Akademinin, başka şeylerin yanında, topluma özellikle iki yönden katkıda bulunması beklenir: evrensel geçerlilikte, bağımsız bilgi üretimi ve toplumsal sorunların çözümüne “aydın” katkısı. Gazze Şeridi’nde sekiz ayı aşkın zamandır devam eden soykırım saldırıları karşısında Türkiye ve dünya akademisinin alması gereken tutum da temelde bu zeminde gerçekleşmelidir.
Amerikalı anti-Siyonist Yahudi siyaset bilimci Norman Finkelstein, Beyond Chutzpah isimli etkileyici çalışmasında, Filistin sorununun dünyada algılanma ve tartışılma biçimini çarpıcı örneklerle ortaya koyar. Finkelstein’a göre entelektüeller, temelde, zaten açık olanı açıklığa kavuşturmak ve ihtilaflı olduğu iddia edilen meselelerde aslında ihtilafa yer olmadığını ortaya koymak gibi bir görevle karşı karşıyadır. Nitekim sorunun tarihsel kökenleri ve güncel niteliği, ağır tahrifatların ve kurgusal anlatıların altında boğulmuştur.
Bu açıdan akademinin, özellikle sosyal bilimler camiasının, İsrail’in ontolojik vasıflarını, Filistin’deki işgal, yerleşimci sömürgeciliği, etnik temizlik ve mülksüzleştirme olgularını tüm açıklığıyla ortaya koyması, sorunun gerçek niteliği hakkında isabetli kavramsallaştırmalara gitmesi ve toplumsal tartışmalarda yön gösterici bir rol oynaması gerekir.
Genel olarak Filistin sorunu, özel olarak Gazze’deki soykırım süreci aynı zamanda vicdani ve ahlaki tutum almayı gerektirdiğinden, akademinin bu yönden de aydın sorumluluğuyla hareket etmesi, bir başka deyişle Filistin’i yabancılaşma üreten bir araştırma nesnesi olmaktan çıkararak cesur bir şekilde taraf olabilmesi gerekmektedir.
Akademinin süregiden Gazze soykırımında somut ve sonuç alıcı bir tutum geliştirebilmesinin en önemli aracı ise akademik boykotun yaygınlaştırılmasıdır. Bu boykotun anlamı ise İsrail üniversiteleriyle hiçbir türden kurumsal işbirliğine girilmemesi, hiçbir ortak proje üretilmemesi ve var olan işbirliklerinin sonlandırılmasıdır.
Akademik ve kültürel boykot çağrıları zaman zaman itirazlarla karşılaşmakta, bilimsel ve kültürel faaliyetlerin İsrail’in işlediği suçlarla bir ilgisinin bulunmadığı ileri sürülmektedir. Oysa bu iki alan, İsrail’in resmi tezlerini dünyaya kabul ettirmede ve işlediği suçların üzerinin örtülmesinde birinci derecede rol oynamaktadır. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler ve hatta Uluslararası Adalet Divanı kararlarını hiçe sayan İsrail, mutlak bir tecridi ve yalnızlaştırılmayı ve son kertede parya devlet statüsüne getirilmeyi hak etmektedir – durdurulmasının başka bir yolu da yoktur. Bu mutlak tecrit ve yalnızlaştırma, İsrail’in tüm resmi kurumlarını içine almalıdır ve elbette resmi akademi bundan azade değildir.
Son olarak, Gazze’de bulunan tüm üniversitelerin yok edildiği, sayısız öğrenci ve öğretim üyesinin öldürüldüğü koşullarda İsrail üniversiteleriyle muhtelif türlerde partnerlikleri sürdürmenin vicdanen kabul edilebilir yanı yoktur.
ABD de dahil olmak üzere pek çok ülkede öğrenciler ve akademisyenler, üniversitelerinin İsrail kurumlarıyla bağının kesilmesi için aylardır cesur bir mücadele yürütüyor ve her gün yeni başarılar elde ediyor. Türkiye akademisinden beklenen, bir yandan bu mücadelelere açıkça sahip çıkması, diğer yandan da bazı Türkiye üniversiteleriyle İsrail üniversiteleri arasında geçmişte imzalanmış ve hâlen yürürlükte olan, Erasmus protokolleri dahil her türlü ikili işbirliği anlaşmasının derhal sonlandırılmasıdır.