Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ardından son 20 yılını ilmi çalışmalar içerisinde geçiren Dr. Tayyar Altıkulaç, halen 29 Mayıs Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanlığı görevini yürütüyor. Altıkulaç, “Üniversite açtık, bitti değil. Her gün üniversitedeyim. Üniversite kurmak ömre bedel bir iştir" diyor.
Sekiz senelik Diyanet İşleri Başkanlığı süresince, ülkemiz ve Türk cumhuriyetleri başta olmak üzere tüm Müslüman aleminin lehine pek çok faaliyetin öncüsü veya içerisinde olan, aynı zamanda Türkiye için adeta bir kırılma noktası olan pek çok tarihte din ve devlet işleri arasında bıçak sırtı bir görevi üstlenmiş bir isim Dr. Tayyar Altıkulaç. Hizmetle geçen günlerin ardından, “O günleri bilen hemen herkesin kabul edeceği gibi gerçekten zor dönemlerde görev yaptım. O yüzden yazmış olduğum hatırata ‘Zorlukları Aşarken’ adını vermeyi uygun gördüm. Zorlukları karınca kararınca aşmaya çalıştım. Aşabildiğimi de zannediyorum” ifadesinde bulunuyor. Diyanet İşleri Başkanlığı ve siyasi hayatının ardından son 20 yılını ise hem bazı projeler üreterek hem de akademik çalışmalar yaparak geçiriyor. Çalışma masasının üzeri daima dolu olan Altıkulaç, akademik hayatında kadim mushaflar üzerinde yoğunlaşmış. İSAM’daki odasında birinci-ikinci asırdan günümüze ulaşmış mushaf nüshaları üzerine çalışmalar yaparken bir yandan da 29 Mayıs Üniversitesi’nde Mütevelli Heyeti Başkanlığı görevini yürütüyor. “Üniversite kurmak bir ömre bedel bir iştir. Her gün buradayım. Esas idari anlamda gündemimde üniversite var. Üniversite açtık, bitti değil. Yaşımız da geceleri saymazsak 42,5. Çalıştık da ne yaptık hayatta? Onu bizi tanıyanlar, yazdıklarımızı okuyanlar, dinleyenler takdir etsinler. En önemlisi de Cenab-ı Allah’ın katında zayi olmasın, Mevla takdir etsin” diyor.
İKİ HATİBİN TORUNU
1938 yılında Kastamonu’nun Devrekâni ilçesinin Bıngıldayık Köyü’nde dünyaya gelmiş Tayyar Altıkulaç. Babasının babası olan Tahir Efendi, gençliğinde biraz olsun medrese tahsili görmüş olduğundan köyünde “hatip” lakabıyla anılırmış. Tevafuk ya Altıkulaç’ın annesinin babasının ismi de Tahir’miş ve o da çevresinde “hatip” lakabıyla bilinirmiş. Bu iki dede, yıllar önce medresede arkadaş oldukları gibi yıllar sonra bir de birbirlerine dünür olmuşlar. Altıkulaç’ın babası erken yaşlarda hafızlığını farklı bir köyde tamamlamış ancak Devrekâni ilçe merkezinde görev alıncaya dek hocalıkla değil, köy işleri ile meşgul olmuş. Annesi Nuriye Hanım ise çevre köylerin terziliğini yapar, devamlı dikiş dikermiş. Henüz yirmi sekiz yaşında iken gördüğü tedavi sonrası yeteri kadar iyi bakılamaması sebebiyle hayatını kaybetmiş. Annesinin vefatı üzerine babası bir evlilik daha yapmış. Altıkulaç, “Bu üvey anne, bize göre dünyanın en iyi üvey annesi olmasına rağmen, içimde her zaman annemin yokluğunu hissettim ve özlemini yaşadım” diyor. Öyle ki kendisinin annesiyle hiç fotoğrafı bulunmazken ağabeyi Adnan’ın annesiyle çekilmiş bir kare fotoğrafını daima kıskanmış.
Altıkulaç, ilk Kur’an-ı Kerim eğitimine beş-altı yaşlarında ağabeyi Adnan ile birlikte başlamış. Hocaları ise dedeleri Tahir Altıkulaç olmuş. İki kardeşin ezber çalışmaları ilerlerken annelerinin vefatı ile çalışmaları yarıda kalmış. Aradan aylar geçip de iki çocuk neredeyse ezberlediklerini unuttukları zaman dedeleri bir karar vermiş. “Çocuklar, ikinizden biri okuyacak diğeriyse köy işleriyle meşgul olacak” diyerek onlara seçenek sunmuş. İlk olarak büyük torunu Adnan’a ne istediğini soran Tahir Dede, umduğu yanıtı bulamayınca, “Sen cevap ver okuyacak mısın, okumayacak mısın?” diyerek aynı soruyu küçük torunu Tayyar’a yöneltmiş. “Kural baştan konmuştu. Birimizin okumasına karar verilerek söze başlandığı için ne cevap vermem gerektiği de belli olmuştu” diyor Altıkulaç. Böylece kendisine göre daha gürbüz olan ağabeyi köy işlerine, daha başarılı, hıfzı kuvvetli olan Tayyar hafızlığa başlamış. Kur’an’ın tamamını ezberlemesi iki yıl sürmüş ve dokuz yaşında hıfzını tamamlamış. 1947 yılı Aralık ayında Altıkulaç için dört gün süren bir hafızlık merasimi düzenlenmiş. Bu törenin ardından henüz 9 yaşında olan Altıkulaç, gelecekte din tahsilinde ilerlemek ve din görevlisi olarak hizmet etmekten başka hiçbir şey düşünmemiş.
YÜKSEK İSLAM’DA ÖNCE ÖĞRENCİ SONRA HOCA
Hafızlık çalışmaları sebebiyle ilk okula başlama yaşı gecikse de hem okuyup yazmayı, hem toplama çıkarmayı ve hem de kerrat cetvelini bilen Altıkulaç, ilk okulu bir sınıf atlayarak Devrekâni Merkez İlkokulu’na başlamış. Mezuniyetin ardından, içindeki dini ilimler aşkı ile henüz birkaç ilde hizmete giren imam-hatip okulundan biri olan İstanbul İmam Hatip Okulu’na kaydını yaptırmak için babası ile birlikte İstanbul’un yolunu tutmuş. İstanbul’a vardıklarında babası onu işadamı Ata Kulaksızoğlu’na emanet edip geri dönmüş. Kulaksızoğlu, Altıkulaç’ı kalacağı yere, Fatih Camii yakınında, Karadeniz Caddesi üzerindeki Gelenbevi Ortaokulu’nun karşısındaki iki katlı ahşap binaya yerleştirmiş. Bu evde kendisi gibi eğitim almak için gelen talebelerle; Mustafa Göl, Niyazi Meme, Ahmet Kahraman, İrfan Yücel ve Süleyman Aşıkkaya ile beraber yaşamışlar. Altıkulaç, o günkü imam hatipleri şöyle anlatıyor: “O yıllar itibariyle baktığınızda, bu okuldan mezun olduğunuz zaman makam ve maaş olarak geleceğin bize vaat ettiği hiçbir şey yoktu. Yüksek öğrenim yapıp yapamayacağımız da belli değildi. Arkadaşlar arasında söylediğim ideallerin ötesinde hiçbir şeyin sözü sohbeti yapılmazdı. Tam bir azim ve tevekkül anlayışı içinde idik.” Bu evdeki birliktelikleri Kasım 1957 yılında Altıkulaç Teşvikiye Camii’de görev almasına kadar sürmüş.
Nihayet İmam Hatip Okulu’ndaki yedinci senesinde aynı zamanda Teşvikiye Camii’nde müezzin olarak görevli bulunduğu dönemde 1958-1959 mezunları için müjdeli haber duyurulmuş. Adnan Menderes Hükümeti, İstanbul’da bir Yüksek İslam Enstitüsü açılmasına karar vermişler. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan beklenen emir gelince Altıkulaç ve birçok arkadaşı yeni açılan enstitüye kayıtlarını yaptırmışlar. O yıllarda enstitünün programı hakkında ayrıntılı bir bilgiye sahip olmadıklarını söyleyen Altıkulaç, “Bizim esas amacımız, dini ilimlerde ilerlemek ve yüksek öğrenim yapmaktı” diyor. Enstitüden mezun olduktan sonra görev almak için Ankara’ya gittiğinde enstitünün ilk mezunlarından biri olarak, Bekir Topaloğlu ile birlikte tayinlerinin İstanbul İmam Hatip Okulu’na yapılmasının istendiğini öğrenmişler. Böylece kendi mezun olduğu Çarşamba’da bulunan İstanbul İmam Hatip Okulu’nda öğretmenliğe başlamış. Buradaki öğretmenliği sırasında gelen müdür yardımcılığı teklifi ile bir süre bu görevi de yürütmüş. “Öteden beri ilme hevesi olan bir öğrenciydim” diyen Altıkulaç, İstanbul İmam Hatip Okulu’nda öğretmen ve idareci olarak çalıştığı sırada İstanbul Yüksek İslam Enstitsü’ne dört asistan kadrosu verilmiş. Altıkulaç da yabancı dil ve meslek alanlarında yapılan imtihanlar sonucunda Kur’an ilimleri alanında asistanlığa hak kazanmış ve yeni görevine başlamış. Asistanlığın devamında 1968-1969 öğretim yılının ikinci yarısında da bir kez daha mezun olduğu bir okulda hoca olmak nasip olmuş.
DİYANET İŞLERİ’NDE İLK GÖREV
12 Mart Muhtırası ve sonrasındaki I. Nihat Erim hükümeti günlerinde Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş’in eliyle Diyanet İşleri’nin idari kademelerinde bazı değişiklikler yapılmaya başlanmış. O sırada Diyanet İşleri Başkan Vekili olan Lütfi Doğan da boş bulunan başkan yardımcılığı koltuğu için devlet bakanına Tayyar Altıkulaç ismini önermiş. Bakanın olumlu görüşü ile konu Altıkulaç’a açılmış. Ancak kendisi reddetmiş. Doğan ise biraz daha düşünmesini hemen kestirip atmamasını istemiş. Teklifi yine de geri çevirince bu kez Ankara’ya çağrılmış. İstanbul’dan arkadaşları ile istişare yapan Altıkulaç, davete icabet etmeye ancak teklifi yine reddetmeye kararlı oluşunun nedenini şu sözlerle anlatıyor: “Aslında bu teklifin, o yaşta benim ilgimi çekmesi ve en azından nefsime hoş gelmesi beklenirdi. Ama hiç öyle olmadı. Çünkü İstanbul’daki genç kadro olarak bizde ilim yapma ve iyi bir nesil yetiştirme ortak ideali, bütün makam ve mansıplara ilgi duymamamız için yeterliydi.” Ancak Özgüneş’in “Seni kurumdan iki yıl izinli olarak getirelim” teklifi üzerine durumu yeniden değerlendiren Altıkulaç bu kez teklifi kabul etmek durumunda kalmış. Bürokratik nedenlerle bu izin sağlanamasa da Altıkulaç, göreve başlamış ve kurumun yönetim ve bürokrasisi sil baştan ele alınmış.
Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı sırasında gerçekleştirilen Din İşleri Yüksek Kurulu Seçimi, Altıkulaç’ın hayatının dönüm noktalarından biri olmuş. Başarısızlıkla sonuçlanan seçimin ertesi günü Altıkulaç masasında sarı bir zarf bulmuş. Zarfın içerisindeki belgede “Devlet Bakanlığı’nın ilgi onayı ile İstanbul’da Haseki Eğitim Merkezi’nde görevlendirilmiş bulunuyorsunuz. Derhal yeni görevinize başlamanızı rica ederim” yazılıymış. Konuyla ilgili olarak Altıkulaç, “Başarısızlıkla sonuçlanan Din İşleri Yüksek Kurulu seçimi sonrasında bu başarısızlığın birine fatura edilmesi gerekiyordu. O biri ben oldum” diyor. Bu karar üzerine bizzat cumhurbaşkanı onayı ile atanmış bir memur olmasına rağmen bir sürtüşme yaşanmasını yakışıksız bularak konu üzerine itirazda bulunmamış; Haseki’deki görevinin ne olacağı ile ilgili olarak netlik istemiş. Sonuç olarak İstanbul’daki hizmet ve faaliyetlerin denetlenmesi görevi verilmiş. Bir günlüğüne İstanbul’a gitse de hem Haseki Eğitim Merkezi’nin Ramazan dolayısıyla tatil olması hem de kendisini bekleyen bir sonraki sürpriz vazife nedeniyle bu göreve hiç başlamamış. Onun yerine dönemin Başbakan’ı Süleyman Demirel imzalı kararname ile Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürlüğü’ne atanmış. Bu görevi büyük bir sorumluluk ve azim ile yürüttüğü sırada boğazından rahatsızlanarak bu görevden ayrılmış ve çok kısa bir süre Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliğini üstlenmiş. Ta ki Diyanet İşleri Başkanlığı görevi kendisine teklif edilinceye kadar.
KOLTUK BENİ CEZBETMEDİ
Bülent Ecevit’in 5 Ocak 1978 yılında kurduğu yeni hükümet ile dönemin Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş’in görevden alınacağına kesin gözüyle bakılıyormuş. Ateş’in ardından makama getirilmesi konuşulan üç isimden biri de Tayyar Altıkulaç’mış. Diyanet İşleri Başkanlığı teklifi üzerüne önce istişareler gerçekleştirilmiş. Altıkulaç, o günkü Türkiye şartlarında bu teklifi kabul etmesinin gerekli olduğunu düşünerek olumlu cevap vermiş. Altıkulaç, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilk yıllarında 12 Eylül sonrası dönemde askeri yönetimden gelen bazı emir ve yasakları idare etmek veya reddetmek adına yoğun bir direnç göstermiş. En bilinenleri ile televizyon kanallarında yayınlanacak Mevlit programları, hac ibadetine getirilen kısıtlamalar, Kur’an kursu mücadeleleri bu sorunlardan bazıları… “8-9 yıl zarfında bir şeyler başarılmış ise bunu benim çevremde oluşan kadroya borçluyum” diyen Altıkulaç, çalışma arkadaşlarıyla gece gündüz demeden bir araya gelip istişarelerde bulunurmuş. Hatta toplantılarda, “Sadece emir ve izin alma alışkanlıklarınızı bırakın. Biraz fikirlerinizi söyleyin” diyerek onları teşvik edermiş. Bugün hala geçmişteki çalışma arkadaşlarına müteşekkir olduğunu ifade eden Altıkulaç, “Yaptığımız çalışmaları, tam bir güven içerisinde amir, memur gibi değil onlarla arkadaş gibi çalışmama borçluyum. Hepsine müteşekkirim. Hepsi hasbi insanlardı ve bu kurumun iyi hizmet etmesini güzel projeler üretmesini, hevesle isteyen arkadaşlardı” diyor. Yaklaşık dokuz yılın sonunda emekliliğini isteyen Altıkulaç, ilk kez kendi arzusu ile görevinden ayrılan Diyanet İşleri Başkanı olmuş. “Şahsen bulunduğum idari görev ve makamların hiçbirinde koltuğumla sıcak bir ilişki kurmadım. Onun beni cezbeden yanı hiçbir zaman olmadı. Gerektiğine inandığımda ve gerektiği kadar beraberliğimi sürdürdüm” diyen Altıkulaç, emekli olabilmek için yedi ayrı zamanda iki farklı bakan, iki farklı başbakan ve bir cumhurbaşkanına müracaatta bulunmuş. Yedinci ve son müracaatında talebi kabul edilmiş.
ÖNCE İSTİŞAREDE BULUN
Tayyar Altıkulaç’ın her önemli işin başında muhakkak istişarede bulunduğunu farkettim. Bana Âl-i İmrân Suresi 159. ayeti hatırlatan Altıkulaç, ömrünü Kur’an-ı Kerim ve tefsiriyle geçirmesi sebebiyle bu ayetlerle haşır neşir olması bir yana aynı zamanda içinde bulunduğu güvenilir arkadaş çevresinin de kendisini istişareye yönlendirdiğini şu sözlerle anlatıyor: “Arkadaş çevrem açısından çok şanslıydım. Güvenilir ve fikirlerine itibar edilebilir arkadaşlarla yürüdüm. Çevrenizde böyle bir güven ortamı yoksa belki bu ihtiyacı daha az duyarsınız veya zahiri kurtarmak için biraz istişare ediyor gibi olursunuz. Benim için hiç öyle olmadı. Birçok temel fikirlerimden bu istişareler sonunda vazgeçmişimdir. Herhalde istişarenin faydalarını da görmüş olmalıyım ki ve idarecilik hayatımda da istişareyi gerçekten çok önemsedim. Bugün de durum bundan farklı değildir. Mutlak bir şekilde istişare et, müşaverede bulun. Ondan sonra hemen o kararı uygulamaya koy. Gerisini de Allah’a bırak. Böyle yaptığın zaman gerisi de geliyor.”
ÜÇ NAL İLE BİR AT KALDI
Motosikletten çok önce bisiklet merakıyla başlamış Altıkulaç’ın iki teker sevdası. İlkokul yıllarında bisikleti olmadığından eline geçen para ile bisiklet kiralar binermiş. Yıllar geçip motosiklet ehliyeti alınca rahmetli babası kendisine, “Aferin oğlum, dört naldan birini halletmişsin. Şimdi üç nal ile bir ata ihtiyacın kalmış” diyerek takılmış. İmam hatipte öğrenci iken kendisiyle yaşıt 1938 model ilk motosikletiyle zaman zaman şehirler arası yolculuğa çıkan Altıkulaç, rahmetli babasının bu vasıtayı çok tehlikeli gördüğünden tepki gösterdiğini anlatıyor. Hatta bir keresinde Kastamonu’ya motorla gelmesine rağmen dönüşüne izin vermemiş. İstanbul’a yola çıkarken motosikleti bir akrabalarının boş kamyonuna yüklemiş. Oğlunu da şoförün yanına oturtmuş. Ancak köyden çıkıp biraz uzaklaştıklarında Altıkulaç, akrabalarını ikna ederek yola yine motosikletiyle devam etmiş. 1965 yılına kadar çeşitli motosikletler kullanarak merakını sürdürmüş. Harley Davidson markalı son motosikletini sattığında bu kez İstanbul İmam-Hatip Okulu’nda öğretmenlik yapıyormuş. Noter senediyle yaptığı bu satış, yıllar sonra kendisine beklenmedik sıkıntılar açmış. Çünkü motosikleti satın alan kişi kaydını üzerine almamış. Bu sorun Diyanet İşleri Başkanı olduğu sırada ortaya çıkmış. Neyse ki kısa süre içerisinde motosikletin kaydı Altıkulaç’ın üzerinden silinmiş ve dosya kapanmış.
İSAM’IN BİR BENZERİ YOK
Türkiye Diyanet Vakfı’nın en köklü projelerinden biri olan İslam Ansiklopedisi’nin temelleri yine Altıkulaç’ın başkanlık döneminde atılmış. Tercüman Gazetesi köşe yazarlarından biri olan Ergün Göze’nin öne attığı fikir, TDV tarafından kabul edilmiş. Ancak proje ilk başka 2-3 yılda bitirilebilir gibi gözüksede işin aslı öyle değilmiş. 1986’da Ankara’dan dönerek İstanbul’a yerleşen Altıkulaç, zamanının büyük bir kısmını ansiklopedi çalışmalarına ayırıyormuş. Bir yandan da kafasında İslam araştırmaları için bir merkez kurulması düşüncesiyle istişarelerde bulunuyormuş. Ansiklopedi çalışmaları daha sonra kurulan İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) çatısı altında ilerlemiş. Başta ansiklopedi için düşünülen hacim yaklaşık on cilt iken, çalışmalar ancak otuz yılı geçtikten sonra kırk dört ciltte İSAM çatısı altında tamamlanabilmiş. Altıkulaç, bir örneği olduğunu sanmıyorum dediği İSAM’ı şu sözlerle anlatıyor: “Başka bir ülkede İSAM benzeri bir araştırma merkezi, yani kendi araştırmacıları dışında her gün kütüphanesine 500’ün üzerinde yerli ve yabancı araştırmacının girip çıktığı bir örnek bulunduğunu sanmyorum. İstanbul dışından gelen araştırmacılara misafirhane hizmeti verildiği, yemek ihtiyaçlarının karşılandığı ve dökümantasyon hizmetinin sağlandığı bir araştırma merkezinin varlığından şahsen haberdar değilim.”
SİZ MECLİS'TE OLMALISINIZ
Altıkulaç, Diyanet İşleri Başkanlığı görevinden emekliye ayrılır ayrılmaz siyasi kadroların peşinde koştuğu isim olmuş. Kendisine yönelik bu teveccühün nedenini sorduğumda Altıkulaç, “Bu sorunun cevabını siyasi kadrolara sormak daha doğru olur. Çünkü ben siyasi hayatımda partili oldum ama partici olamadım. Yani motomot, bir siyasi kadronun her şeyini doğru kabul eden, ezbere particilik yapan bir insan olmadım” cevabını veriyor. Emekliliği üzerinden henüz bir hafta geçmeden, önce Süleyman Demirel, ardından Alparslan Türkeş ve Turgut Özal davette bulunmuş. Zaman geçince Necmettin Erbakan ve Mesut Yılmaz’dan da teklifler gelmiş.Altıkulaç, bu teklifleri “Ben siyaset düşünmüyorum” diyerek kesin bir dille reddetmiş. 1995 seçimleri öncesine gelindiğinde kapısı önce Tansu Çiller, ardından Bülent Ecevit tarafından çalınmış. Tansu Çiller İstanbul 1. bölge 1. sıra adaylığı ile Altıkulaç’ı siyaset sahasına çekmeyi başarmış. “Milletvekili aday listeleri açıklandıktan sonra, beni daha önce siyasete davet edenlere karşı mahcubiyet duymaya başladım” diyen Altıkulaç, özellikle her dönemde kendisiyle ilgilenen ve partisinin genel başkanlığını dahi teklif eden Alparslan Türkeş karşısında zor durumda olduğunu düşünmüş. Ancak düşündüğünün aksine, adını DTP aday listelerde gören Türkeş, kendisine hiç gücenmediğini söylemiş ve “Önemli olan sizin gibi arkadaşlarımızın meclise girmesidir. Şu veya bu partiden olmaları önemli değil” ifadesinde bulunmuş.