Peygamber Efendimiz (sav) döneminin en belirgin dinî gruplarından olan Yahudiler, Kur'an'ın indiği süreçte Müslümanların en fazla ilişki içerisinde bulunduğu kesimdi. Özelde Medine, genelde Arabistan'daki varlıkları Babil sürgününe (MÖ. 586) dayanan Yahudiler, bölgeye geldikten sonra Arap kültüründen etkilenmekle beraber dinî ve millî varlıklarını korumayı başarmışlardı.
Yahudilerin “ümmi” dedikleri Araplar üzerinde büyük bir nüfuzları vardı. Bu duruma Kur'an'da Cum'a Suresi'nin 2. ve Al-i İmran Suresi'nin 20. ayetinde yer verilmektedir. “Ümmi” tabirinin İbranicede “Am ha-erets” kelimesiyle karşılandığını Tevrat'ın Tekvin 42/6, Sayılar 14/9, Ezra 4/4 pasajlarında görmekteyiz. Ayrıca Kur'an'da “kitap ehli” olmanın getirdiği bu ayrıcalığa Bakara Suresi'nin 63. ayetinde dikkat çekilmiş ve bunun aynı zamanda büyük bir sorumluluk olduğu da ifade edilmiştir.
Medine'de yaşayan 20'den fazla Yahudi cemaatinin üçü köken itibariyle İsrailli, ikisi ise Yahudi geleneğinde “kohen” olarak isimlendirilen Hz. Harun'un soyundan gelmekteydi. Bu sebeple Hz. Muhammed'e muhalefette başı çekmeleri tesadüf değildi.
Hicretin ilk beş yılı içerisinde Yahudilerle Müslümanların ilişkileri gerilimli bir seyir takip etti. Bu gerilimi çıkaranlar esasen Yahudilerdir. Hicret sürecinde nazil olan ayetlerde -Hac Suresi'nin 17 ile 67. ve Bakara Suresi'nin 62. ayetleri- Hz. Muhammed'e Medine döneminde karşılaşacağı Yahudilere karşı siyasî ve insanî ilişkilerde takip edeceği rota çizilmiş, müşterek değerlere vurgu yapılmıştır.
Yahudiler açısından son peygamberin İsrail soyundan gelmemesi tam bir hayal kırıklığı olmuştu. Ancak gerilim siyasetinin yegane etkeni bu değildi. Yahudilerin Medine'deki ekonomik tekel ve sosyo-kültürel hegemonyalarının sona erdirilmesi de bu siyaseti besleyen unsurlardandı.
Peygamberimiz baştan itibaren temkinli davrandı. Hem Yahudilerle her sahada ilişkileri sürdürürdü, hem de onların şehir-devletindeki etkilerini azaltacak adımlar attı. Ekonomik üstünlüklerini onları bertaraf ederek değil, Müslümanlara ait alternatif bir pazar kurarak dengeleyen Hz. Muhammed, kaynaklarda “es-Sahîfe”, “el-Kitâb” veya “Müvâdea” olarak adlandırılan bir sulh anlaşması -Medine Vesikasıimzalayarak onları siyasal anlamda Müslümanlarla ortak hareket etmeye mecbur bıraktı.
Yahudiler neden Medine'den sürüldü?
Peygamberimizin Yahudilere karşı başarısında en dikkat çekici yön, onların Araplar üzerinde kurdukları psikolojik ve sosyo-kültürel üstünlüğü kırma gayretleridir. O, emir ve tavsiyeleriyle elbise seçiminden tıraş biçimine, ibadet şeklinden günlük hayattaki davranışlara kadar her konuda farklı bir toplum (ümmet) oluşturmayı hedefledi ve bunu da başardı. Yahudilerin yürüttükleri gerilim siyasetinin arka planında esasen bunlar vardır.
Ancak gerilim siyasetinin sürgün veya ölümle neticelenmesi, Hz. Muhammed'in Yahudilere karşı beslediği herhangi bir önyargıdan değil, başlangıçta uyma sözü verdikleri toplumsal sözleşmeyi ihlal etmelerinden kaynaklanmaktaydı. Fakat bunlar genel görünümü bozmayan istisnalardır. O dönemde Medine'de Müslüman toplumla yaşamaya devam eden pek çok Yahudi de vardı. Başta Peygamberimiz olmak üzere aynı toplumda yaşamanın gereği olarak pek çok Müslümanın farklı düzlemlerde Yahudilerle ekonomik ya da sosyal ilişkisi devam etmişti.
Hz. Muhammed döneminde Yahudiler, Araplardan farklı, kendilerine özgü bir millet olarak dikkat çekmektedir. Gerçi bu durum günümüzde de çok farklı değildir.
Yahudilerdeki seçilmişlik anlayışıyla sürgün dönemlerinin getirdiği dışlanmışlık onları kendilerini diğer milletlerden üstün görmeye sevk etti. Esasen bu üstünlük başlangıçta putperestliğe karşı peygamberler önderliğinde verilen erdemli “tevhid” mücadelesinden kaynaklansa da -Bakara Suresi'nin 47-61. ayetlerinde ve krş. Çıkış 19/5-6, Tesniye 31/16, 20 pasajlarında vurgu yapıldığı gibi- Yahudiler tarafından zamanla salt basit ırk temeline indirgendi.
Yahudilerin çağdaşı olan Araplara bakışı ve Hz. Muhammed'e karşı tavrının arka planında bu indirgemeci düşünce vardı. Kur'an'ın Medine Yahudilerinde var olduğunu belirttiği bu tutum, gelişen gerilimli sürecin de etkisiyle Tevrat'tan daha çok Talmud'un “öteki”ne acımasız bakışının benimsenmesine sebep olmuştur. (Bu konuda mesela Babil Talmudu, Baba Kama 15a, 113b; Bikurim 13b; Baba Batra 54b bölümlerine bakılabilir.) Bu bakıştan dolayı o dönemde Yahudilerin –hakları olmasa da- Arapların mallarını sahiplenmek konusunda herhangi bir endişe taşımadıkları, hatta buna dinen cevaz verdikleri belirtilir. Ancak Talmud kaynaklı -Tevrat değil- bu tutum, Kur'an tarafından Âl-i İmran Suresi'nin 75. ayetiyle eleştirilmiştir.
Kur'an Yahudileri eleştiriyor
Günümüzdeki millî kimliğin tersine başta Kur'an olmak üzere ilk dönem İslâm literatüründe Yahudiler daha çok dinî kimlikleriyle ön plana çıkmaktadır. Yahudiler din konusundaki bazı tutumları nedeniyle tenkit edildiler. Kur'an'ı Kerim'in bazı ayetlerinde Yahudiler dini bir kenara attıkları ya da dine karşı sorumsuz tavırları nedeniyle eleştirilirler.
Ayrıca Kur'an'da Yahudiler dinin orijinal halini bozmaları (tahrif), Tanrı'yı, dini ve seçkinliği tekellerinde görmeleri, Allah'a verdikleri sözden (ahit) dönmeleri, öte dünyanın sadece kendilerine ait olduğunu iddia etmeleri sebebiyle tenkit edilirler. Yine daha önce helal ya da haram kılınan bazı hususlardaki keyfî tutumları nedeniyle de kınanmaktadırlar. (Misal olarak Cuma 5, Nisâ 46-160, Âl-i İmrân 73, Mâide 18, Bakara 11-109, Nahl 118, En'âm 146.)
Günümüzde olduğu gibi Hz. Muhammed'in çağdaşı Yahudiler arasında da kuvvetli bir yardımlaşma ve dayanışma ruhu vardı. Bu husus Talmud'da “Yahudi, Yahudinin kefilidir” -“Kol Yisrael 'arevim ze le-ze” -Babil Talmudu, Şavu'ot 39a pasajında geçmektedir- şeklinde kurala bağlanmıştı.
Yahudiler esir olan dindaşlarını kurtarır, Yahudi köleleri tespit edip cemaat içerisinde topladıkları paralarla satın alarak özgürlüklerine kavuşturmayı dinî bir vazife olarak yerine getirirlerdi.
Medine Yahudilerinin cemaat reisleri, daha çok din adamlarıydı. Bunların cemaat üzerinde tartışmasız otoriteleri vardı. Hz. Muhammed'in “kendisine 10 Yahudi din adamının inanması durumunda, bütün cemaatin onlara uyarak Müslüman olacağı” şeklindeki ifadesi, bunların cemaat üzerindeki etkisini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Medine'de Nadîr ve Kureyza kabileleri Harun Peygamber'in soyundan geldikleri için şehirde pek çok “kohen” bulunmaktaydı. Kur'an'daki ifadeler ve kaynaklara yansıyan bilgilerden, istisnaları olmakla birlikte bu din adamlarının önemli bir kısmının toplumsal sorumluluklarını yerine getirmedikleri, menfaat merkezli davrandıkları ve cemaatlerini de bu doğrultuda sevk ve idare ettikleri anlaşılmaktadır.
Yahudilerin Tevrat'tan sonraki en önemli dinî referansı olan Talmud'da mutlu bir hayat için her cemaatte bir sinagog (bet ha-kneset), tam yetkili bir dinî konsül (bet din), cemaat içi yardımlaşma sandığı (kupa şel tsadeka), dinî arınmanın gerçekleştiği havuz (mikve/ bet ha-mirhats), hamam ve tuvalet bulunmasın buyurulur.
Ayrıca cemaat doktoru (bet rofe); zanaatkâr (omanim), dinî metinleri yazan müstensih (bet sofer), cemaat kasabı (tabahim/ şohetim), çocukların eğitimi için ilk (bet ha-sefer) ve ortaokul (bet ha-midraş) ile bu kurumlarda ders veren öğretmenler (melamedey tinokot) bulunması da zorunlu görülmüştür. Babil Talmudu, Sanedrin 17b bölümü bu konuyla ilgilidir.
Cemaat olmanın ve cemaat olarak varlığını devam ettirmenin vazgeçilmez şartı olan bu kurumlara Hz. Muhammed'in çağdaşı Yahudiler de sahipti.
Hz. Muhammed döneminde günlük hayatta Arapça konuşan Yahudiler bunu kendilerine has bir aksanla yapıyorlardı. Ancak yazışmalarında Arapça yanında Yahudice-Arapçayı da -İbranî harfleriyle yazılmış Arapça (Judaeo-Arabic)- kullanıyorlardı. Kendi aralarındaki şifreli yazışmaları bu şekilde yaptıkları anlaşılmaktadır ki, Hz. Muhammed onlar hakkında bilgi edinmek için arkadaşı Zeyd b. Sâbit'e İbranî alfabesini öğrenmesini emretmişti. Kültürel açıdan Araplar üzerinde hatırı sayılır etkileri olan Yahudiler, Hicaz bölgesindeki bazı yerleri İbranîce olarak isimlendirmişlerdi.
Medine'deki Yahudiler bir veya iki katlı, aynı zamanda avlulu evlerde yaşamakla birlikte, herhangi bir savaş durumunda bütün cemaatin toplanacağı “utum” adı verilen kalelere sahiplerdi. Bugün İsrail'de olduğu gibi o dönemde de Yahudilerin öncelikli sorununun “güvenlik” olduğu anlaşılmaktadır.
Dinî gereklilikten dolayı evlerindeki kapılara içinde Şem'a duasının yer aldığı mezuzalar takan Yahudiler, gündelik hayattaki giyim- kuşamlarında ise Arap kültürüyle yoğrulmanın sonucu olarak bölgesel giysileri tercih ediyorlardı. Ancak ibadetlerinin de bir parçası olan kendilerine özgü saçaklı dua şalı “talit” günlük hayatta Yahudi olmanın en önemli nişanesiydi.
Hz. Muhammed'in arkadaşlarına başın bir kısmını tıraş edip bir kısmını perçem olarak bırakmasını yasaklamasının sebebi, o dönemde Yahudilerin başın üst kısmını tıraş ederek şakaklarda “pey'ot” adı verilen zülüfler bırakmalarıdır.
Tevrat'ta Tekvin bölümünün 28. pasajında bildirildiği gibi Tanrı'nın yeryüzünü “oturulsun” diye yarattığına inanan Yahudilerin prensipte kendi dindaşlarından başkası ile evlenmeleri yasak olsa da, kadın ya da erkeklerden Araplarla evlilikler yapanlar olmuştu. Günümüzde olduğu gibi o dönemlerde de yabancılarla evliliğin getirdiği asimilasyon korkusu Yahudilerin öncelikli gündemiydi. Bu yüzden Yahudiler yakın akraba evliliğini tercih ediyorlardı.
İslamiyetin tersine Yahudilikte erkeğe sınırsız sayıda kadınla evlenme imkânı tanınmıştır. Erkeklerin Tevrat'ın Çıkış 21/10'daki emrine göre yiyecek, giyecek ve cinsel ihtiyaçlarını ihmal etmemek şartıyla çok eşle evlenmesine bir sınır yoktur. Ayrıca küçük yaşta evlilik yaygındı.
Birbirine nikâhı düşen kadın ve erkeğin nikâh olmaksızın bir araya gelmemelerine özen gösterilir, nişanlılık döneminde gelin ve damat adayları görüştürülmezdi.
Yahudi evlilik hukukunda önemli bir yere sahip olduğu için Müslümanlardaki “mehir belgesi”ne benzeyen ve adına “ketuba” denilen bir evrak düzenlenirdi. Boşanma ya da kocanın ölmesi durumunda ketuba kadının ekonomik güvencesini sağlamayı amaçlıyordu. Yahudilerde de düğün yemeği (velime) âdeti mevcuttu.
Yahudiler cinsel ilişkide herhangi bir korunma yoluna gitmez, doğum kontrolünün Tevrat'ın “semereli olun” emrine -Tekvin 1/22-28, 9/1 bölümlerinde “peru u-rbu” şeklinde geçmektediraykırı olduğunu kabul eder ve uygulamazlardı. Ayrıca cinsel ilişkiden sonra boy abdesti de alırlardı.
O dönemde Yahudiler kadınların muayyen dönemlerinde onlarla aynı mekânı paylaşmaz, birlikte yiyip içmez, hatta erkekler evlerde dahi kendileriyle kalmalarına izin vermezlerdi. Kaynaklara yansıdığı kadarıyla Yahudi hanımlar başlarını örtmüyorlardı.
Tevrat'ta -Levililer 12/6 bölümünde- kadının loğusalık halinin bitiminde erkek ve kız çocukları için kurban kesilmesi emredilir. Ancak bu uygulama Hz. Muhammed döneminde uygulanmıyordu.
Tanrı ile İsrailoğulları arasında önemli bir ahid kabul edildiği için Yahudiler, doğumlarının sekizinci gününde erkek çocuklarını muhakkak sünnet ederlerdi (brit mila). Çocuklarına isimlerini sünnetten sonra koyan Yahudilerin, bunları belirlerken kendi kültürlerinin yanında Araplardan da etkilendikleri görülmektedir.
Yahudiler Hz. Muhammed dönemi de dahil, sürgünden sonraki süreçte cemaati bir arada tutmak, onun dinî ve ahlakî yapısını korumak amacıyla cezaî yaptırımlar geliştirmişlerdi. Sürgünde oldukları için Tevrat'ın emri olmasına rağmen idam ve recm (taşlayarak öldürme) gibi cezaları uygulamazlardı.
Yahudi hukukuna göre bu cezaları gerektirecek suçlar için kırbaç cezası verilmekteydi. Mesela o dönemde Yahudiler recm cezasını başlangıçta sadece fakirler arasında uygularken, zenginlere “tecbiye” olarak adlandırılan bir ceza veriyorlardı. Tecbiye cezasında zengin Yahudi yüzü siyaha boyanıp eşeğe ters bindiriliyor ve katrana bulanmış bir kırbaçla dövülüyordu (celde). Ayrımcılık cemaat arasında itirazlara sebep olunca fakirlere uygulanan recm cezası kaldırılarak herkese kırbaç cezası uygulandı.
Arabistan'daki Yahudiler arasında en yaygın ceza Hıristiyanlıktaki aforoza benzeyen “herem”di. Herem'in üç türlüsü uygulanırdı:
Nezifa en hafifi olup bir cemaat yöneticisine veya din adamına karşı yapılan saygısızlık durumlarında verilirdi. Cezalı kimse bu süre içinde evinde oturur, az konuşur ve pişmanlığını göstermeye çalışırdı.
Niduy veya şam'ata ise biraz daha ağırlaştırılmış heremdi. Dinî ve sosyal kuralların ihlalinde verilen bu cezanın süresi 30 gündü. Bu süreçte pişmanlık duyulmazsa süreye bir 30 gün daha ilave edilirdi.
Herem'in en ağırına ise “ahramta” adı veriliyordu. Cezalı kimse cemaatten tamamen atılır, dinî ya da sosyal herhangi bir cemiyette asla kabul edilmezdi. Cezayı alan kimse aşağılanır, hakarete uğrar ve saçları kesilirdi. Cemaat yönetimi (bet din) gerekli görürse mallarına el koyarak cemaat malı (hef ker) ilan edebilirdi. Cemaat üzerindeki manevî baskıyı artırmak için heremler genelde sinagoglara ya da mukaddes kabul edilen mekânlarda ilân edilirdi.
Medine Yahudilerinde herem cezası Müslümanlığı tercih edenlere de uygulandı. Başta cemaatin önde gelen alimlerden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları olmak üzere Müslüman olan dindaşlarına herem ilan ederek cemaatten attılar.
Yahudilerin çağlar boyu varlıklarını sürdürmelerinin temelinde sürgün şartlarında şekillenen ve din adamlarının dinî ve sosyo-kültürel hayatta uygulamaya koydukları bu hayat düzeni vardır.
Sürgünde yaşayan ya da İsrail Devleti'ndeki laik yasaları gayri meşru kabul eden dindar Yahudiler bugün dahi İsrail'deki Kudüs, Ramat Gan, Safed, Bene Barak, Bet Şemeş şehirlerinde ya da modern New York'ta kendi mahallelerinde Ortaçağ geleneklerini ibadet vecdiyle aynen devam ettirirler.