Pek çok önemli klasiği yayıma hazırlayan N. Ahmet Özalp ile eleştiri yazılarından oluşan “Teknik Okumalar: Bağa Destursuz Girenler”den yola çıkarak klasik eserlerimizin okura ulaştırılmasındaki sorunları/çözümleri konuştuk.
Bu “dil”den ne anladığımıza bağlı. Şöyle söyleyelim: İlk engel doğal olarak alfabedir. İşin en kolayı bu. İkinci engel söz varlığımız, diğer bir deyişle sözlüktür. Burada işimiz biraz daha zorlaşır. Redhouse’un Osmanlıca-İngilizce Sözlüğü 150 bin kelime içeriyordu, bugün en çok kullanılan Devellioğlu’nun Lûgat’i 60 bin kelime. En yalın metinlerde bile öyle kelimeler çıkar ki karşınıza, anlamına ulaşmak şöyle dursun doğru yazımını bile tespit edemezsiniz. Söz gelimi Safahat’ın ilk baskısında Akif, “Mahalle Kahvesi” şiirinde sonradan değiştireceği “subât” diye bir kelime kullanır. Kitap hakkında yazı yazan çağdaşı Raif Necdet, ki ileride büyük bir Türkçe sözlük yayımlayacaktır, bu kelimeyi anlayamaz, olsa olsa mürettip hatasıdır diyerek “seyyiât”a çevirir. İki kelime arasında yalnız bir nokta farkı vardır. Ama değişiklik hem ölçüyü bozar hem de anlamı. Sonraki ve asıl engel “dil”dir. Dil yalnız bir söz varlığı toplamı değil, bütün boyutlarıyla bir dünyadır.
Kültürü, inançları, yaşama biçimi, dünya görüşü ve düşüncesiyle toplumun bütün bir varlığı, dünyasıdır. Bu dünyaya alfabeyle, sözlüklerle tam olarak girilemez. Çünkü farklı ve bütünüyle kendine özgü bir dünyadır. Bu nedenle, günümüzde yabancı dillerin birinden bir çeviri yapmak, Osmanlıcadan çeviri yapmaktan daha kolaydır. Çünkü bugün bizi biçimlendiren Osmanlı kültür ve uygarlığı değil, modern dünyayı oluşturan Batı kültür ve uygarlık değerleridir. Tanzimat’tan beri süregelen bir yabancılaşmanın acı sonucudur bu. Bu yabancılaşmanın bilincinde olan Akif bile Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’unu sırf Batılı yazarlardan öğrendiği plan fikrine uymadığı için heder olmuş bir emek olarak değerlendirir. Ötesini siz düşünün.
Elbette en büyük sorumluluk payı hazırlayanın. Sonra sırasıyla editör ve yayıncı gelir. Ben bunlara bir de okuru ekliyorum. Yayıncı işi bir editöre verdiği için sorumluluktan payı bir ölçüde azalır. Ama yine de onun niyeti, çalışma biçimi, olayı önemli ölçüde belirler. Editörün görevi eserin en doğru, en güzel biçimde yayınlanmasını sağlamaktır. Ama ne yazık ki bizde gerçek anlamda editör çok nadirdir. Biraz okuyup yazmış kişilerin rahatlıkla editörlük yapabileceğini sanıyoruz ve fena hâlde yanılıyoruz. Geçenlerde oğlumun elinde bir kitap gördüm. Yeni yayınevlerinden birinden çıkmış elli sayfalık, çeviri bir kitap. İki tane editörü var. Ne güzel değil mi? Bu, işin ne kadar ciddiye alındığını gösteriyor. Arka kapağa bir göz attım. Kitaptan alınmış üç cümle var burada ve üç yazım yanlışı. Merak edip aynı cümleleri buldum kitaptan. Kitaptaki cümlelerde yazım yanlışı yok. İki editör üç cümleyi kapağa, biri çevirmenin kullandığı kelimeyi değiştirmekten kaynaklanmak üzere -ki böyle bir hakları yok- üç yazım yanlışıyla taşıyorlar.
Aklıma Muallim Naci’nin dizeleri geldi: “Yedi yüz kerre yanılmak ne demek bir cüzde/ Böyle olmaz a benim hâfızım ezber dediğin.” Okurlara gelince, bizde ne yazık ki son derece edilgin bir okur var. Eline aldığı kitap nasılsa öyle kabul ediyor, okuyup bir yana bırakıyor. Oysa okur etkin olmalıdır. Metni eleştirel bir gözle okumalı, emek vermelidir. Kimi cümlelerin altını çizmek bile bu anlamda önemlidir. Ama yapması gereken ikinci bir iş daha var, kitapta gördüğü yanlışları yazara ya da yayıncıya iletmektir. Bu durumda yazar ve yayıncı hem sonraki basımlarda yanlışlarını düzeltecek hem de başka yayınlarda daha özenli, daha titiz davranacaklardır.
Eski metinlerin yayımı konusunda üç yöntem izleniyor genelde. İlki çeviri yazı. Özellikle akademik çalışmalarda bilimsel transkripsiyon işaretleri de kullanılan bu yöntem, doğal olarak sınırlı sayıda insana, özellikle de bilim çevrelerine hitap ediyor. Ne ki bu metinlerin okunması çok zor. Bu metinle uğraşmak yerine aslını okumak daha kolay ve zevkli. İkincisi sadeleştirilme. Metinlerin sözdizimlerini koruyarak anlaşılmayacağı düşünülen kelimeleri yeni karşılıkları değiştiren bu yöntem de bence kitabın okunmasını ve zevk alınmasını sağlamaktan çok uzak. Son olarak metnin güncellenmesi, diğer bir deyişle dil içi çeviri yöntemi var. Bu yöntemde metnin sözdizimi de kelimeleri de önemli ölçüde günümüz Türkçesine ve anlatım biçimlerine aktarılır. Bence doğru uygulanması şartıyla genel okur için, özellikle de genç okurlar için en uygun yöntem budur.
Son derece olumlu bakıyorum. Metni özünden, temel bildirisinden koparıp uzaklaştırmadan ve kusursuz bir dil ve anlatımla hazırlanması ve doğal olarak hatasız, yanlışsız bir baskıyla yapılması şartıyla. Dahası ben önemli klasiklerin yeniden işlenmesi, yeniden üretilmesi gerektiğine de inanıyorum. Hasan Aycın’ın Bin Hüseyin ve Sahipkıran, Cihan Aktaş’ın Şirin’in Düğünü gibi bu yönde yapılan çalışmaları da yürekten destekliyorum.
Sorunuzdaki donanım kelimesini “nitelik” olarak alıyorum. Bu konuda en çok önemsediğim şey her şeyden önce ciddi bir edebiyat okuru olmaktır. Yapılan iş dille ilgili olduğunu göre bu alanda çalışanlar sağlam bir dile sahip olmalıdır. Bunun yolu da edebiyat metinleri okumaktan geçer. Çünkü dilin en güzel, en incelikli kullanımını edebiyat metinlerinden öğrenebiliriz, hem de farkına varmadan. Dil bilgisi ve yazım kurallarıyla ilgili bilgiler de gereklidir elbette, üstelik yalnız Türkçenin değil Arapça ve Farsçanın kurallarına da aşina olunmalıdır. Diğer önemli bir nokta alan bilgisidir.
Çevirmenin çevireceği metnin alanını yazarı ölçüsünde bilmelidir denilir. Ama bu her zaman mümkün olmayacağı için çevirmen araştırmacılığı ile aradaki açığı kapatmaya çalışmalıdır. Metni tam olarak anlayabilmek için yazar da çok iyi tanınmalıdır. Klasik metinler tam olarak anlaşılmadıkça çevrilemez. Anlaşılmayan bir kelimeyi ne okuyabilir ne de yazıya geçirebilirsiniz. Bu nedenle sözlük gibi başvuru kaynakları sürekli el altında bulundurulmalı, her ihtiyaç hissedildiğinde gerekli araştırma yapılmalıdır. İster çeviri yazı ister dil içi çeviri olsun yapılan iş, büyük sorumluluk yüklemektedir kişiye. Bu nedenle olabildiğince titiz, dikkatli ve sabırlı olunmalı, iş kesinlikle aceleye getirilmemelidir.
Bunun en temel nedeni dönüşümü sağlaması umulan eserlerin niteliğidir. Ancak kusursuz eserler okurlarını etkileyebilir. Oysa söz konusu eserler kusurlarla, eksiklerle, yanlışlarla dolu bir biçimde çıkıyor karşımıza. Ne doğru ne de güzel biçimde sunabiliyoruz bu eserleri. İkinci neden dönüşümün zor ve zaman gerektirmesi. Kısa sürelerde büyük dönüşümlerin sağlanması kolay değildir. Yabancılaşma sürecimiz iki yüzyıla yaklaşıyor. Kendimize dönüş de kuşkusuz zaman alacaktır. Diğer bir neden de şu: Gerçek bir dönüşüm için insanın ve toplumun bunu istemesi, buna hazır olması gerekir.
Kendini değiştirmeyen insan ve toplumu hiçbir dış etken değiştiremez, dönüştüremez. Doğrusunu söylemek gerekirse kimsenin böyle bir niyeti, çabası varmış gibi görünmüyor. Herkes kendinden ve hayatından memnun. Bir çaba harcıyorsa bu, konforunu biraz daha artırmak yönünde. Bir de işin şu yönü var: Her çabanın, her emeğin mutlaka bir karşılığı vardır, ama niyetine göre. Yayıncı kitaba ticari bir meta olarak bakıyorsa, yazar akademik kariyerine üç-beş puan eklemek ya da üç-beş kuruş kazanmak peşindeyse karşılıklarını görürler. Ne var ki bu durumda ortaya hayatı değiştiren, dönüştüren eserler çıkmaz ortaya.