
Leopold Weıss, Berlin Metrosunda seyahat ederken, insanların derin kaygılar, huzursuzluklar, tedirginler ve gizli acılarla yol aldığını koşturduğunu gördü. Bunu yoğun olarak ilk defa hissetti. Bunun üzerine çok düşündü.
Bu gözlemini, yanında bulunan eşi Elsa’ya açtı. Eşi bir soruyla ama aslında önemli bir tespitle karşılık verdi:
“Cehennem azabı çekiyorlar sanki… Acaba kendileri bunun farkındalar mı?”
Bunun üzerinde yol boyu düşünmeye devam etti. Bu acıların büyük bir kısmının gereksiz, inançsız ve fasılasız refah peşinde olmalarına bağladı.
Eve geldiğinde masasının üzerinde açık olarak duran Kur’an dikkatini çekti. Kapatıp kaldırmak isterken açık olan sayfadaki Tekasür suresine gözü ilişti ve okumaya başladı:
“Mal, evlat ve akraba çokluğu ile övünmek sizi öyle aldatıp oyaladı ki, nihâyet kabirleri ziyaret ettiniz. Hayır! Böyle yapmayın! Yakında bileceksiniz. Hayır! Hayır! Elbette yakında bileceksiniz. Eğer gerçeği kesin bir bilgiyle bilseydiniz böyle yapmaya cüret edemezdiniz! Siz, o kızgın alevli cehennemi mutlaka göreceksiniz. Sonra elbette siz onu, gözünüzle ayan beyân göreceksiniz. O gün, bütün nimetlerden kesinlikle hesâba çekileceksiniz!” (Tekasür, 102/1-8) Ayetleri okuyunca kımıldayacak hâli kalmamıştı. İyi bir eğitim almış, Yahudilik ve Hristiyanlığı çok detaylı bilen ve İslamiyet hakkında da okumalar yapan Weıss, metrodaki insanları düşündü, hanımıyla yaptığı müzakereleri düşündü sonra da karşısına çıkan, masasında açık bıraktığı Kur’an-ı Kerim’deki bu sureyi düşündü. Tüm bunlar birer tesadüf olamazdı. “Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır ama tamah ve açgözlülük, başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar ciğer sökücü bir hırs hâlinde kendini açığa vurmamıştı. İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları. Ne kadar hikmetli olursa olsun yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemez. Böylesine hâkim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslupla dile getirilemezdi…” Uzun süredir Müslümanları, Arapları, Filistinlileri, Yahudileri gözlemliyor, bir gazeteci olarak da izliyordu. Avrupa’yı çok dolaştığı gibi Mısır, Suudi Arabistan, Kudüs, Filistin, Ürdün, Suriye, Irak, Libya, Kuveyt, İran, Afganistan, Orta Asya, Rusya gibi ülkelerde de yolculuklar yapmıştı. Ama kendi bireysel yolculuğunda aradığı bir ruhani menzil vardı. İşte onun İslamiyet olduğuna artık kesin olarak inandı. Eşiyle birlikte Müslüman oldu. Muhammed Esed ismini aldı.
***
İslam âlemiyle ilk olarak 1922’de Kudüs’teki Yahudi akrabalarını ziyarete giderek tanışmıştı. Sonraları uzun yıllar gazeteci olarak bulundu pek çok ülkede. Müslüman olduktan kısa bir süre eşi ve üvey oğluyla beraber hacca gitti. Eşi dokuzuncu günde vefat etti ve orada defnedildi. Artık Avrupa’yı terk etmiş İslam’a, Müslümanlara sığınmıştı. Kral Abdülaziz b. Suud’la tanışıklığını ilerletti, aynı zamanda İslami ilimlerdeki müktesebatını artırdı. Özgürlük mücadelesi veren Libya’ya gitti. Pakistan devletinin kuruluş ve devamında hem Pakistan’da hem de Birleşmiş Milletler'de önemli görevlerde bulundu. Pakistan pasaportu alan ilk kişidir. Pakistan’ın bir İslam devleti olarak hukuki varlığını sağlamak için çalıştı. Bilgi ve tecrübesini Müslümanlar için çekinmeden kullandı. Müslümanların geri olmalarının sebepleri üzerinde durdu, Batılılarca iddia edildiği gibi bunun İslamiyet’le bir ilgisinin asla kurulamayacağı söyledi, yazdı. “Avrupa menşeli bilimlerden istediğiniz kadarını alın. Ama onların felsefesini benimsemeye kalkmayın.” mesajı önemlidir. Entelektüel yönüyle hep önde olan, yazı ve kitaplarıyla son nefesine kadar mücadele eden Esed, hatıralarının yer aldığı Mekke’ye Giden Yol ile kalıcı bir iz bıraktı. Pek çok insanın İslam’a muhabbet beslemesine, hidayete ermesine vesile oldu. 17 yıl üzerinde çalışarak yazdığı Kur’an Mesajı adlı meal-tefsiri, 1980’de yayınladığında çok ses getirdi. Geleneksel bazı anlayışlara aykırı görüşlerini tasvip etmesek de Batı zihin dünyası için önemli bir seçenek sunmuş oldu. Esed, Müslüman olmadan önce de Siyonist Yahudilerin Filistin’de devlet kurmalarına karşıydı. Yahudilerle bu mevzuyu tartışıyor, Yahudilerin, bölgede iki bin yıldır yaşayan Filistinli Araplardan daha fazla haklara sahip olduklarını nasıl iddia edebileceklerini soruyor, liderleriyle mücadele ediyordu. Bu noktada kendisi gibi düşünen Hollandalı Yahudi gazeteci Jacob de Haan, Araplara olan kötü muameleye karşı ısrarlı muhalefeti nedeniyle Siyonist katiller tarafından öldürülmüştü. “Siyonist sömürgecilik fikrini dile getiren ilk kişidir.”
***
Oğlu, babasının son günlerinde hastanede ziyarete gittiğinde, akşam namazının bitiminde seccadesinde dua ederken izlemişti. Ve kısa süre sonra vefat etmişti.
Merhaba, sitemizde paylaştığınız yorumlar, diğer kullanıcılar için değerli bir kaynak oluşturur. Lütfen diğer kullanıcılara ve farklı görüşlere saygı gösterin. Kaba, saldırgan, aşağılayıcı veya ayrımcı dil kullanmayın.

Bir tefekkürün nelere vesile olduğunu anlatan Bir yazı : Muhammed Esed Teşekkür ederiz bilmediğim bir hayatı öğrenmiş oldum

Kaleminize kuvvet, etkili bir anlatım gücünüz var.