"Mektuplarınızı okurken de Mesnevî’yi okurken de, sizi, Allah’a ve Peygamber’e aşkla bağlı, Yüce Kur’an’ı hıfz etmiş bir âlim, bir şair ve bilge bir insan olarak gördüm. Öyle ki, evine, eşine, çocuklarına bağlı bir baba, çevresiyle ilgilenen bir dost, medresede öğrencilerine ders veren bir hocasınız. Sizi efsane kahramanı yapanlardan, uçuranlardan, sizi beşer üstü gösterenlerden olmadım."
Size, hürmetimi, muhabbetimi sunmak için yazıyorum bu mektubu. Mektup yazmayı seversiniz, mektup almayı da… Sıkıldığımda, içim daraldığında mektuplarınızı okurum: Gönlüm genişler, ruhum sükûnet bulur. Mektuplarınızın birinde: “Bugün her aldığın nefesten istifade etmeye bak, çünkü senin her nefesin bir hazinedir… Bu şekilde davran ve ümitsiz olma.” diyordunuz.
Alıp verdiğimiz her nefesin kıymetini bilmek ne büyük bahtiyarlık. Her nefes için Rabbimize ne kadar şükretsek az. Cihân hükümdarımız Kanuni Sultan Süleyman da (Ecnebiler ona “Muhteşem Süleyman” der.) ne güzel söyler: “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi”
Hani oyuna dalmış bir çocuk, yolda sizi görünce “Mevlânâ bekle elini öpeceğim.” der ya, siz, oyununu bir türlü bırakmayan o çocuğu yolun ortasında durup beklersiniz. O çocuk olmayı ama o çocuk gibi, sizi bekletmeden, koşarak mektuplar yazan elinizi öpmeyi ne kadar istiyorum şimdi, anlatamam.
En yakınlarınızdan devlet adamlarına, pek çok kişiye mektuplar yazmışsınız: Oğlunuza, gelininize, dünürünüze, sizden yardım talep eden, size akıl danışan herkese… Sözgelimi, oğlunuzla zevcesi, şeyhiniz Kuyumcu Selâhaddin’nin kızı Fâtıma Hatun arasında hafif bir kırgınlık olduğunu fark edersiniz ve Peygamber Efendimiz (s.a.v) ile damadı Hz. Ali arasında geçen ailevî bir konuşmayı misal göstererek oğlunuz Sultan Veled’e şunları dersiniz: “Allah’a andolsun ki O’ndan başka tapacak yoktur; bu hususlarda (Selâhaddin) hiçbir îmada bulunmamış, bu yolda anlaşılacak bir haber göndermemiştir; aksine güzel geçimliliğini, erliğini, gönül alıcılığını, son derece görüp gözetmeni söylemekte, şükürler etmekte, birbiri ardınca dualar eylemektedir; yüzlerce defa memnun olduğunu bildirmektedir. Ancak birkaç gündür can âleminden sözsüz, işaretsiz sesler duyuyorum; beni yaralıyor. Bilmiyorum, olan bir hâli mi anlatıyor bana, yoksa peşin, yahut veresiye bir imtihan mıdır? Allah, Muhammed’in hakkıyçin, hayırlı soyunun sopunun, hayırlı sahabe olan sahabesinin hakkıyçin onu ‘düğümlere üfüren kadınların şerrinden’ korusun, hâl ve meal bakımından tuzaklardan korusun.” (Mektubattan Seçmeler, s.21)
Gelininiz Fâtıma Hatun’a yazdığınız mektupta da şu öğüdü verirsiniz: “Evladımdan dileğim şudur: Babasından hiçbir şeyi gizlemesin; kimden incinirse söylesin; Allah’ın izniyle ne kadar mümkünse o kadar yardımda kusur etmem; bunu canıma minnet bilirim. Hatta aziz oğlum Bahaeddin, sizi incitmeye uğraşırsa gerçekten vazgeçerim; gönlümden çıkarırım, onu sevmekten vazgeçerim; selâmını almam; cenazeme bile gelmesini istemem. Ondan başka kim olursa olsun, hükmüm gene budur; yalnız senin hiç gam yememeni, dertlenmemeni isterim. Ulular ulusu Tanrı sizin yardımcınızdır; Tanrı kulları da yardımcınızdır. Sizin hakkınızda kötü söz söyleyen olursa, bilin ki deniz, köpeğin ağzıyla pislenmez; şeker kamışı dengi, sinek üşmekle değerinden düşmez. Şuna iyice inanmışım ki yüz bin defa ben mazlumum diye and içseler, sizin hakkınızda duada bulunmayanları, sizi sevmeyenleri mazlum tanımam; zalim bilirim; yeminlerini, özürlerini kabul etmem. Vallahi billahi tallahi hiçbir özürlerini, hiçbir düzenlerini, hiçbir yeminlerini kabul etmem.” (age, s.24)
Mektuplarınız, imanımızı diri tutmayı öğreten birer nasihat hazinesidir, Aziz Mevlânâ. Emir Pervane’ye yazdığınız mektubunuzda peygamberlere imân hususuna vurgu yaparsınız: “Peygamberler birbirlerini tanıyıp bildikleri için, siz onlardan birisini kabul etmezseniz, hiçbirini kabul etmemiş olursunuz. Gerçekten de, çok sayıda pencereden görünen ışık aynı ve tek güneşten gelmektedir. Bunu reddetmek, ben bu senenin güneşini kabul etmiyorum, ama bu senenin güneşini kabul ediyorum, diyen yarasaya benzemek olur.”
Bir başka mektubunuzda da Emir Pervane’ye şu tavsiyede bulunursunuz: “Tatlı suyun başı kalabalık olur; / Zaman tarlası, bulutların amânındadır. Yoksulların gönüllerini de kırmamak gerek, ‘Yetimi horlama; isteyeni boş çevirme.’ Duvar, çiviye, ne diye beni deliyor, incitiyorsun, dedi. Çivi de ona, beni çakanı gör diye cevap verdi.”
Mesnevî’niz de, mektuplarınız da, sohbetleriniz de inceliklerle, aşkla dopdolu gönül hazinenizin birer nişanesidir. Bundandır: “Gönüllerin dönüşünü aşktan bil / Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı.” demeniz. Oysa biz, dünyanın donduğu bir çağda yaşıyoruz, Aziz Mevlânâ. Gönüllerimizdeki aşk köreldi. Gönüllerimizi çerden çöpten, değersiz şeylerle doldurduk tıka basa. Aşkta alışkanlık ve durağanlık yoktur. Bunu siz öğrettiniz bize. O, ateştir ve hep yanacaktır. O, ırmaktır ve hep akacaktır. Şems-i Tebrizî ile ikiniz kalplerinizdeki aşk ateşinin sönmemesi için birbirinizin rüzgârı oldunuz adeta. Şems sizden önce vuslata erdi. Siz ise altmış altı yıllık dünya hayatınızı üç kelime ile şöyle özetlediniz: “Ömrümden elde ettiğimi anlatırsam söz, şu üç kelimeyi aşmaz: Yandım, Yandım, Yandım.”
Aziz Mevlânâ,
Siz, kadınlara karşı büyük bir sevgi ve tanımlanamaz bir incelik gösterirsiniz. Sevgili zevceniz Gürcü Hatun’un ısrarı üzerine bir Hıristiyan ressamın, portrenizi yapmasını kabul edersiniz; fakat, portre bir türlü tamamlanamaz. Çünkü ressam, tuvalin karşısına her oturuşunuzda başka bir Mevlânâ ile karşılaşır. Sonunda ressam Müslüman olur ve portre de tamamlanır.
Sevgili Mevlânâ,
Mektuplarınızı okurken de Mesnevî’yi okurken de, sizi, Allah’a ve Peygamber’e aşkla bağlı, Yüce Kur’an’ı hıfz etmiş bir âlim, bir şair ve bilge bir insan olarak gördüm. Öyle ki, evine, eşine, çocuklarına bağlı bir baba, çevresiyle ilgilenen bir dost, medresede öğrencilerine ders veren bir hocasınız. Sizi efsane kahramanı yapanlardan, uçuranlardan, sizi beşer üstü gösterenlerden olmadım. Siz, zaten onları : “Yaşadığım sürece ben, Kur’an’ın kuluyum. Ben Muhammed-i Muhtâr’ın yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse, ben nakledenden de, o sözden de, şikâyetçiyim.” diyerek, uyarırsınız.
Yıllar önce hakkınızda yazılan bir kitap okumuştum. Karaman’dan ayrılmaya hazırlanan Hıristiyan bir aziz, size vedalaşmaya gelir. Azizi biraz üzgün gördüğünüz için, bu üzüntünün sebebini sorarsınız. Aziz: “Bizleri dünyaya bağlayan her şeyden nefret etmemiz gerekir. Sana vedalaşmaya geldim; mutlak sessizlik yeniden çağırıyor beni.” diye, cevaplar sorunuzu. Siz bu cevap karşısında hiç tereddüt etmeden: “Yanlış düşünüyorsun Aziz, bizleri dünyaya bağlayan her şey, bizleri Tanrı’ya bağlamaktadır.” diyerek, konuşmanızı şöyle sürdürürsünüz: “Bu, takip edilecek en iyi ve doğru bir yol değildir. İsa, sizlere, mutsuzlara yardım etmeniz gerektiğini söylemiştir… Ne var ki, mutsuzlara mutlak sessizlikte rastlamazsınız ki… Mutsuzlar, onları ezen güçlüler, onlara cefa çektiren vicdansızlar ve de onların cılız ellerindeki ekmek kırıntılarına da göz dikmiş aç gözlüler ile gösterişli davranışlarıyla onları kahreden gururluların arasında, şehirlerde sefalet içinde yaşarlar. Komşu diye tanımladığımız kimse hastalıklar, şiddet, açlık, kölelikten acı içinde kıvranan ve güneş altında rahat bir köşe bulamayan bir büyük ruh, bir evrensel ruhtur. Keşiş anlayışı, insanın kendi içinde kurtulabileceğine inanır; oysa, insan, ancak diğerleriyle beraber iken kurtulabilir. Mutlak sessizliğin, esas sorunu çözebileceğine inanmıyorum, Timotheos… Mutlak sessizlik, ancak, sorunu gözden uzaklaştırır.”
Aziz Mevlânâ,
Bugün 15 Aralık. İki gün sonra 17 Aralık; vuslatınızın, düğün gecenizin (Şeb-i arus) 747. yıldönümü. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da birkaç hamasi nutuktan, folklorik gösterilerden öteye geçmeyecek anma töreni. Sizin vecd hâlinde yaptığınız bir zikir şekli olan Semâ, günümüzde turistleri eğlendiren bir folklor gösterisine dönüştürüldü.
Aziz Mevlânâ,
Siz bir çağda, bir coğrafyada, bir yerde durmadınız. Çağlardan çağlara, iklimlerden iklimlere, gönüllerden gönüllere aktınız ve dediniz ki: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş! / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Sözleriniz hâlâ yepyeni Aziz Mevlânâ! Duymadığımıza, çağın kulaklarımızı sağır ettiğine bakma. Ruhunuzun sıcaklığı binlerce kışı ısıtacak denli harlı hâlâ… Bizim morg soğukluğundaki cesetler hâline gelişimize bakma. Mesnevî’ye “Yokluk Dükkânı” diyorsunuz: “Her dükkânın bir alışverişi vardır. Ey oğul! Mesnevî yoksulluk dükkânıdır. Ayakkabıcı dükkânında güzel deri vardır; sen tahta görürsen ayakkabı kalıbıdır. Kumaşçılarda ipek ve kumaş vardır; demir varsa ölçmek içindir. Bizim Mesnevî’miz vahdet / birlik dükkânıdır; birden başka ne görürsen o, puttur. Put övmeyi, “Uzun boyunlu kuğular” –sözü- gibi halka tuzak diye bil.”
Sevgili Mevlânâ,
Mektubumu “Mevlânâ odası olmalı evimizde:
Somut da olabilir, soyut da.”
diyen, Nuri Pakdil’in sözleriyle bitireceğim:
“Mesnevî’nin devinimli; bitimsiz rüzgârlı; mistik akımlı; insanı eleştirel yaklaşımlarla şeytanlarına başkaldırmaya çağıran ebedî bildirisi : mülkiyetin önünde yürür emek, alınteri : insanın tek korunağını emek, alınteri oluşturur çünkü. İslâmiyeti algılamayı, yorumlamayı amaçlayan, varoluşun romanıdır, birbakıma Mesnevî. (…) Büyük Mevlânâ, Vaktin En Güçlü Denge Uzmanı olarak, hem gece, hem gündüz çalışmıştır : gecenin de, gündüzün de Yaratıcısını düşünerek. Şeyh Galib de böyledir, Yunus da.”
Sizleri bitimsiz bir muhabbetle selâmlıyorum. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.