Kızıl Goncalar dizisi, Türk sinemasındaki ‘seküler cemaatler’in dindarlar konusunda 50-60 yıldır bir arpa boyu yol alamadıklarını gösteriyor. Eskinin bagajlarıyla çekilen bu diziyi uzmanlara sorduk. Mesut Bostan: Seküler karakterlere daha imtiyazlı bir yer veriliyor. Doç. Dr. Oğuzhan Bilgin: Demode bir oryantalizme bulanmış tasvir. Prof. Dr. Rıdvan Şentürk: Türk sineması tarihi, İffet (1982) adını taşıyan, fakat Türk iffetine tecavüz eden sayısız film örnekleriyle dolu. Dr. Nevin Arvas: Bu dizilerdeki Müslüman temsilleri özünde İslamofobinin toplum içinde yaygınlaştırılması üzerine kurulmuş.
Son yıllarda ekranlarda boy gösteren seküler-dindar çatışmalı diziler, dozajını artırarak prime time saatlerini çevreledi. Yeşilçam’ın sahtekâr imamından tutun da taşradan gelen geleneksel yaşam biçimine sahip yoksul insanların, modern ve seküler şehirlilerle karşılaşması, bu çatışmanın eski Türkiye versiyonuydu. Vurun Kahpeye, Kaynanalar gibi diziler bunların örneklerinden. Bir Başkadır’la başlayan son yıllardaki versiyonu ise Ömer, Kızılcık Şerbeti ve en son tarikatları da içine alan Kızıl Goncalar gibi dizilerle devam ediyor. Eskinin bagajlarıyla çekilen bu yapımlarda dindar insanlar yine cahil, geri kalmış ve alt tabakada resmediliyor. Yayıncıların toplumun sinir uçlarını harekete geçirecek tarzı yapımlara yönelme sebeplerini, bu sosyolojinin neye karşılık geldiğini, topluma verdiği ve vereceği zararları sektördeki akademisyenlerle konuştuk. Seküler çevreler tarafından yapılan bu işlerin bir hınç alma olarak karşımıza çıkması, İslamofobi’nin yaygınlaşmasına hizmet etmesi, gerçeklikten uzak ve reyting amacıyla yapılmasının yanı sıra, bu tür gerilimler üzerine konuşma imkânı verdiği için, daha büyük bir ihtiyaca işaret ettiğine yönelik başlıklar öne çıktı.
İslamofobiye hizmet ediyor
İnsanlar dünyayı olduğu gibi görmek yerine, olmasını istedikleri gibi görmeyi tercih eder. Son dönemde popüler olan dizilerdeki Müslüman temsiller, korku ve endişeler ile insanı karşılaştıran ve bunlara muhafazakâr çözümler bulan yaklaşımları ile dikkat çekiyor; çünkü bu tarz hikayeler aile, din ve ataerkil otoriteyi ön plana çıkarıp meşrulaştırırken, çağdaş sorunları basite indirgiyor. ‘İstikrarın kaybolduğu ve kargaşanın ön plana çıktığı’ algısının oluşturulmaya çalışıldığı bu dizilerde iki mevcut taraftan biri ‘ideal’ olanı temsil ederken diğer taraf ‘tehdit’ olarak resmedilir. Mesajlar ‘ideal’ olan üzerinden yürütülerek bir düzen sağlanır ve felaketin üstesinden gelinir.
BASKI UNSURU OLARAK GÖRÜYORUM
Bahsedilen bu dizilerdeki Müslüman temsilleri özünde İslamofobinin toplum içinde yaygınlaştırılması üzerine kurulmuştur. Diziler sadece bireyi mutlu etmek, bilgilendirme ya da dehşete düşürmekle kalmaz, bireyi şekillendirir. Ayrımcılık üzerine kurulu bu düşmanca tutum bireysel, daha sonra da kitlesel bir korkuya işaret etmektedir. Buradan hareketle son bir yıl içerisinde Müslüman kimlik temsillerinin Türk dizilerinde neden yoğun bir şekilde inşa edildiğini anlamak mümkün. Bu dizilerdeki kimlikleri toplumun bütününü temsil etmekten öte özellikle bir tutumu realize etmeye çalışan bir baskı unsuru olarak görüyorum. Burada katmanlararası bir ötekileştirme süreci bilinçli olarak inşa edilmeye çalışılıyor. Dizilerdeki kimlik temsillerinin toplumun gerçeğine ışık tuttuğu bilgisini kabul etmek mümkün değildir.
Demode bir oryantalizm
Türk dizilerinde uzun yıllardır bu milletin çoğunluğunun geleneklerinden, yaşam tarzından, değerlerinden pek bir şey bulunmayan, Türkiye’de değil de İsveçre’de çekiliyormuş izlenimi veren dizi karakterleriyle karşı karşıyayız. Son yıllarda Türk dizi sektörü farklı toplumsal kesimlerin de müşteri haline gelmesini teşvik etmek amacıyla muhafazakârlara da yer veren hikâyelere yönelmiş durumda. Bunun yanı sıra artık Türkiye’de yadsınamayacak dindar kitlelerin varlığının kabul edildiği gibi bir durumla da karşı karşıyayız. Ancak bu kabul, o kitleleri olduğu gibi yansıtmaya dayanan bir kabul değil. Dindar insanları temsil ederken, cehaletle, geri kalmışlıkla, eğitimsizlikle özdeşleştirmek gibi bir yan anlatıyı da beraberinde getiriyor. Tıpkı Batılıların Doğu’yu veya Müslümanları tasvir etme biçimi gibi çok demode bir oryantalizme bulanmış tasvir söz konusu.
BÜYÜK BİR HINÇ VAR
Bütün bunların yanı sıra esas mesele hazımsızlık. Uzun süre yok saydıkları, kendileriyle eşit görmedikleri dindar çoğunluğun artık eğitim süreçlerinde, çalışma hayatında, medyada, entelektüel ve akademik hayatta her türlü engellemeye rağmen birer aktör haline gelmeleri büyük bir hınç yarattı. Biz bu hıncın sahiplerini sadece dizilerde görmüyoruz, gündelik hayatta da görüyoruz. Bu dünyadaki tek üstünlüklerini batı kültürünün uzantısı olarak gören kitleler, kendi tarihine, kültürüne sahip çıkan kitleleri bugüne kadar hep aşağılama eğilimindeydiler. İşte o aşağıladıkları, kendilerine denk görmedikleri insanların başarılarıyla bir yerlere gelmeleri hazmedilemedi. Bu hıncı bir yerlerden çıkarmaya çalışanlar bazen sözlü tacizde bulunuyor, seçim zamanı küfürler ediyor. Şimdi de bu tarz dizilerde dolaylı yolla anlatılarla bu insanları itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
Üzerinde konuşma imkanı veriyor
Günümüzde dindar-seküler karşıtlığını anlattığı düşünülen yapımların benzerlerini sinema ve televizyonun geçmişinde bulmak mümkün. Bir bakıma popüler Türk sinemasının ana hikayesi de buydu. Türkiye’de televizyonun yaygınlaşmaya başladığı dönemde yerli dizi yapılması söz konusu olduğunda yine benzer karşıtlıklar üzerinden hikâyeler anlatılmıştı. Türkiye’de popüler olmuş birçok dizi ve filmde bu karşıtlıkların gizli ya da açık bir şekilde işlediğini görmek mümkün.
SEKÜLER KARAKTERLERE İMTİYAZ
Günümüzde asıl dikkati çeken durum, bu dizilerin kültürel karşıtlıkları güncel politik atmosferle etkileşim kuracak şekilde ifade etmesidir. Geçmişte bu tür politik temsiller halkın tepkisiyle karşılaşmıştı. Ancak günümüzde böyle bir tepkinin çok kısmi bir düzeyde kalması kültürel karşıtlıkların gündelikleştiğine işaret ediyor olabilir. Türkiye’de geniş bir orta sınıflaşma söz konusu. Bu da aslında dinin ve geleneğin kültürel refleksleri ile seküler ve modern kültürel eğilimler arasındaki gerilimin geniş bir toplum kesimi tarafından tecrübe edilmesi anlamına geliyor. Dindar-seküler karşıtlığı üzerine bina edilmiş hikâyeler yapıp edenlerin niyetinden bağımsız bir şekilde, halkın bu tür gerilimler hakkında konuşma ve düşünme ihtiyacını karşılıyor olabilir. Günümüzde bu yapımlar açık ki karşıtlığın seküler kanadına kendini yerleştirdiği için, dramatik olarak seküler karakterlere daha imtiyazlı bir yer verilmesine yol açıyor. Halk da bunun farkında olarak belirli rezervlerle bu dizilere yaklaşıyor muhtemelen. Bu durum açık bir şekilde kültürel karşıtlıkları ele alacak yapımlara yönelik daha büyük bir ihtiyacı ortaya koyuyor aslında.
Müslüman sofrasına domuz eti koyarsan!
Toplumu ilgilendiren meseleler; hayat tarzları, dini konular, toplumun hassasiyetleri gözetilmeden ekrana getirildiğinde tepkiyle karşılanacaktır. Bir yapımcının ya da televizyon yayıncısının Türk halkını tanıması, değerlerini, hassasiyetlerini, sinir uçlarını bilmesi gerekir. Meselâ, televizyon dizileri, bu dizilerdeki karakterler, insanları ayrıştırmamalı, birleştirmeli. Rahmetli Halit Refiğ, “Müslüman sofrasına sadece domuz eti koyarsan, seyircinin bütün uysal görünümüne rağmen bir gün isyan edeceği tutabilir” derdi. Seyirciyi tamamen medyaya karşı getirmemek lazım.
HER ŞEY REYTİNG İÇİN
Tüm dünyada televizyonun, medyanın gücü, topluma etkileri, kitlelere verdiği zararlar gibi konular tartışılıyor, bu konuda fikirler geliştiriliyor. Ama bizde bu fikirler bir yana, özel televizyon yayıncılığı konusunda hâlâ sahici bir yayın politikası geliştirildiğini zannetmiyorum. Tüm faaliyetler reyting sistemine göre işliyor. Yayıncılıkta ahlâki sorumluluk anlayışı hiç yerleştirilemedi zaten. Günümüzde bazı popüler dizilerin halktan tepki göreceği öngörülerek sunulduğunu düşünüyorum. Yayıncılar, merak uyandırmak, reytingi canlı tutmak, böylece günün konusu olmak istiyor. Televizyon yayıncılarının gündem belirleme ve gündemi yönlendirme, diledikleri söylemi yayma gibi konularda etkili oldukları görülüyor. Televizyonlarda yerli içeriklerin yaptığı tahribatı konuşmak ve sorgulamak gerekir.
Bitmeyen savaş
Bahsi geçen dizilerin sanat kaygısıyla veya toplumsal eleştiri maksadıyla yapılmış iyi niyetli yapımlar olmadığı, daha ziyade, bütün insanlık tarihi boyunca dönemine ve yöresine göre şekil değiştiren özgürlük ve ahlak savaşlarına kaynaklık eden zihniyet temsillerine işaret ettiği muhakkaktır. Bu savaş elbette yeni değil ve geçmiş hafızamız çok farklı alanlarda gerçekleşen çeşitli çatışma sahnelerine şahittir. Bu diziler, bu savaşın yalnızca televizyona yansımış güncel biçimidir. Örneğin Vurun Kahpeye (1949) filmi gibi, tarihsel kimliğimize, hafızamıza ve aidiyetimize açıktan savaş açan örnekleri Türk sinemasında görebiliriz.
AÇIK SALDIRI OLUNCA GÖRÜYORUZ
Düşündürücü olan, bizim bu savaşı ancak açık saldırılarına maruz kaldığımızda görmemiz ve savunmaya geçmemiz. Oysa Türk sineması tarihi, İffet (1982) adını taşıyan, fakat Türk iffetine tecavüz eden sayısız film örnekleriyle doludur. Demek ki, asıl tehlikenin Müslüman Türk milletinin tarihsel kimliğine ve aidiyetine açıktan savaş açan, kendini ayrıştıran ve herkesin safını seçmesini talep eden Kızıl Goncalar ve Vurun Kahpeye gibi diziler ve filmlerden değil, Türk’ü Türk yapan bütün değerlere, ilkelere, düşünce ve sanat geleneğine, ahlakına, haysiyetine, iffet ve namusuna, kısaca özgürlük iradesine tecavüz eden zihniyetten kaynaklandığını görmemiz gerekir. Anlaşılan, kuyruksuz maymun türünden peydahlandığına inanan yerli vampirlerin en çok korktukları şey, özgürlük iradesinin hadım edildiğine, otopsiye yatırılıp bir daha asla birleşemeyecek şekilde parçalandığına inandıkları Türk’ün ruh kökünün yeniden dirilip filizlenme, mazlumları kendi gölgesinde buluşturan koca bir çınara dönüşme ihtimalidir.
Gerçeklikten uzak temsil
Özel televizyonlar işleyiş yapısı gereği ticari kazancı ön planda tutarlar. Devlet ve kamudan yardım almaz, varlığını reklam için satabildiği sürenin kazancıyla sürdürürler. Bu sebeple de izlenir olmalıdırlar. Özel televizyonların en çok izlenilen, dolaysıyla yayınlarında en çok yer verdikleri program türü dizilerdir. Son günlerde TV’de yayınlanan dizilerde biri dindar diğeri ise seküler iki farklı yaşam şekli olan “iki zıt ailenin”in çatışması işleniyor. Bu dizilerin gerçeği yansıtmaması ile ilgili çeşitli tartışmalar ortaya çıktı. Televizyon dizileri canlı bir organizma gibidir. Yazar ve yönetmen yeni ortaya çıkan trendlere, fikirlere göre senaryoyu değiştirebilir ya da ona başka bir doğrultuda yön verebilir. Bu konuda en büyük beklenti ise reyting ölçümleridir.
DİZİLER TAMAMEN TİCARİ
Konuya içerik açısından bakacak olursak dizilerde kullanılan temsiller ve klişeler gerçeği tam olarak yansıtmazlar, pek çoğu abartılı ya da gerçeklikten uzak sergilenir. Karakterleri ve olayları uygun buldukları şekilde kodlayarak seyirci üzerinde etki yaratmaya çalışan TV dizileri, yüksek izleyici rakamlarına sahip olmayı amaçlayan dramalardır. Tamamen ticari yapımlardır. Sanat ya da gerçekleri doğru olarak yansıtmak gibi kamusal özellikleri bulunmaz. Hatta bu özellik “gerçek hayat hikayesinden uyarlanmıştır” ibaresini kullanan dizilerde bile yoktur. Dolayısıyla televizyon dizilerinde yer alan her hangi bir insana, guruba, kesime ait tanımlamalar, çoğunlukla gerçeklikten uzak ya da farklı amaçlar doğrultusunda kullanılabilmektedir.