Rahman Suresi, Mekke döneminde inmiştir ve 78 ayettir. Sure, adını ilk ayeti oluşturan ve Allah’ın sıfatlarından biri olan “er-Rahmân” kelimesinden almıştır. Surede başlıca, Allah’ın nimetleri, birliğini ve kudretini gösteren kainat delilleri ve günahkârların kıyamette karşılaşacakları korku ve şiddet konu edilmektedir. Surede, edebiyatımızda terciibend denen edebî sanat benzeri bir üslûpla, “Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?” anlamındaki cümleye otuz bir defa yer verilmiştir. Rahman Suresi'nin Arapça okunuşu ve Türkçe anlamı, mealini, faziletini haberimizde bulabilirsiniz. İşte Rahman Suresi'nin Arapça okunuşu ve Türkçe anlamı, meali ve dinleme seçeneği:
Rahman Suresi, Mekke döneminde inmiştir ve 78 ayettir. Rahman Suresi, adını ilk ayeti oluşturan ve Allah’ın sıfatlarından biri olan “er-Rahmân” kelimesinden almıştır. Surede başlıca, Allah’ın nimetleri, birliğini ve kudretini gösteren kâinat delilleri ve günahkârların kıyamette karşılaşacakları korku ve şiddet konu edilmektedir.
Rahman Suresi dinle
Rahman Suresi Arapça okunuşu
Rahman Suresi Diyanet meali
Rahman Suresi'nin nuzülü
Mushaftaki sıralamada elli beşinci, iniş sırasına göre doksan yedinci sûredir. Ra‘d sûresinden sonra, İnsân sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Tamamının Mekkî olduğu veya bir kısmının Mekke’de bir kısmının ise Medine’de indiği görüşleri de vardır (Zemahşerî, IV, 49). Şevkânî, sûrenin hem Mekke’de hem de Medine’de indiğine dair rivayetler bulunduğu dikkate alınarak kısmen Mekkî kısmen Medenî olduğunu kabul etmenin uygun olacağını belirtir (V, 151).
Rahman Suresi'nin konusu
İnsanın kendinde ve dış dünyada görebileceği dinî, dünyevî birçok nimete değinilerek bunların sorumluluğunu idrak etmesi ve kulluk bilinci içinde hareket etmesi gerektiği hatırlatılmakta, cinlere ve insanlara müşterek hitaplarda bulunulmakta, nisbeten kısa bir cehennem tasvirini takiben oldukça ayrıntılı bir cennet tasvirine yer verilmektedir.
Rahman Suresi'nin fazileti
Rahman Suresi tefsiri
İnsanı da yaratanın Allah olduğu belirtilip ona verilen özelliklerin en önemlisinin, duygu ve düşüncelerini açıklayabilme, konuşma ve anlatma yetisi olduğuna işaret edilmektedir. Anlamak, anlatabilmenin ön şartı olduğuna göre burada altı çizilen nimetin idrak ve ifade yetisi olduğu söylenebilir. Böylece bu âyetlerde insanı insan yapan akıl nimeti ve muhâkeme gücünün pratiğe yansıyan yüzü ön plana çıkarılmaktadır. İnsanın, her şeyden önce Allah’a olan kulluğunu idrak ve ifade etmesi, başka insanlarla ilişkilerinde hak ve vecîbelerini kavrayıp bunların gereğini yerine getirmesi, kısaca akıl nimetinin semere verebilmesi hep anlama ve anlatma yetisine bağlıdır; dolayısıyla kültür ve medeniyetleri oluşturan temel faktör de budur. Gülme, ağlama, sevgi veya nefretle bakma, anlamlı söz söyleme, düşündüklerini eyleme dönüştürme, bir sanat eserine şekil verme ... hep anlama ve anlatma faaliyetinin sonuçlarıdır ve birer anlatım biçimidir. Güzel, düzgün ve etkili söz söylemeyi, bir anlamı belli yöntem ve kurallara göre değişik yollarla ifade etmeyi, anlatım fenomenini kendisine konu edinen belâgat, hitabet, beyân, narratoloji gibi teorik incelemeler; en güçlü örneklerine görsel sanatlarda rastlanmakla beraber esasen herhangi bir alanda anlatım imkânlarını zorlayan sanat akımı ekspresyonizm (dışavurumculuk) ve bu konudaki fikrî çekişmeler, hep insanın bu yetisinin önemini somut biçimde ortaya koyan ürünler ve göstergelerdir.
Bu âyetlerde güneş, ay, gök ve yerin yaratılmasındaki bazı inceliklere değinilmekte, evrendeki dengeye dikkat çekilmekte, beşerî ilişkilerde de dengenin şart olduğu, bunun ise adaletle sağlanabileceği vurgulanmakta, ardından da insanlara sağlanan bazı nimetler hatırlatılmaktadır.
5. âyette gök cisimlerinin ince bir hesaba bağlı hareket ettiklerinin belirtilmesi öncelikle bunun yüce Allah’ın kudretini gösteren açık kanıtlardan olduğu anlamını düşündürmektedir. Burada özellikle güneş ve ayın zikredilmesi, bunların insanların en fazla ilgili olduğu gök cisimleri olmasıyla izah edilmiştir; bu sûrede eşli durumlara dikkat çekme üslûbunun kullanıldığı, insanların da ay ve güneşi daima birlikte düşündükleri şeklinde bir yorum da yapılmıştır (İbn Âşûr, XXVII, 235; güneş ve ayın hareketleri hakkında bilgi için bk. Yâsîn 36/38-40). Bunun yanı sıra şu hususa da işaret edildiği söylenebilir: Bütün bu varlıklar ve bağlı bulundukları düzen kendisi için var edildiğine göre insan da hayatını bir hesaba göre düzenlemeli, bir hesap gününün geleceği bilinci içinde olmalı ve kendisini bu hesaba hazırlamalıdır.
6. âyette geçen ve “gövdesiz bitkiler” diye çevirdiğimiz necm kelimesi, tahıl ve ot gibi gövdesi olmayan bitkileri ifade eder. Bu kelime “yıldız” anlamına da gelmekle beraber burada meâlde esas aldığımız mânada kullanıldığı genellikle kabul edilir (Taberî, XXVII, 116-117; Râzî, XXIX, 89). Ağaçların ve diğer bitkilerin secde etmesi, bunların Allah’ın yasalarına iradî olmaksızın boyun eğmelerini ifade etmekte; bu da kendisine akıl nimeti ve irade gücü verilmiş olan insana bilinçli bir tercih sonucu O’na tâzimde bulunmanın, buyruk ve yasaklarına uymanın değerini, dolayısıyla –iradesini bu yönde kullanması şartıyla– kendisine bahşedilen onuru hatırlatmaktadır.
7. âyette “gök” anlamı verilen semâ kelimesiyle, üzerimizde yükselen uçsuz bucaksız âlemin, milyarlarca galaksi ve gök cisminin içinde yer aldığı ve belli bir düzene göre hareket ettiği kozmik uzayın kastedildiği söylenebilir. “Göğün yükseltilmesi” hakikat anlamı esas alınarak bize nisbetle yüksekte olması yahut mecazî anlamda düşünülüp mânevî bir yüksekliğe sahip olması şeklinde yorumlanabilir. Her iki mâna, bizi, bunu sağlayan Allah Teâlâ’nın yüceler yücesi olduğu, secde ve kulluk edilmeye lâyık başka mâbud bulunmadığı gerçeğine götürür (Zemahşerî, IV, 50).
7-9. âyetlerde üç defa geçen ve “denge, ölçü, eşyanın birbirine nispetle ağırlığını tartma, tartı aleti, terazi” mânalarına gelen mîzân kelimesine, bulunduğu bağlamlara göre şu anlamlar verilebilir:
a) Yüce Allah evrende denge kanununu koymuştur; bütün varlık ve oluşlar arasında, evrenin belirli bir sistem dahilinde yürümesini sağlayan bir genel denge mevcuttur. 7. âyetin bağlamı burada geçen mîzan kelimesiyle bunun kastedildiğini düşündürmektedir. Birçok müfessir burada “adalet” anlamının kastedildiği kanaatindedir (meselâ bk. Taberî, XXVII, 118; İbn Atıyye, V, 224).
b) İnsanın, hayatını insana yaraşır biçimde düzenlemesi için konmuş ilâhî yasalar bütünü olan din de denge kanununun bir tezahürüdür. Bunların özü, genellikle kısaca “her şeyi lâyık olduğu yere koymak” diye tanımlanan adalet ilkesidir. Bu ilke, bir taraftan kişinin Allah’tan başka varlığa tanrılık yakıştırmamasını, diğer taraftan da beşerî ilişkilerde her hak sahibine hakkını vermesini ifade eder. 8. âyetteki mîzan kelimesi bu anlamda olmalıdır; zira burada mîzanın ihlâl edilmemesi, dengeden sapılmaması istenmektedir.
c) İnsanın evrendeki dengeyi koruma sorumluluğunda temel ilke adalet olmakla beraber, bu soyut kavramın somut hayat olaylarına yansıtılması da sözü edilen dengenin korunmasında bir dikkat ve özeni gerektirir. Beşerî ilişkiler bakımından bunun adı “hakkaniyet”tir. Bunu belirlemede kişilere düşen, takdir yetkisini iyi niyet esasına dayalı olarak kullanmak ve adaletin gerçekleşmesini sağlama uğruna elinden gelen bütün çabayı harcamaktır. Allah’a karşı vecîbelerinin yerine getirilmesi konusunda adalet ilkesinin somutlaştırılması ise, kişinin dine kendisinden bir şey katmadan ilâhî bildirime uygun davranmasıyla mümkündür. 9. âyetin “ölçüyü düzgün tutasınız” diye çevrilen kısmında “hakkaniyet” anlamına gelen “kıst” kelimesine yer verilmesi burada vezin ve mîzan kelimelerinin adalet ilkesinin, dolayısıyla genel denge kanununun hayat olaylarına yansıtılması gereğini ifade etmek üzere kullanıldığını göstermektedir. Bu âyetin “eksik tartmayasınız” şeklinde tercüme edilen kısmı, aynı zamanda her bir olayla ilgili uygulamanın yani bütün davranışlarımızın âhiretteki teraziyi aleyhimize çevirmeyecek biçimde olması gerektiği şeklinde de yorumlanabilir. Öte yandan, iki şeyin birbirine denkliğini ölçmek için kullanılan el terazisinin evrendeki cazibe (çekim) kanununun bir sonucu olarak bu işlevini yerine getirebiliyor olması, eski zamanlardan beri insanların adaleti temsil etmek üzere teraziyi sembol yapmaları, kişiler arası mübadeleye konu olan ve tartılabilir özellikteki şeylerde adalete uygun paylaşımın (hakkaniyet) belirlenmesinde terazinin hem gerçek hem simgesel bir yere sahip olması, hatıra ilk gelen anlamı terazi olan “mîzan” kelimesinin bu âyetlerde –yukarıdaki açıklandığı şekilde– farklı ama birbiriyle sıkı ilişkisi bulunan mânalarda kullanıldığı yönündeki yorumumuzu destekleyici niteliktedir. Râzî de bu kelimenin konumuz olan âyetlerde üç ayrı mânada kullanıldığı kanaatindedir; fakat ona göre birincide “tartı aleti”, ikincide “tartma fiili”, üçüncüde ise “tartılan” kastedilmiştir (XXIX, 91).
10. âyette geçen enâm, canlı varlıkların tamamını kapsayan bir kelimedir; fakat başka âyetlerde yeryüzünde bulunan bütün varlıkların insanın emrine verildiği açıkça ifade edildiği (meselâ bk. Câsiye 45/13) ve bu kümedeki âyetlerin ana teması da insanın sorumluluklarıyla ilgili olduğu için, âyeti yerin canlıların yaşamasına elverişli kılındığı mânasında almak, ama yerin yaratılmasındaki asıl amacın yine insan olduğunu göz ardı etmemek gerekir. 11 ve 12. âyetlerde, başta insan olmak üzere yeryüzündeki canlıların yararına var edilen bazı nimetler hatırlatılmaktadır. 11. âyette geçen ekmâm kelimesinin tekili olan kimm, “hurma meyvesinin ilk aşamadaki kapçığı” demektir; bu mâna esas alınarak zâtü’l-ekmâm tamlaması “tomurcuklu” şeklinde çevrilmiştir. Diğer tekili kümm esas alındığında ise ağacın “lifleri, çekirdekleri, dal ve kabuk gibi örtüleri” bu kelimenin kapsamına girer. Her iki ihtimale göre bu unsurların yararları hakkında açıklamalar yapılmıştır. Bir yoruma göre birinci anlamda ileride oluşacak ürüne, ikincisinde ise değişik aşamaların ardından ürünün meydana gelmiş bulunduğuna işaret edilmiş olur. Diğer bir yoruma göre hurma ağacı açısından tomurcukların oluşturduğu salkım çok önemlidir, ürün toplamayı kolaylaştırır. Bazı müfessirler ise burada estetik görünüme, göze hitap eden güzelliğe işaret bulunduğu kanaatindedir. Aynı kelime Fussılet sûresinin 47. âyetinde meyvenin ürün vermesi için kabuğunu çatlatması bağlamında ve genel olarak meyvelerin ilk aşamadaki kapçığı, çekirdeğin kabuğu anlamlarında kullanılmıştır. 12. âyette “çimlenen taneler” diye çevrilen ifade için de değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber genellikle insanların beslenmelerinde özel önemi haiz olan tahıl türü bitkilerin kastedildiği kabul edilir (Râzî, XXIX, 93-94; İbn Âşûr, XXVII, 242; Elmalılı, VII, 4667). Bu âyetteki “hoş kokulu bitkiler” diye çevrilen reyhân kelimesi “rızık” anlamında da yorumlanmıştır. Taberî bu yorumu tercih eder ve temel gıda maddesi olan hububatın kastedildiğini belirtir (XXVII, 122-123).
13. âyette yegâne rab olan Allah’ın nimetlerini yalan sayma yani inkâr etme kınanmaktadır. Sûrede bu kınama değişik nimetlerin hatırlatılmasını takiben ısrarla sürdürülmektedir. Nimetin nimet olduğunu veya nimetin Allah’a nisbet edilmesini ya da her ikisini inkâr bu eleştirinin kapsamındadır. Sûrede 31 defa geçen, “Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?” anlamındaki cümlenin yüklemini oluşturan fiil ve “rabbiniz” tamlamasının tamlananı olan zamir tesniye (ikil) kalıbındadır, yani iki kişiye veya iki gruba hitap edilmekte, “Siz ikiniz, artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?” denilmektedir. Buradaki “ikiniz” ile kimlerin kastedildiği yani muhatabın kimler olduğu konusunda farklı yorumlar bulunmaktadır. 14-15. âyetlerde insanların ve cinlerin yaratılışı özetlendiği gibi 32. âyette de açık biçimde cin ve insan topluluklarına hitap edilmiştir. Bu iki karîne yanında konuya ilişkin rivayetler de dikkate alınarak buradaki hitabın insanlara ve cinlere yönelik olduğu kabul edilir. Râzî, burada kime hitap edilmiş olabileceği ile ilgili birçok ihtimal zikreder. Bunlardan biri şöyledir: Bunun aslı, tekil hitabın vurgu için aynen tekrarlanması olabilir yani “Sen rabbinin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsin, sen rabbinin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsin!” demektir. Diğer bir ihtimal de Kur’an’ın genellikle muhatap aldığı iki insan cinsine yani erkeklere ve kadınlara hitap edilmiş olmasıdır (XXIX, 94-96). İbn Âşûr’a göre burada insan cinsinin “inananlar” ve “inkârcılar” şeklindeki iki kategorisine hitap edilmekte, mümin olsun kâfir olsun gerçekte hiçbir insanın Allah’ın nimetlerini inkâr edemeyeceği anlatılmak istenmektedir. İbn Âşûr, müfessirlerin çoğunluğunun burada insanlara ve cinlere hitap edildiği şeklindeki yorumunu uzak bir ihtimal olarak görür; çünkü Kur’an cinlere değil insanlara hitap etmek için gelmiştir (bk. XXVII, 243-244).
Birçok dünya nimetine değinildikten sonra bütün bunların geçici ve üzerinde yaşayanların sonlu olduğu, mutlak anlamda kalıcılığın ise Allah Teâlâ’ya mahsus bulunduğu hatırlatılarak ölümle sona ermeyecek bir mutluluk isteyenlerin Allah’ın hoşnut olacağı bir hayat sürmeleri gereğine işaret edilmektedir.
b) Bu âyet, tabiat olaylarından Tanrı iradesini dışlayan pozitivist ve materyalist akımları mahkûm etmekte ve bilimin ulaştığı parlak sonuçların da son tahlilde Allah Teâlâ’nın yasalarını keşfetmekten öteye geçemeyeceğini ve bütün bulguların gerçekte O’nun yaratma sıfatının her an var olan tecellilerinden başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır. Bazı tefsirlerde kıyamete kadar olacak her şeyin Allah’ın ezelî ilminde sabit olduğuna ve insanın ancak kendi çabasının karşılığını göreceğine dair delillerle bu âyet arasında bir çelişki bulunup bulunmadığı üzerinde durulur. Fakat bunların kader ve irâde-i cüz’iyye konularıyla ilgili olduğu açıktır; bunların da kendi bağlamlarında izahı yapılmıştır.
35. âyette “erimiş bakır” diye çevrilen kelimeye “bakır gibi kızıl duman” mânası da verilmiştir.
Kıyamet tasvirlerinden birine yer verilen 37. âyetin ardından insanlara ve cinlere günahları hakkında soru sorulmayacağı, günahkârların yaka paça cehenneme atılacakları ve inkâr edip durdukları bu gerçeği iyice bellemeleri için cehennem ateşine sokulup çıkarılacakları, ama bunun bir ferahlama getirmeyeceği çünkü bu defa ateş yerine kaynar suyun içine düşecekleri belirtilmektedir. Şu var ki, 39. âyetteki “İşte o gün ... günahı hakkında soru sorulmaz” anlamındaki ifadeyi, “âhirette sorgu olmayacak” diye anlamamak gerekir. Zira birçok âyette burada çok kısa değinilen bu konuya ayrıntılı biçimde yer verilmiştir. Söz konusu açıklamalar ışığında bu ifadeyi şöyle anlamak uygun olur: Âhirette herkesin durumu öylesine kesin ve apaçık ortaya konacak ki kimsenin kendi ifade ve beyanına baş vurmaya ihtiyaç duyulmayacaktır. Birçok âyette belirtildiği üzere herkes dünyada yapıp ettiklerinin tek tek kayda geçirilmiş olduğunu görecek, günahkârların dilleri, elleri ve ayakları bu konuda tanıklık edecek, ayrıca 41. âyette ifade edildiği gibi günahkârlar simalarından tanınacaktır. İşin aslı böyle olmakla beraber, herkes kendi sevap ve günah durumuna göre haşrolunup hesap meydanına getirildikten sonra yargı süreci başlayacak; yüce Allah, bütün kullarının iyilik ve kötülüklerini eksiksiz kusursuz bilmesine rağmen adalet ve şefkatini ortaya koymak, her kulunun nasıl bir âkıbeti hak ettiğini ona da gösterip onaylatmak üzere herkesi ince bir hesaptan, sorgulama ve yargılamadan geçirecektir (ayrıca bk. Hicr 15/92; Kasas 28/78; Sâffât 37/24; Zemahşerî, IV, 53).
37. âyetin “gül kırmızısı bir yağ gibi olduğu zaman” diye çevrilen kısmı, “kızarmış yağ veya kırmızı deri yahut al kısrak gibi bir gül rengine büründüğü zaman” mânalarında da anlaşılmıştır. Bu mânalara göre yapılan benzetme göğün rengindeki değişmeyi anlatmış olur. Meâlde bir ölçüde bu anlamlar da yansıtılmış olmakla beraber göğün yapısal değişmesiyle ilgili mâna esas alınmıştır (bk. Taberî, XXVII, 141-142; İbn Atıyye, V, 231). Yine, güle yapılan benzetme genellikle renk değişikliği ve göğün kızıl bir renge bürünmesi olarak anlaşılmıştır. İbn Âşûr bunun göğün yarılmasındaki şiddeti ve pek çok parçaya ayrılacağını anlatan bir teşbih de olabileceği kanaatindedir (XXVII, 261).
Her mümin dünya hayatının sona ermesiyle yokluk içinde kaybolup gitmeyeceğine ve öldükten sonra diriltilip dünyada yaptıklarıyla ilgili bir yargılama için rabbinin huzuruna çıkarılacağına inanır. 46. âyette buna olan derin imanı sebebiyle o anın heyecanını taşıyan ve rabbinin divanına çıkma bilinci, sorumluluğu ve kaygısı içinde yaşayan, sonuçta inkâr ve şirkten uzak durup Allah’ın yasaklarından kaçınma ve buyruklarını yerine getirme çabası içinde olan ve O’nu şükran duyguları içinde daima saygıyla anan kimseler övülmekte ve iki cennetle müjdelenmektedir. Ardından bu cennetlerin geniş bir tasvirine yer verilerek, bir taraftan dünyada her istediğini elde edebilenlerin bu nimetlere bel bağlamamaları için kalıcı nimetleri arzulamaları özendirilmekte, diğer taraftan da dünyada mahrumiyetler çeken müminlerin bunu fazlasıyla telâfi edebileceklerine açıklık getirilip onlara teselli verilmektedir. Müminleri âhiret hayatında bekleyen nimetlerle ilgili birçok örneğe yer verildikten sonra, azamet ve kerem sahibi rabbimizin adının ne kadar yüce olduğu belirtilerek, bütün bu nimetlerden çok daha değerli olan şeyin Allah Teâlâ’nın hoşnutluğuna erme mutluluğu olacağı hatırlatılmış olmaktadır (cennet ve nimetleri hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Bakara 2/25; Zuhruf 43/68-73; Muhammed 47/14-15; Nebe‘ 78/31-36; Mutaffifîn 83/22-28; Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376-386).
46. âyette geçen “iki cennet” ile ne kastedildiği hususunda değişik yorumlar yapılmış olup başlıcaları şunlardır: a) Biri insanlara, diğeri cinlere verilecek cennet; b) Biri buyrukları yerine getirme ve iyi işler yapmanın, diğeri yasaklardan kaçınmanın karşılığı olan cennet; c) Biri hak edilmiş ödül olarak, diğeri buna ilâveten ilâhî ikram olarak verilecek cennet (Zemahşerî, IV, 54); d) Biri cismanî, diğeri ruhanî cennet;
e) Biri adn cenneti, diğeri naîm cenneti; f) Biri dârü’l-İslâm, diğeri dârü’s-selâm (Elmalılı, VII, 4687). Kaf sûresi (50/24) ve bazı şiirlerdeki kullanımları delil göstererek buradaki cennetân kelimesinin, iki cennet değil aslında bir cennet anlamına geldiğini söyleyenler olmuşsa da İbn Atıyye bunu zayıf ve gereksiz bir yorum olarak niteler (V, 233). Râzî de böyle zorlanmış bir yoruma gerek olmadığını, Allah’ın iki ve daha fazla cennet vermesine herhangi bir engel bulunmadığını belirtir. Daha sonra iki cennetle ilgili yorumları aktarır ve bu arada bunlardan birinin cismanî, diğerinin ruhanî cennet olması ihtimalinden söz edilebileceğini ifade eder (XXIX, 123). Esed ise Râzî’nin anılan eleştirisini dikkatten kaçırdığı için onun zikrettiği bu son ihtimali yanlış anlamış ve şöyle nakletmiştir: Bir cennet, “hem maddî hem de ruhî zevkleri kapsadığı için sanki iki cennetmiş gibi [görünecektir]” (III, 1100). Esasen bu konudaki yorumlar birer tahminden ibaret olduğu için meselâ Taberî ve İbn Atıyye’nin iki cennetin mânası ile ilgili bir rivayet nakletmedikleri görülmektedir. Elmalılı da bazı yorumları aktardıktan sonra bu hususta şöyle bir açıklama yapmaya ihtiyaç duymuştur: Daha başka ihtimaller söylenmişse de âhiret halleri görülmeden ayrıntıları bilinmeyeceği için daha fazla izahına kalkışılması doğru olmaz (VII, 4687).
48. âyetteki efnân kelimesini “ince dal” anlamına gelen fenenin çoğulu kabul edenler âyeti “İkisinde de çeşit çeşit veya dalları iç içe geçmiş ağaçlar, türlü meyveler bulunur” şeklinde veya buna yakın mânalarla açıklamışlardır. Bunun “tür, çeşit” anlamına gelen fennin çoğulu olduğunu düşünenler ise âyeti “İkisinde de rengârenk, çeşit çeşit nimetler veya meyveler bulunur” yahut “İkisi de başkalarından üstün ve geniştir” tarzında yorumlamışlardır (Taberî, XXVII, 147-148; Zemahşerî, IV, 54; İbn Atıyye, V, 233). Biz bunları dikkate alarak âyeti “İkisinde de çeşit çeşit ve emsalsiz nimetler bulunur” şeklinde çevirdik.
62. âyette geçen dûn kelimesinin anlamları ve konuya ilişkin bazı rivayetler ışığında bu âyete, “Bu ikisinden daha aşağı mertebede iki cennet daha vardır” ve “Bu ikisinin ötesinde iki cennet daha vardır” mânaları da verilmiştir (derece farkıyla ilgili açıklamalar için bk. İbn Atıyye, V, 234-235; Elmalılı, VII, 4691). Şu var ki İbn Atıyye’nin belirttiği üzere bunlar kesinlik taşımayan çıkarımlardır (V, 235).
Allah Teâlâ’nın Rahmân ismiyle başlayan sûre, azamet ve kerem sahibi rabbimizin adının ne kadar yüce olduğuna yapılan vurgulu bir ifadeyle sona ermektedir. Âlimler Resûlullah’tan yapılan bir rivayetten esinlenerek, dualarda, Allah’ı burada geçen “zü’l-celâli ve’l-ikrâm” sıfatıyla nitelemeyi tavsiye etmişler ve duaların kabulüne vesile olmasının umulabileceğini belirtmişlerdir (İbn Atıyye, V, 237).