Yakın dostu Yahya Kemal’in, onun ardından Türk Yurdu dergisinin 1924 yılı Kasım sayısında yazdığı yazı şu cümlelerle bitiyordu: “Ziya Bey’i kaybettik; hem de öyle bir zamanda kaybettik ki kaybettiğimiz başın cevherini havas zümresi bile hakiki bir şuurla anlayamadı. Ziya Bey’in bir radyum olan dimağı söndüğü günden beri vatandaki ilimde karanlık vardır.” Kaybıyla Yahya Kemal’e bu cümleleri yazdıran Ziya Gökalp’i daha iyi anlamak nasıl mümkün olabilir? Kanımca bu sorunun cevabını bulmak için birkaç soruya daha ihtiyacımız var: “Ziya Gökalp nasıl bir dönemde yaşadı?”, “Ziya Gökalp’in okuma-düşünme-yazma deneyimi hangi gelişmelerle şekillendi?” ve “Ziya Gökalp, yazıları, dersleri ve konuşmalarıyla kimlere hitap ediyordu?” Yazıda bir yandan bu soruların cevaplarını ararken diğer yandan da Ziya Gökalp’i ölümünden 100 yıl sonra bugün yeniden tartışılmaya değer kılan özelliklerin altını çizmeye çalışacağım. Ziya Gökalp’in 1876’dan 1924’e kadar sürmüş kısa ömrünün büyük bölümü Diyarbakır’da, geri kalanı ise -uzunluk sırasıyla- İstanbul, Selanik, Malta sürgünü ve Ankara’da geçmişti.
Kaderin bir tesadüfü; Ziya Gökalp’in doğduğu 1876, II. Abdülhamid’in tahta çıktığı ve kısa sürecek I. Meşrutiyet’i ilan ettiği yıldır. II. Abdülhamid, iktidarının ilk yıllarını tecrübe ederken Ziya Gökalp, Diyarbakır’da okur-yazar bir ailenin çocuğu olarak yetişmektedir. Diyarbakır Vilayeti Evrak Müdürü olarak görev yapan, 1883’te Diyarbekir Salnamesi, 1884’te Diyarbekir Tarihi’ni yazan Tevfik Bey’in oğlu olmak Ziya Gökalp için şüphesiz büyük bir talih olmuştur. Gökalp, bu sayede daha küçük yaşlardayken kitaplarla ilişki kurar, öyle ki kitap okuma alışkanlığını okuldaki derslerin önüne geçer. Sonradan o yılları şöyle anacaktır: “Ben çocukken bazılarına göre çok tembel, bazılarına göre de çok çalışkandım. Mektebin derslerine hiç çalışmazdım. Fakat geceli gündüzlü meşgul olduğum bir şey varsa o da kitap okumaktı. Yedi yaşımdayken Âşık Garip, Kerem, Şah İsmail gibi kitaplardan bir koleksiyonum vardı. Bir iki sene sonra tiyatro kitaplarına, daha sonra romanlara, şiir ve edebiyat kitaplarına sarıldım. Muallimler nazarında mektebin en tembel talebesi bendim; fakat talebeler nazarında en çok okuyan yine ben tanınıyordum.”
Çocukluktan gençliğe doğru yol alırken babası Tevfik Bey’i kaybeder, bu noktada amcası Hasip Efendi devreye girer. Gökalp, ilk Arapça ve Farsça bilgisini amcasına borçludur. Bu iki dille okuyabilme imkanı Gökalp’in okuma çerçevesini İslami Kültür, İslam Düşüncesi ve tasavvuf ekseninde genişletir.
Ziya Gökalp, 1895 yılında eğitimine devam etmek üzere İstanbul’a gider. Dönemin sosyal yapısını ve yaşama pratiklerini yansıtması bakımından önemli bir örnek olarak İstanbul’da ilk gittiği yer Diyarbakırlılar Kahvehanesi olur: “Anadolulu bir gencin hemşehrilerini bulacağı yer Sirkeci ile Fatih arasındaki kahvelerden biridir. Anadolu kasabalarının tüccarları veya talebesi bu kahvelerden birini benimserler ve orasını uğrak yeri yaparlar. Bazan kahvenin sahibi de o kasaba veya vilayet halkından olur. Yeni gelen bir talebe kahveciye falan talebeyi nasıl görebilirim diye sordu mu, kahveci ona yol gösterir. Diyarbakırlılar için müracaat yeri o zaman Tavukpazarı’nda olan ‘Diyarbakır Kahvehanesi’ idi. Ziya da Diyarbakır kahvesine giderek İstanbul’da yaşama şartlarını öğrendi. En ucuz yer olan Tavukpazarı hanlarındaki odalarda bile kalacak parası yoktu. Bir yatılı mektebe girmesi lazımdı. Yatılı olarak Mülkiye Baytar Mektebine girmeğe karar verdi.”
Gökalp, veterinerlik öğrencisi iken İstanbul’da erişme imkânı bulduğu felsefe ve tarih kitaplarını yoğun bir şekilde okumaya devam eder. Arapça ve Farsça’nın yanına Baytar Mektebinde öğrendiği Fransızcayı katan Gökalp bu sefer okuma çerçevesini Batı düşüncesine doğru genişletmeye başlar. İstanbul’daki öğrencilik yıllarında gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarıyla kurduğu ilişkiler 1899 yılını hapiste geçirmesine sebep olur. Hapishane sonrasında 1900 yılı itibarıyla Diyarbakır’a döner. Artık 1909’a kadar bir yandan Diyarbakır’da öğretmenlik ve katiplik gibi işler yapacak diğer yandan kuracak ama en önemlisi okumalarını iyice derinleştirecektir. Gökalp’in hayatında yazmaya ve yazdıklarını yayınlamaya ağırlık verdiği yıllar ise II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’den vefat ettiği 1924’e kadar geçen zaman dilimidir. Ziya Gökalp’in bilgi ve düşünceyle kurduğu ilişki, hayatının son 16 yılında aldığı sorumluluklar ve yaptığı işlerde açıkça gözükür. İTC’nin saygın bir mensubu olmak Ziya Gökalp’in fikri arayışlarını sınırlandırmamıştır. 1909 sonlarında Diyarbakır’dan Selanik’e nakledişinden sonra ise Ziya Gökalp artık hem Darülfünun’da Sosyoloji kürsüsünü kuran kişi hem de Babıali gazetecilik ve dergicilik dünyasının bir parçası olmuştur. Bu bağlamda Ötüken Neşriyat’ın son yıllarda onun külliyatını yayınlarken yazıların yayınlandığı dergileri kitap başlığı olarak seçmesinin Ziya Gökalp’in düşünce yolculuğunu izlemeyi kolaylaştırdığını söylemek gerekir. Ziya Gökalp Darülfünun’da sahip olduğu hareket kabiliyetini üniversitenin farklı fikirlerin tartışıldığı bir ortama dönüşmesi için kullanmış, Birinci Dünya Savaşı’nda artık durumun kötüye gittiği zamanlarda çıkarmaya başladığı “Yeni Mecmua”nın yazarlar kadrosunu farklı fikirlerden gelen insanlarla oluşturmaktan geri durmamıştır. İki düşünce ortamındaki değişmez tavrı Ziya Gökalp’in ülkenin yetişmiş insan ihtiyacı meselesini her zaman ön planda tuttuğunun açık bir göstergesi sayılmalıdır. Gökalp’in çalışmaya ve üretmeye bağlılığı Mütareke’den sonra tutuklanıp Bekirağa Bölüğü’ne konulduğunda, aylar sonra oradan alınıp Malta sürgününe gönderildiğinde de devam edecektir. Malta’daki gazeteci sürgünlerden biri olan Ahmet Emin’in Ziya Gökalp’a dair düştüğü kayıtlar bunu destekler: “Malta’da Ziya Gökalp kadar serbestlik duyan esir yoktu. Ziya Bey’in her günlük hayatı zaman ve mekan anlamlarından çok uzaktı, dimağında, geçmişi ve her türlü teferruatıyla mükemmel düzenlenmiş bir sosyal âlem vardı. Yeni kitaplar okuyarak daima yeni ve orijinal mahsuller veren yaman dimağını harekete getirerek yeni gerçekler bulur ve bunları derhal ait olduğu hücrelere yerleştirirdi.”
Gökalp, Selanik’te Beyaz Kule’nin Bahçesinde, Kırmızı Konak’ta, Darülfünun’da, Yeni Mecmua Yazıhanesinde, Bekirağa Bölüğünde, Malta sürgününde, Malta dönüşü Diyarbakır’da Küçük Mecmua’nın peşinde aynı umutlu, çalışkan ve coşkusunu kaybetmeyen adamdı. Yazıları, konuşmaları ve dersleri ile anılan yerlerde kimlerle muhatap olduysa hem moral vermeye hem de onlara sorumluluklarını hatırlatmaya çalıştı.
Ziya Gökalp’in yazdıklarını okuyan, derslerini veya konuşmalarını dinleyenler üzerinde meydana getirdiği tesirlerin sebebini, tıpkı düşüncesindeki süreklilik oluşturma çabası gibi fikir açıklığı ve serbestliğinde sergilediği istikrarda aramak gerekir. Ziya Gökalp’in zamanın/dünyanın realiteleri ile mensubu olduğu ülkenin/toplumun realiteleri arasında düşünme gayreti, sorulara karşı üretmeye çalıştığı cevaplar, sunduğu çözüm yolları ölümünden 100 yıl geçtiği bugünlerde de bir başvuru kaynağı olarak önümüzde durmaktadır.