
Hidayet bir nasip işi olsa da kulun iradesi, arzusu, gayreti, arayışı gerekir. Tarih boyunca pek çok hidayete erme hikâyesi vardır. Bilinen ve bilinmeyen nice güzellikler yaşanmıştır. Bunlar, Müslümanlar için de çok öğretici ve özendirici, sahip olduğu kıymetleri bilmesi açısından da önemli olmuştur.
Bu sebeple gerek sahabeden gerek sonrasında var olan pek çok örnekten birisini, sosyal medyada da meşhur bir öyküyü buraya almanın bir güzellik olacağını düşündük.
İfadeler İslamiyet’le şereflenen delikanlının kendi ağzından…
“Önce adım Rubin’di, Sonra Ebubekir oldu. Üniversitede okuyordum. O sene annem babam ayrılmışlardı. Bir köpeğim vardı o da öldü. Çok zor bir gündü benim için. O sene bir arkadaşım da öldü. Bu hadiseler kendime bazı soruları sormama neden oldu. Ben neden buradayım? Hayatın gayesi nedir? Sabahları neden uyanıyorum? …
Netice dinî bir arayışa çıktım. Önce doğal olarak Hristiyanlığı araştırdım. Bir kilise kampında herkes bana, Allah’ın beni ne kadar sevdiğini söylüyordu. Ben de düşünüyordum, Allah beni seviyor mu? Seviyorsa köpeğim niçin öldü?
Hristiyanlığı araştırmam sonunda şu kanaate vardım: İncil’i ellerine alıp da değerli kardeşim, sorunun cevabı burada diyemiyorlardı. Onun yerine herkes kendi görüşlerini söylüyordu. Ben de şöyle düşündüm:
“İncil bir kitap fakat birçok değişik yorumlar çıkartılabiliyor. Bu da çok kafa karıştırıyordu.”
Hindu dinine mensup Hindistanlı bir arkadaşla tanıştık ve tartıştık. Onun verdiği cevaplar da beni tatmin etmedi. Bir de Musevîliği araştırdım, onda da aradığımı bulamadım. Budizm’i araştırdım. Bunun da ilâhî bir din olmadığını anladım.
Çok yakın bir arkadaşım bana araştırdığım dinleri sordu. Ben de saydım: Musevîlik, Hristiyanlık, Budizm, Hinduizm ve diğerleri.
“Peki, İslam’a baktın mı?”
“Müslümanlar terörist, ben onları araştırmam ki…
Bunlar çıldırmış, ben ne diye bu dine bakayım …”
Fakat gelin görün ki, bir gün kendimi bir camiye girerken buldum. Doğrudan içeri girdim. Ayakkabılar ayağımda. Halının üzerinden, namaz kılan bir adamın önünden geçtim. Secdeye giderken nerdeyse kafasına basacaktım.
Sübhanallah! Ne yaptığımın farkında değildim. Etrafa baktım, adı Ebu Hamza olan arkadaşı gördüm. Çok uzun sakalı vardı maşallah! Bana doğru gelmeye başladı.
Ben kendi kendime ‘bu gün öleceğim galiba’ dedim. Bana yaklaşınca söylediği şey,
“İyi günler arkadaş! Nereye gidiyorsun” oldu.
Onun beni böyle doğal karşılama şekli beni çok etkiledi.
Ben bir ateisttim. Ailem Hristiyan’dı. Beni her pazar kiliseye sürüklerlerdi. Ben de her dakikasından nefret ederdim. Öldükten sonra böceklere yem olacaksınız, derlerdi. Ahiret yok, ilah yok. Her şey değersiz gibiydi.
Ebu Hamza bana çok ikramda bulundu. Ona da daha önce rahiplere ve diğer din adamlarına sorduğum bütün soruları sordum. Burada beni etkileyen şu oldu: Her soru sorduğumda, normal cevaptan ziyade, Kur’an’ı açıp şöyle dedi: Burayı oku, şurayı oku… Sorularımın cevapları hep oradaydı. Her defasında daha zor sorular sordum. Kadınlar neden örtünmek zorundalar? Benim neden dört hanımım olur da, bir hanımın dört kocası olmaz? Bu sorularımı da Kur’an ile cevapladılar.
Oradaki arkadaşlardan birine,
“Bu konuda senin fikrin nedir?” dedim.
“Allah’ın indirdiği ayetler varken benim fikrim ne olabilir ki?” dedi.
Bu söz beni çok etkiledi. Sonra onlara, ‘Kur’an’ı eve götürebilir miyim?’ dedim. ‘Tabi!’ dediler. Eve gidip okumaya başladım. Okurken şunun farkına vardım. Kendimi bir hikâye okur gibi değil sanki biri bana emir veriyormuş ve yapmam gereken şeyleri söylüyormuş gibi hissettim.
…
Bir gece rûhânî bir ortam hazırlamaya karar verdim. Bir mum yaktım. Pencereyi açtım. Perdeleri açtım. O rûhânî hisleri yakalamaya çalışıyordum. Oturup düşünüyordum. Bu gün son olması lazımdı. Bu akşam bütün o rûhânî ve ilmî delilleri araştırdım. Dağlar kadar. Bir embriyonun oluşumunu… Bütün bu muhteşem kanıtları gördüm. Yine de ufak bir kıvılcıma ihtiyacım vardı. Sanki bir uçurumun ucundaydım. Atlamaya hazırım. Fakat bir şeyin beni itmesi lazımdı.
Açtım Kur’an’ı okumaya başladım. Sonra durdum dedim ki:
“Allah! Bu benim beklediğim vakit. Şimdi İslam’a katılmaya hazır olduğum vakit. Tek istediğim şey bir işaret. Yalnızca ufak bir şey. Çok büyük bir işaret olmasına gerek yok. Yıldırım düşmesi olur, evimin yarısı çökebilir. Senin için bunlar çok küçük bir şey. Sen dünyayı yarattın. Hadi. İşte burada oturdum.”
Mumun ateşinin filmlerdeki gibi yukarıya yükselip yanmasını bekliyordum. Fakat hiçbir şey olmadı. Tabi büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Ve dedim ki:
“Allah! İşte sana bir fırsat daha vereceğim. Ben buradayım bir yere gitmiyorum. Belki meşguldün. Dünyanın öbür tarafı hâlâ gündüz, orada birçok olaylar oluyor. Ben bir işaret bekliyorum. Bu, bir arabanın egzozundan çıkan gürültü olabilir, belki bir kuş düşebilir içeriye. Ne olursa olsun.”
Yine ‘aha şu oldu’ diyebileceğim bir şey olmadı. Bir daha hayal kırıklığına uğradım. Kendi kendime şöyle dedim:
“İşte buraya kadar, İslam son şansımdı ve ben onu bulamadım!”
Ve tekrar Kur’an’ı elime aldım, kaldığım yerden okumaya devam ettim. İlk ayet:
“Sağlam düşünce ve inanç sahipleri için yeryüzünde açık kanıtlar (işaretler) vardır.
Hatta kendinizde de. Hiç görmüyor musunuz? Rızkınız ve size vaad edilenler göktedir. Göğün ve yerin rabbine andolsun ki bu, tıpkı sizin konuşmanız kadar gerçek! (Zariyat, 51/20-23)
Sübhanallah!
Kafama battaniyeyi örttüm, uyuyor numarası yaptım.
O kadar korkmuştum ki! Bu kadar işaretler etrafımdayken kendi işaretime karşı ne kadar kibirli olduğuma inanamadım. Bu dünyaya sahip olmamız, bu kadar canlıların var olması bizim için işaretlerdir.
Ertesi gün ‘ben Müslüman oluyorum’ diye karar verdim. Altı ay araştırma sonucu ‘ben Müslüman olacağım’ dedim. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Herhalde yatsı namazına yakındı. Camiye girdim. Camide 1000’e yakın insan vardı.
Sübhanallah! ‘Şu dine bak, ne kadar da güçlüler’ dedim. Meğer Ramazan’ın ilk günüymüş. Ramazan Müslümanları. İşte orada oturdum. Çok heyecanlıydım.
“Şu kelimeleri söylemen lazım” dediler.
Ben de: “Ne? Eş, neydi? İngilizce söylesem olmaz mı?” dedim.
“Olmaz, önce Arapça söylemen lazım,” dediler.
Herkes bana bakıyordu. Yanımda o uzun sakallıları görüyordum. O anda çok korkmuştum. O kelimeleri söylemeye başlar başlamaz bütün korkum gitti. Sanki birisi beynimde soğuk su musluğunu açtı. Kendimi tertemiz hissettim. Arkadaşım gelip
“Tekbiiir!” dedi. Hep birden,
“Allâhü Ekber!” dediler.
Gelip beni öpüp kucaklamalarını beklemiyordum. Hepsi gelip beni kucaklayıp öpmeye başladı. Hayatımda hiç o kadar kişi tarafından öpülmemiştim. O gün hiç sahip olamayacağım kadar kardeşim oldu.
İlk başlarda ailem, onlara karşı tuhaf olabileceğimden endişeliydi. Her halde birkaç el bombasıyla saldıracağımı zannettiler. Fakat çok kısa bir sürede bu dinin beni daha iyi biri yaptığının farkına vardılar. Bir süre sonra babam benden bir Kur’an istedi ki ben buna çok sevindim. Bana dedi ki:
“Sen Müslüman olduğundan beri çok daha iyi biri oldun. Çok daha güvenilir oldun. Eğer arabam bozulursa beni alman için seni arayabilirim. Eskiden olsaydı, oğlum şimdi kim bilir nerelerde içiyor, kafa çekiyor” derdim.
İnşallah hepinizle cennette kebap yemek için görüşmek üzere. Esselamü aleyküm.
Not: Rubin’in hidayet öyküsünü kendi sesinden dinlemek için “Avustralyalı Bir Gencin Müslüman Oluşu” başlığıyla farklı paylaşımlara bakılabilir.*
Merhaba, sitemizde paylaştığınız yorumlar, diğer kullanıcılar için değerli bir kaynak oluşturur. Lütfen diğer kullanıcılara ve farklı görüşlere saygı gösterin. Kaba, saldırgan, aşağılayıcı veya ayrımcı dil kullanmayın.
İlk yorumu siz yapın.