“Nân-ı azîz"dir, kırıntıları bile ziyan edilmeyip kurda kusa rızık olandır.
Buğday, insanla birlikte savrulmuştur yeryüzüne. İnsanoğlu bir anlık gaflete düşüp “himmeti” değil “buğdayı” seçmiş ve “yeryüzü sürgünü”nde ona yoldaş olmuştur buğday, ilk günden itibaren. Buket Işık, "İnsanın asırlardır genlerinde taşıdığıdır" dediği 'ekmek'in hikayesini yazdı.
“Sanki bir bebeğin kokusu gibidir" der yıllarını ekmeğe vermiş ekmek ustaları, hamurun kokusunu tanımlarken. Saflığa, temizliğe, tazeliğe ve yasamadır bu vurgu. Buğday ve ekmek var olduğu bu topraklarda on binlerce yıldır bolluğun, bereketin ve uygarlığın simgesi olduğu gibi yasamı, doğumu, doğurganlığı ve geleceğe duyulan umudu da simgelemiştir. On binlerce yıl önce neşv-ü nemâ bulduğu Verimli Hilal Bölgesi'nden yükselip bugüne ulasana değin ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye; adları, şekilleri, formları ve pişirildikleri yerler değişse de tek değişmeyen, ekmeğin hanelerdeki yeridir.
Ve dahi ekmek, insanın asırlardır genlerinde taşıdığıdır. Çünkü “ne yersek oyuz!" Yere düştüğünde alınıp bas üstüne konandır, kutsaldır, berekettir. “Nân-ı azîz"dir, kırıntıları bile ziyan edilmeyip kurda kusa rızık olandır.
Rızkı veren Allah'tır, ama nimete ulaşmak emeksiz olmaz. “Ekmek aslanın ağzında" olmuş her daim. İnsan ilk kez belki bir Ekim ayında havalandırmış toprağı; buğdayı koynunda yatırıp uyutacak, ardından ona yasam katacak kıvama getirmiş elleriyle. Ardından eteğindeki buğday tanelerini savurmuş avuçlarıyla münbit yeryüzüne. Ekini kâşif karıncalara yem olmadan ektiği tohumları yerleştirmesi gerekmiş toprağın derinliklerine; ekini toprağa attığı andan itibaren elini çabuk tutmaya çabalaması bundandır.
Ekininin filiz verisini beklemiş sonra sabır ve merakla. Gökten yağan yağmurlar basak tanelerinin boy atması için hep özlemle beklenen olmuş da aniden bastırıverecek şiddetli ayaz da korkutmuş onu her daim. “Buğdayı don keser" de tüm emekler boşa gider diye tetikte beklemiş hep. Yağmur, sessizce yeryüzüne yağarak bereketi indirdiği ve yemyeşil bir ekin tarlası kapladığında her yanı, tüm yorgunluğunu ardında bırakmış. Bütün bir kıs boyunca “kar yorganı" altındaki sıcacık uykusunda, derinlerde sessizce büyümesini sürdürürmüş ekin. Mayıs ayına gelindiğinde yine ekinin üzerindeymiş gözü insanın: Ekine kına düşmesin, ayrık otları sarılıp boğmasın ekinini diyeymiş endişesi.
Henüz gün ışımaya başlamışken ekinlerin arasındaki ayrık otlarını yolmaya başlamış bir bir. Sıcakların iyice bastırdığı bir yaz günü, neredeyse içinde kaybolacağı denli boy atan ekin tarlasında, biçme zamanının geldiği fısıldanmış kulağına.
Güneş batıya ağıncaya dek çalışıp, harman yerinin ortasına yığdığı sapları desteler haline getirmeyi tamamladığında, derin bir oh çekmiş olmalı. Samanla buğdayı tınaz yapmış ardından, kuzey rüzgârını alabilsin diye. Rüzgâr insanın çağrısını duyup usul usul eserek yardımına geldiğinde, savrulan harmanda buğday önüne düşmüş, saman ise diğer yana.
Uzun süren zorlu bir yolculuktan sonra insan, sabrının ve emeğinin karşılığı olan buğdayın ağırlığını avuçlarında hissettiğinde, buğdayın içinde gizlenen öze ulaşabilmek için yeni bir yolculuğa çıkmaya niyet etmiştir artık. Avucundaki buğdayı, önündeki ağır ağır dönen taslar arasında irice parçalar haline getirip bulamaç yapmayı akleder, kulağına fısıldanan kadim bilgiyle.
Daha sonraları bir kenarda bırakıp unuttuğu buğday kırmasında gözeneklerin varlığını fark edip onu sıcak taslar üzerinde, fırına benzer oyukların içinde veya küle gömerek pişirdiğinde, lezzetin farkını görür insanoğlu. Bulamaçtan peksimete doğru geçiş, hayatta kalma mücadelesinden haz almaya geçişi de getirir beraberinde. Serüvenin burada bitmediğini, tarih süreci boyunca adım adım peksimetten bin bir isim ve formdaki ekmeğe geçileceğini biz asırlar ötesinden çok rahat görebiliyoruz. Oysa o dönemde insanoğlu bu aşamaları geçmesi için “Binlerce fırın ekmek yemek gerek"tiğini bilmiyordu.
Kuşkusuz buğdayın yeryüzünde görüldüğü ilk dönemde buğday tanesi de ekmek de bugünkü özelliklerini taşımıyordu. Zaman içinde avcılık-toplayıcılıktan yerleşik düzene geçilmesiyle, buğday da yavaş yavaş dönüşüme uğrayıp bugünkü halini aldı. Önceleri tasların arasında ezilirken zamanla çeşitli ve daha karmaşık düzeneklere ihtiyaç duyulmaya başlandı. İlk zamanlar “dibek taşları"nın ilk hali olarak düşünülebilecek “öğütme tası" ve “eyer tası" olarak adlandırılan düzenekler kullanıldı. Buğdayın uzun süren tarih yolculuğunun ardından, su gücünden yararlanarak öğüten büyük cüsseli “tas değirmenler" kullanılmaya başlandı.
Bu yönüyle buğday, Anadolu topraklarında binlerce yıl önce başlayan serüveninde bir uygarlık simgesi olduğu kadar kültürel ve tarihi bir değer olarak da çıkıyor karsımıza. Binlerce yıldır geçirdiği evrimlerle bugünkü haline dönüşen buğday, aynı zamanda biyolojik bir değer. Bilinen en eski Neolitik yasam bölgesi olan Çatalhöyük'te bugünden tam 8 bin 500 yıl öncesine tarihlenen kömürleşmiş antik buğday örneklerine ulaşıldı. Bunlara ulaşılmasıyla, arkeolojik bir değer olduğunu da kanıtladı bize buğday. Buğday, firavunların/hükümdarların mezarlarında yer almaya layık bulunan üç/beş kıymetli metadan biri olmuştu tarih boyunca. Zira hükümranlığın vâridâtını temsil ediyordu.
Geçmişteki ilk ekmekten bugünkü ekmeğe ulasana dek coğrafyalar asarak, bir ülkeden diğerine, bir iklimden ötekine, bir kültürden bir başka kültüre ne kadar farklılık gösterirse göstersin… Ne kadar farklı isim verilirse verilsin… Yapılış ve pişirme teknikleri ne kadar farklılık arz ederse etsin… Tatları ne denli değişik olursa olsun… Ekmek, hiçbir toplumun bugüne kadar vazgeçemediği, sofrasında her daim var olan belki de tek katık olmuştur. Ekmek, yoksul vatandasın sadece birkaç zeytininin olduğu sofrasında azığı bereketlendiren bir katık olduğu gibi, saray sofralarında çorbadan etli yemeklere değin aranandır: Onsuz sofra hep eksiktir.
#Ekmek
#Buğday