Türk edebiyatında Küçük Dünya, Sancı, Çiçekler Büyür, Azap Toprakları gibi yazdığı romanlarla haklı bir üne kavuşan yazar Emine Işınsu 17 Mayısta 80 yaşını kutlayacak. Eşi İskender Öksüz, hastalığı sebebiyle yazamayan, konuşamayan Emine Işınsu’nun en büyük korkusunun bir gün roman yazmayı bırakmak olduğunu dile getiriyor.
Türk edebiyatının önemli yazarlarından biri olan Emine Işınsu 17 Mayısta 80. Yaş gününü kutlayacak. Ancak 2008 yılından bu yana Alzheimer hastalığıyla mücadele eden Emine Işınsu eşi İskender Öksüz’ün verdiği bilgiye göre hastalığının son aşamasında ve aile bireyleri dahil kimseyle konuşamıyor. Yazar Halide Nusret Zorlutuna’nın kızı olarak dünyaya gelen ve ilk şiir kitabını henüz 17 yaşındayken çıkaran Işınsu’nun eserlerini, yazma tutkusunu ve edebiyat çevresini eşi yazar İskender Öksüz ile konuştuk.
Kırk yılı aşkın da biz tabiat bilimciler daha yakın olan on yıla yuvarlarız. 1972 başında evlendiğimize göre yarım asır demek daha doğru olur, değil mi efendim?
Emine Işınsu’yu basından tanıyordum da ilk yüz yüze görüşmemiz bir arkadaşımızın, İbrahim Metin’in evinde oldu her halde. 1960’ların sonları olabilir. Birkaç yıl sonra, Işınsu Töre Dergisi’ni İstanbul’da çıkarmaya karar vermişti. Ailesi ve çevre ki o çevrede Galip Erdem gibi ikimizin de ağabeyi ve büyüğü, üzerimizde ağırlığı olan insanlar da var, bu gidişe karşıydı. İki çocuk, dul bir kadın, İstanbul’da “tek başına”. Işınsu baskılardan bunalmış. Beni akıllı fakat farklı kabul ettiği için, bir akşam yemeğinde bu konuyu benimle konuşmak istedi. Ne olduysa o akşam yemeğinde oldu. Ankara Kavaklıdere’de, Tenis Kulübü’nün karşısında Madam Lokantası… Güzel bir lokantaydı ve gerçek bir madamı vardı lokantanın. Sahibiydi, orta yaşlı bir Rus hanımefendiydi Madam. Canlı piyano eşliğinde yemek yenirdi. Borç çorbamızın kremasını Madam kendi eliyle koyardı. O an bilmiyorduk ama hayatımızı değiştirecek bir yemekmiş. Menü hâlâ aklımda: Borç, tavuk Kievski, peşmelba. Ben Işınsu’nun İstanbul’a gidişini destekledim. Nereden bilecektik ki, Ankara’dan ayrılmaya bu derece kararlı Işınsu birkaç ay sonra ben Ankara’dayım diye İstanbul’u bırakmak zorunda kalacaktı. Kıssadan hisse: Bir hanımı etkilemek istiyorsanız kararlarına saygı gösterin. Bu doğru da ikinci doğru her halde sevgi kadar güçlü bir kuvvetin olmadığıdır. Hayatınızın akışını hiç hesapta olmayan şekilde değiştiriveriyor. Deprem gibi, depremden de güçlü bir şey.
Yirmidört saat dil döktüm. Nihayet “Peki, git bari ince bir yüzük al.” demişti. Ben de alyansın incesini seviyor zâhir diye düşünmüş, sevinçle gidip almıştım. Galiba onun parmak ölçüsü için taktığı süs yüzüklerinden birini yanıma aldım. Sonradan öğrendim ki, nasıl olsa bu iş yürümez, bari fazla masraf etmesin İskender diye düşünmüş.
Yüzüklerimizi takması için samimî dostlarımız Erol Güngör ile bizden biraz daha büyüğümüz, fakat çok sevdiğimiz, İstanbul sanat çevrelerinin ablası gibi olan Nahit Hanım’ı çağırmıştık. Nahit Hanım, kedilere alerjisi olan koyu bir kediseverdi. Bu yüzden evinin bütün duvarlarını kaplayan kedi fotoğraflarıyla iktifa etmek zorundaydı. Orhan Veli de Nahit Hanım’a aşık. Erol ve Nahit Hanım kendileri bekâr olduğu için yüzük takmalarının doğru olmadığını söylediler. Biz de yüzüklerimizi kendi kendimize taktık. Takış o takış. Çok şükür. Adı geçenler tek tek göçtü. Allah rahmetini esirgemesin, mekânları cennet olsun. Güzel insanlardı.
Töre’nin ta başlangıcı o yıllar. İstanbul ekibinin taşıyıcı sütunları Mehmet Eröz, Necmettin Hacıeminoğlu, Mustafa Kafalı ve Erol Güngör idi. Onlara şakadan, “Doçentler Cuntası” derdik. Allah uzun ömür versin Kafalı Hocamız hâriç diğerleri göçtü. Niyazi Yıldırım Gencosmanoğlu da… Daha gençlerden Dilaver Cebeci, Enis Öksüz, Tevfik Ertüzün, Alev Arık. Ankara’da Haluk Karamağralı, Dündar Taşer, Galip Erdem… Başta Mehmet Çınarlı, Hisarcılar… Yine İstanbul’dan Tarık Buğra. Türk Edebiyatı Vakfı çevresi. Çoğuyla evcek görüşürdük. Güzel günler, güzel insanlar, ağabeylerimiz, kardeşlerimizdi.
Işınsu her şeyden önce yazarlarımızdan yazı temini ile uğraşırdı. Yeni sayı için önce mektupla yazı ister, sonra telgraf çeker, en sonunda da şehirlerarası telefon açardı. Bu sonuncusu bayağı zor bir işti. Telefonu şehirlerarası santralına yazdırıp beklerdiniz. Bazen saatler sonra konuşabilirdiniz. Işınsu’nun bu ısrar ve dikkatinden Erol Güngör ona “Korkunç Yenge” lakabını takmıştı. O tarihlerde Vietnam’ın başındaki diktatörün eşi idi Korkunç Yenge, asıl adı Madam Nu idi galiba… Şaka idi tabi, yoksa Erol Töre’yi en yakından destekleyen son derece velut bir kalemdi. Hiç üzmezdi Işınsu’yu.
Ayşe için söyledikleriniz doğrudur. Ankara’da, Ayşe, Töre olsun mu sorusunun tartışıldığı bir toplantı hatırlıyorum. Alparslan Türkeş, Dündar Taşer, Sadi Somuncuoğlu, Halil Özyıldız, İbrahim Metin’in de bulunduğu bir toplantı. Işınsu ve Halide Hanım’ın 14 Mayıs kooperatif evlerinde… Derginin ismini de Sadi Bey koymuştu. O tarihlerde bizim entelektüel ve siyasî faaliyetlerimiz daha çok akademisyenlerin uğrak yeri Kültür Bilim ve Teknik Merkezi’nde yoğunlaşmıştı. İsim hakkındaki son karar, orada yapılan bir oylama ile kesinleşti. Ayşe’de gerçi Halide Hanım’ın ismi vardı ama o dergiyi de fiilen Işınsu yürütüyordu. Zaten Töre’nin künyesinde de “Kurucusu Halide Nusret Zorlutuna” yazardı.
Edebiyat ve fikir, ailede en az üç nesildir var. Işınsu’nun anne dedesi Kerkük Mutasarrıfı Mehmet Selim ama II. Abdülhamit’e muhalif ve faaliyetini Avnullah Kâzımî takma adıyla yürütüyor. Zindana atılıyor. Zincirli resimleri var. Mahkemedeki müdafaası kitap olmuş. Sonra Abdülhamit’i deviren İttihat ve Terakki’ye de muhalif. Avnullah Kâzımî’nin iki kızı İsmet Kür ve Halide Nusret Zorlutuna. Halide Hanım hâlâ okullarda okutulur. Şair ve yazar. İsmet Hanım’ın da birçok eseri var. Ailenin İsmet Hanım tarafından iki kızdan biri yazar Pınar Kür. Diğeri heykeltıraş Işılar Kür. Işılar’ın tercümeleri de var.
Işınsu’nun çocukluğu evde dolaşırken devamlı şiirler okuyan bir annenin yanında geçiyor. Hele Halide Nusret gibi bir anne ise, bu az şey değil. Muhakkak ki bunun etkisi olumlu ve çoktur. Meselâ bizim ailenin bütün kolları kapıyı müstefilâtün diye vurur: Tak tak da tak tak. Kapı başka nasıl vurulur ki? Yakın aile dostları da öyle vurur.
Evet, Işınsu yazarlık hayatı boyunca, daha genç bir kızken yayınlanan İki Nokta kitabında, o tarihlerde dergilere gönderdiği şiirlerde, dikkatle ismini “Emine Işınsu” diye yazar, soyadını kullanmaz. Bu, Zorlutuna soyadı sayesinde annesinin şöhretine sığınmama dikkatidir. Işınsu’nun soyadı kullanmaması hayatımızda bazı eğlenceli olaylara da sebep oldu. Meselâ bana “İskender Işınsu” diye mektup gelmişti…
Ak Topraklar, Türk Edebiyatı Dergisi’nin Malazgirt’in 900. yıl dönümü dolayısıyla açtığı yarışma için yazılmıştı. Birinci seçildi. İlk baskısı Dede Korkut diline bugünkü hâlinden daha yakındır. Sonraki baskılarda daha kolay okunsun diye günümüz Türkçesine yaklaştırıldı ama Dede Korkut dili, ruhu, havası devam etti. O tarihlerde birbirimizle konuşmalarımızda da Dede Korkut ağzı duyulurdu. Ben Türk Edebiyatı’na Betik başlıklı bir deneme yazdım. O bir evlenme teklifi, talebi gibidir ve hemen tamamen Dede Korkut dilindedir. Dış Türkler konulu romanlara Batı Trakya’nın anlatıldığı Azap Toprakları ve Kerkük’ün anlatıldığı Tutsak kitaplarını da eklemelisiniz. Fakat Bulgaristan’ın romanı Çiçekler Büyür o türde muhtemelen zirvedir. Çiçekler Büyür, Bulgaristan Türkleri’nin başına gelenler Türk kamuoyuna aksetmeden yazılmış ve yayımlanmıştı. Okuyucu onu o kadar sevdi ki, romanın kahramanı İlay’ın adını taşıyan, 70’li yıllarda doğmuş epey bir çocuğumuz vardır. İlay, en olumsuz şartlara direnen, karlar altından yükselen kardelen çiçeğidir; o romana ismini veren, büyüyen çiçek odur. Bütün bu saydığım kitaplar, o eski topraklarımızdan, vatan cüzlerinden gelen insanlarımızla yapılan uzun sohbetlerde alınan notlarla ve başka açık kaynak bilgileriyle yazılmıştır. Işınsu bütün romanlarında o ülkede, o insanlarla, o zamanda yaşamış gibi olur, âdeta bir trans içinde yazardı. Azap Toprakları’ndaki Ak Hoca için oralı bir zat, “Siz Ak Hoca’yı nereden biliyorsunuz?” diye sormuştu. Halbuki Işınsu Ak Hoca’yı bilmiyordu, o onun roman kahramanıydı. O “içinde yaşama”ya yorduk bu tevafuku. Meğer gerçekmiş Ak Hoca! Yunanlıların çok canını sıkan bir kişiymiş. Kabahati gençleri etrafına toplayıp onlara Kuran’ı anlatması ve Türklüklerini hatırlatması imiş. Romandaki Ak Hoca da aynen bunları yapar!..
Töre yazıhanesini basmaları ve orada buldukları herkesi alıp getirmeleri emrini almışlar. Akşam geç vakit, yazıhanede kimse olmayınca eve gelmişler. Birisini götürmeleri lâzım. Zaten kapıyı ben açtım. Ben gideceğim… Fakat Işınsu, arkamda, “Töre’nin sahibi benim!” diye İlay’lık yapıyor. Murathan da beş yaşında annesinin eteğine yapışmış yüzbaşıya bakıyor. O “Hanımefendi, sizin küçük çocuğunuz var, biz beyefendiyi götürelim” sözü orada telaffuz edildi. Yüzbaşının bir seçim hakkı var, çünkü geldiği yer emirdeki yazıhane değil, bizim ev. Sonra yazıhaneye gittik. Orayı bir güzel aradılar. Sonra beni Merkez Komutanlığı’na götürdüler.
Evet biz Kader Sokağı 1 numarada, Türkeşler 3 numarada otururdu. Şimdi, muhafazakârlığın icabı her halde sokağın ismi değişti; Beyaz Zambaklar Sokağı oldu. Fakat ihtilal sırasında biz oradan elli metre kadar ötedeki Attar Sokağı 15 numaraya taşınmıştık. Bahsettiğiniz haber verme olayı 9 Eylül günü oldu. Genel Kurmaydan bir subay arkadaşım telefonla aradı. Hiç isim vermeden “Burada olağanüstü bir hareketlilik var, mutlaka tahkik edilmeli” dedi ve telefonu kapattı. Sesinden tanıyacağımı tahmin etmişti ve tanıdım da. Mutadım olmadığı halde Türkeş Bey’e yine telefonla ve MHP’deki makamından ulaştım ve bilgiyi aktardım. Kendisi bir yorum yapmadı, ancak daha sonra aynı yönde haberler gelince teyid anlamında benden aldığı bilgiyi de parti yönetimindeki arkadaşlarıyla paylaşmış.
Işınsu baştan beri tasavvufî roman yazmayı düşündü. Yukarıda saydığınız romanlardan önce de Yunus’u yazmak onun idealiydi. Ancak Yunus’u yazmak için onu hissetmek gerektiğini, bu işin de zor olduğunu düşünüyordu. Bir konuşma hatırlıyorum, Yazarlar Birliği’nin bir toplantısında, bu düşüncesini, Yunus’u yazmanın zorluğunu dillendirdiğinde, o konularda çok kolay yazan “yazar”lardan biri itiraz etmiş, ne zorluğu varmış ki, ben yazıveririm, demişti. Hani şu romanlarında serseri tiplerin bir gün sokakta ezan sesi duyunca imana gelip koyu Müslüman olduğunu yazan “güzel insan” arkadaşlarımızdan biri… Yazdı da. Yayınlandı ve o romandan bir daha haber alınmadı.Tasavvuf Işınsu’nun her zaman içindeydi. Bir Ben Vardır Benden İçeri yıllar boyunca pişti, hazırlandı. Bukağı’nın Niyazî Mısrî’si ve Hacı Bektaş-ı Veli ondan sonra ard arda geldi.
Yazmak onun hayatıydı. Zaten başka türlü yazılmaz herhalde. Bakın hastalık başladıktan sonra bir konuşmasında neler söylüyor: “Günlerden, yıllardan bir gün, roman yazmayı bırakır mıyım acaba? Ve öyle olursa, beni hep roman yazarken görmüş, görmese de roman yazıyorum diye bilen çocuklarım, hatta torunlarım; Bulut ve Kaan ve Naz kızım, ne yaparlar acaba?! Roman yazmayı bırakmam için ancak çok yorgun ve elden ayaktan her şeyden geçmiş hâlde olmam lazım! Diye düşünürüm; o zaman beni üzgün ve şaşkın öylece bulabilirler . Ve de, içimden içimden , ‘Çok korktuğum durum, işte başıma geldi!’ diye hayıflanırım! ‘Çünkü o kadar uzun zaman yaptığım ve o kadar severek yaptığım şeyleri artık yaşayamayacağım’ diye düşünür ve pek tabi çok üzülürüm. “ Ve tam da öyle oldu.
Masasında uzun yıllar bir Olivetti daktilo bulunurdu. Yazarken kendini tamamen verirdi. Hızlı ve takırtılı bir yazıştı. Bu 1985’e kadar böyle sürdü. O sırada Suudî Arabistan’daydık ve o tarihte bir IBM PC-XT aldık. Klavyeyi, ekranı ve yazıcının karakterlerini Assambler diliye Türkçeleştirdim. On yıldan uzun bir müddet onunla yazdı. Daha sonra bir Toşiba diz üstüyle devam etti. Artık benim program yapmama gerek kalmamış, Türkçe, bilgisayarlarda standart olmuştu. Yine de klavyeyi F’e çevirmek gerekir, bunu da etiket yapıştırarak yapardım. Her romanın bir hazırlık dönemi olurdu. Uzun mülakatlar, ayrıntılı notlar, çizile çizile okunan kitaplar. Bir kutu işaret kalemi almıştım, hani şu genellikle sarı ve başka renklerde satırların üstünü çizdiğiniz yarı şeffaf işaretleyicilerden. Okuduklarında işaretli yerler işaretlenmemişlerden genellikle fazla olurdu.
Yazı yazmayı hiç bırakmak istemeyeceği, buraya kadar dile getirdiklerimden bellidir. En son Ahi Evran’ı yazacaktı. Ahi Evran Üniversitesi’nden dostlar onu yazmasını arzu ediyordu. Epey çalıştı. Fakat artık olmuyordu. Yazdıklarını bana verdi, okudum ve okuması için tekrar kendisine verdim. Olmamış dedi… Olmadığınının farkındaydı. Zaten kendi hastalığını da ta 2008’de, kendi teşhis etmiş, ben Alzheimer oluyorum demişti; bizim itirazlarımıza, yok daha neler dememize rağmen. Maalesef o haklı çıktı.
Bağlar ve dostluklar ölünceye kadar bitmez. Hani bir türkümüzde denildiği gibi, “ya sen ya ben ölmeyince”… Birçok dostumuz vardı, hâlâ var. Yaşımızdan ötürü teker teker bizi bırakıp gidiyorlar. Galip Erdem Ağabey, Dündar Taşer Ağabey öyle yaptılar. Bilhassa Galip Ağabey zaman zaman bize gelip yerleşirdi. Erol Güngör’ü genç yaşta kaybettik. Doçentler Cuntası’nın dört elemanından üçünü de. Mehmet Çınarlı ve Hisarcılar… Tarık Buğra… Tarık Bey’in eşi Hatice Hanım sağolsun hâlâ arar.
Daha çok sevdiklerinin doğum günlerine önem verirdi, biz, yani biz ve çocuklarımız da onunkine. Anneler Günü ile pek yakın gelen doğum gününe. Bu yıl 80’ini tamamlıyor. Çocuklar gelecek. Hüzünlü bir doğum günü olacak.
İki değerli genç akademisyen kızımızın, Nebahat Akbaş ve Gökçe Nur Şafak günler süren kamera kayıtlı mülakat sorgu-suallerinden sonra hazırladıkları bir Emine Işınsu kitabı var. O kitap için Işınsu da “Kendimden kendime” başlığı ile 100 sayfa kadar bir yazı yazmıştı. Ancak ne zaman yayınlarız, yayınlar mıyız bilmiyorum. Ona çocuklarımız ve dostlarımızla birlikte karar vereceğiz.