsun...
Merhaba, sitemizde paylaştığınız yorumlar, diğer kullanıcılar için değerli bir kaynak oluşturur. Lütfen diğer kullanıcılara ve farklı görüşlere saygı gösterin. Kaba, saldırgan, aşağılayıcı veya ayrımcı dil kullanmayın.
Henüz yorum bulunmuyor
İlk yorumu siz yapın.
Kapat
Günün en önemli haberlerini e-posta olarak almak için tıklayın. Buradan üye olun.
Üye olarak Albayrak Medya Grubu sitelerinden elektronik iletişime izin vermiş ve Kullanım Koşullarını ve Gizlilik Pollitikasını kabul etmiş olursunuz.