Sinema tarihimiz Osmanlı’nın son dönemlerine denk geliyor. Sansürle tanışmamız ise Cumhuriyetin ilk dönemine. Hatta 1920 yılında TBMM sansürle ilgili ilk yetkiyi valilere, onlar da zabıtaya veriyor. 1932 yılında ise ilk merkezi sansür kurulu kuruluyor. Görevleri ise gösterimden önce filmlerin din propagandası, ahlak kuralları ve kamu düzenine uygunluğunu tespit etmek. 1932 yılından 1988 yılına kadar tutulan sansür karar defterlerinin toplanıp, Türkiye’de Sinemanın Sansür Tarihi ismiyle Kültür Bakanlığı tarafından yayınlandığını yazmıştık.
Bu kitaptan en çok da mizaha konu olacak yığınla çalışma çıkacak. Her bir başlık, uzun uzun irdelenmeyi hak ediyor. Dünkü haberimizde dini açıdan denetleme sonucunda ezan, kuran, cami, imam gibi kavramların ve görüntülerin filmlerden nasıl çıkarıldığını örneklerle anlatmıştık. Bugün de bizzat sansüre uğrayan ve sansür mekanizmasında olan kişilerle kendi hikayelerini konuştuk.
Tabii ne yapabiliriz diye düşünüldü. Ankara’ya gidip sansür heyetine etkili olacak kişilerle görüşüp kararı değiştirmeyi salık verdiler. Yücel Çakmaklı’yla beraber Ankara’ya gittik. Yücel’le beraber tanıdığımız insanları devreye sokarak birçok yeri dolaştık. Nihayet filmcilerin “sansür heyeti” dediği Merkez Film Kontrol Komisyonu’nda daha önce red kararı veren bir temsilci ikna edildi. Temsilci bize, “Şu şu değişiklikleri yapıp filmi tekrar kurula gönderin” dedi. Mesela, Feyza’nın (Türkan Şoray) rüyasının sonunda Kâbe’yi gördüğü bölüm bu sebepten filmden çıkarılmıştır. Hemen değişiklikleri yapıp gönderdik ve bu sefer üçe iki kabul oyuyla gösterimine izin verildi.
Mesela Ayhan Işık’la Ajda Pekkan Boğaz’a gidiyor, Ayhan Işık denize giriyor ama sevgilisi yüzme bilmediği için girmiyor. “Kıyı çok sığ, bir şey olmaz” dediği bir sahne var. Bu filmin yasaklanma gerekçesi, düşmana Boğaz’ın stratejik noktalarını göstermek. İki kız Anadolu’dan İstanbul’a öğrenci olarak geliyor. Ayşe Fatma’ya daha ekonomik olur diye birlikte ev tutmayı teklif ediyor. Komün yaşamına teşvik ettiği için bu sahne de yasaklanıyor. Daha da ilginci sansür senaryo aşamasında yapılırdı. Yeşilçam buna uygun bir formül buldu. Feriköy’de bir Rum kızı vardı. Sansüre gidecek senaryoları o yazardı. Sansürün nereye takacağını hangi yerleri çıkaracağını bildiğinden, onları yazmaz veya dolaylı olarak yazar, kuruldan geçtikten sonra film şirketleri kendi senaryolarını çekerdi. Yapımcılar, yönetmenler sansür heyetine filmlerini gönderdikleri vakit, ellerinde madlen çikolatalar, hediyelerle kız istemeye gider gibi giderlerdi. O küçük sahnelere takılmasınlar diye ufak tefek rüşvetler verirlerdi.
O süreçte sinema, özellikle askeri üst akıl içerisinde toplumu manipüle edebilmesi açısından önem taşıyordu. 90’lı yıllarda serbestlik söz konusuydu. Sansür, sadece o siyasal konular ve başörtüsü dışında kaldırılmıştı. Son dönemler hariç sinema, toplumsal ilkeleri anlatabilme özgürlüğüne sahip değildi. Benim sansür hikayem: 1975’teki Gençlik Köprüsü filmimiz 6-7 yerden düzeltme aldı. Onlar yapılınca yayınlanmasına izin verildi.
1990 yılında aile bakanlığı için yapılan o zaman tek kurum olan TRT için çekilen, Ömer Lütfü Mete’nin senaryosunu yazdığı benim yönetmenliğini yaptığım Bizim Ev dizisi laikliğe aykırı diye yayınlanmadı. Laikliğe aykırı bulunan sahneler, dizinin içinde bir imam vardı, imam genelde filmin ana karakterleriyle dostlukları, onlarla dertleşmeleri üzerine bir karakterdi. Altı bölümün içerisinde tek bir hutbe sahnesi vardı, o hutbe sahnesinde okulun damını onarmak için cemaatten yardım istiyordu.
Devletin okulu cami vasıtasıyla onarılamaz gibi bir mantıkla bunu laikliğe aykırı bulmuşlar. Bu benim ilk yaşadığım sansürdü ve protesto ettim. O zamanlar Fırat Kültür Merkezi’nde altı bölümü birleştirerek bir gösteri düzenledim. Gösteri öncesinde Eminönü’nden Cağaloğlu’na kadar papaz üniforması giyerek bir yürüyüş yaptım, yaklaşık kırk elli gazeteci vardı, fotoğraflar çekildi. Ertesi günü gazetelere baktığımda bir satır bile yer almamıştı. Daha sonra 98’de Gülün Bittiği Yer diye bir film çektim. Her şey artık rahatlamıştı. Sansür kalkmış gibi gözüküyordu. 12 Eylül işkencelerinin anlatıldığı, ama temelde de Türk toplumunun ruhuna sinmiş şiddet meselesini anlatmaya çalışan bir filmdi. Devletin bölünmez bütünlüğü genel asayiş o bu falan, 9. maddeye dayandırarak onu da yasakladılar. Üstelik de kararın altında imzası olan sanatçı arkadaşlar vardı.