Güneşli bir eylül günü müzisyen ve yazar Fırat Kızıltuğ’un kapısını çalıyorum. Kapıyı hocanın sevgili eşi Ayşe Kızıltuğ açıp beni içeri davet ediyor. Fırat Hoca bana biraz sitemli. Sözleştiğimiz günün dün olduğunu söylüyor. Ben ise defterime not ettiğim günün bugün olduğunu hatırlıyorum. Özrümü dile getirince barışıyor, sohbetimiz için salon koltuklarına geçiyoruz. Kızıltuğ, mesleğini soranlara tereddütsüz bir şekilde “öğretmenlik” dese de biz onu daha ziyade müzisyenliği ile tanıyoruz. Elbette bu usta müzisyenlik beraberinde eğitmenliği ve öğretmenliği de getiriyor. Bir ömür biriktirdiği zengin müzikal bilgisini şimdiye kadar yüzlerce öğrencisi ile paylaşmış. Kızıltuğ’a müzikle bir ömür geçirdiği için mutlu olup olmadığını soruyorum. “Herhalde mutluyum” cevabını veriyor ve şu anısını benimle paylaşıyor: “Bir gün İstanbul Üniversitesi’nde rahmetli Kemal Eraslan ile konuşuyorduk. Muharrem Ergin ve birkaç profesör daha vardı. Edebiyat Fakültesi’nde kahve yapmış, oturmuş içiyorduk. ‘Ya hu, keşke edebiyat tahsili yapsaydım da sizinle beraber olsaydım’ dedim. Kemal Hoca ayağa kalktı, ‘Al şu cübbeyi giy, masaya otur ama sanatını bana ver’ dedi.”
Fırat Kızıltuğ, kökeni Karapapak ve Besimzadelere uzanan köklü bir aileden geliyor. Dedeleri Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Azerbaycan’dan önce Kars’a ardından Trabzon’a yerleşmiş. Kızıltuğ, çocukluğunun bu muhacirlik hikâyelerini dinleyerek geçtiğini söylüyor. Babası Ahmet Kızıltuğ, 1924’te 5. Kafkas Fırkası’nda askerliğini yapmış. Askerliği bitince de ailesinin yanına Trabzon’a dönerek zamanın en geçerli mesleklerinden biri olan fotoğrafçılığa başlamış. Ahmet Kızıltuğ ablasının vasıtasıyle Hacı Hanım ile tanışarak evlenmiş. Evlenen çift, Hacı Hanım’ın annesinin isteği ile oğulları Fikret henüz üç aylıkken Giresun Görele’den taşınarak anne tarafının da bulunduğu Bayburt’a yerleşmiş. Oğullarının nüfusa kaydı da burada yapılmış. Kızıltuğ, “Bu yüzden nüfus kaydım resmi olarak 1 Nisan 1935’tir. Oysa ki 13 Ocak’ta dünyaya gelmişim” diyor. Babası Trabzon, annesi ise Bayburt doğumlu olan Kızıltuğ, ana ocağında yetişip büyüdüğü için kendini Bayburtlu kabul ediyor.
Anne tarafının Bayburt’a geliş hikâyesi ise hayli ilginç. Kızıltuğ, bu hikâyeyi salondaki orta sehpada duran antika tası göstererek anlatıyor: “Şu tasın sahibi, anneannemdir. Kendisi İstanbul, Fındıkzade’de doğmuştur. II. Abdülhamid’e huzur dersleri veren Şeyhülislam Vekili Dersiâm Çebezâde Osman Azmî Efendi’nin kızıdır. Osman Azmî Efendi, 1908’de eşi, iki kızı ve oğlunu Bayburt’taki kardeşine emanet ederek Hicaz’a gitmiş ve orada vefat etmiş. Ailesi de İstanbul’a dönmeyerek Bayburt’ta kalmış. İşte maceramız böyle.” Kızıltuğ’un ailesi, Bayburt’un ardından memur olan babasını tayini sebebiyle önce 1948’de Turhal’a sonra 1955’te de İstanbul’a yerleşmiş. Kızıltuğ’un memleketi olarak gördüğü Bayburt’a ziyareti ise bu ayrılıktan tam 50 sene sonra olmuş. Gerçekleşen bu hüzünlü kavuşmanın ardından bir şikeste yazdığını söyleyen Kızıltuğ, “50 sene Bayburt’a gitmedim. 50 sene sonra gittiğimde Çoruh’un su sesini duyunca çok hüzünlendim ve ilk şikesteyi yazdım. Böylece her sene Bayburt için Bayburt ağzıyla, onların kelimeleriyle bir şikeste yazmaya başladım. Toplamda 12 şikeste oldu” diyor.
“Doğu’nun en iyi fotoğrafçısı ve Bayburt Halkevi bandosunun şefiydi” diyerek anlattığı babası, Ahmet Kızıltuğ, fanatik bir alafrangacıymış. Askerliği sırasında da Azaerbaycanlı bir flüt ustası ile çalışarak müzik bilgisini ilerletmiş. Bayburt’a taşındıklarında ise hem fotoğraf stüdyosu açmış hem de Halkevi başkanlığını üstlenerek burada bir bando kurmuş. Kızıltuğ, günlerini genellikle babasının elinden tutarak götürdüğü fotoğraf stüdyosunda geçirirmiş. Babası, boşalan kart kutularını, film makaralarını oğluna ayırır Kızıltuğ da onlardan arabalar yapar oynarmış. Ahlakı ve görgüsü bozulacağı endişesiyle ailesi mahalledeki çocuklar ile arkadaşlık etmesine izin vermezmiş. “Hatırladığım ilk müzik sesi, babamın çaldığı flüt sesiydi” diyen Kızıltuğ, birçok şarkıyı küçük bir çocukken babasından duyarak ezbere almış. Halkevi Sineması’nın hoparlörlerinden dinlediği Ankara Radyosu’ndan ise yeni çıkan plakları dinler ve ezberlermiş. Çıkan şarkılar genellikle alaturka olduğu için babası bu durumdan pek memnun değilmiş. Altı yaşında ilkokula giden Kızıltuğ’un müziğe ilgisi okulda da devam etmiş. Müsamerelerde mutlaka şarkı söylermiş. Gözlerindeki rahatsızlık ilerleyince doktorlar, “Bu çocuğu okutursanız kör olur” demiş ve böylece Kızıltuğ beş sene boyunca okula gönderilmemiş. 1947’de Turhal’a geldiklerinde müzik ile ilgili ciddi çalışmalarına burada başlamış. Babasından gizli aldığı ud ile Ankara Radyosu’ndaki parçaları çalmayı öğrenmiş. Bir gün yine gizlice ud çalarken onu duyan babası çok duygulanmış ve yumuşayarak, “Türk musikisi ile meşgul olmanı isterim ama sana tek bir şart koşuyorum. Batı müziği de çalışırsan sana izin veririm” demiş. Ardından İstanbul’a giden Ahmet Kızıltuğ, oğlu için siyah bir keman, nota sehpası, Mazaz keman notaları ve Hofmann etütleri almış. Turhal’a orta okul açılınca Kızıltuğ’u evde tutmak mümkün olmamış. Okula kayıt olduğunda yaşça sınıf arkadaşlarından büyükmüş. Kemanını okulda da yanından ayırmamış, ders aralarında sıranın altından çıkarır çalarmış. Sınıf arkadaşları da etrafında halka olur Kızıltuğ’u dinlermiş.
Gözlerinin okumasına fazla müsaade etmeyeceğinden korkan Kızıltuğ, ortaokuldan sonra üç yıllık Trabzon Erkek Öğretmen Okulu’na gitmiş. Burada müzik öğretmeni, eski bir diş hekimi olan Süleyman Hatipoğlu’ymuş. Kızıltuğ’un müziğe özellikle Batı müziğine olan ilgi alakası ve yeteneği Hatipoğlu’nu çok memnun etmiş. Kızıltuğ’a “Senin gibi bir talebem hiç olmadı, piyanoyu hep yalnız çaldım” dermiş. 1956 yılında liseden mezun olan Kızıltuğ, Giresun’dan vapura binerek soluğu artık İstanbul’da yaşayan ailesinin yanında almış. Valizini Tophane Rıhtımı’nda bekleyen ailesine teslim edip doğruca Belediye Konservatuarı’nın yolunu tutmuş. Çalgı bölümüne yalnızca ilkokuldan mezun kişilerin kabul edildiğini öğrenince bu kez Akaretler’deki İleri Türk Musikisi Konservatuarı Derneği’ne gitmiş. Koroyu yöneten Lâika Karabey’in beğenisini kazanınca İstanbul’a ayak bastığı ilk gün udi olarak ekibe dahil olmuş. Yıllar içerisinde Melâhat Pars’ın aracılığıyla Münir Nurettin Selçuk ile tanışmış. Selçuk’un saz heyetinde viyolonsel çalmaya başlamış. Kızıltuğ bu hızlı yükselişi şöyle anlatıyor: “Münir Nurettin Selçuk gibi bir usta beni çağırıyor, ‘Sazını al gel Habib Burgiba’ya, Kral Faysal’a, Kraliçe Elizabeth’e çalacağız’ diyor. Sahnede Hakkı Derman, Emin Ongan, Necati Tokyay, Cüneyt Orhan, Necdet Yaşar gibi isimlerle birlikteyim. Bu büyük bir nasip. Ben sıradan çalgıcılar içine düşmedim, devlerin içine düştüm.” 1965-1975 yılları arasında gazinoda müzik yapan Kızıltuğ, on sene boyunca dönemin en önemli assolisti Nesrin Sipahi ile çalışmış. “Nesrin Hanım ve ben on sene birbirimizden ayrılmadık” diyen Kızıltuğ yalnız sahnede değil, plak kayıtlarında, filmlerinde de Sipahi ile berabermiş. Sipahi sahneden indiği gün Kızıltuğ da gazinoları bırakmış. Evdekilere gelip, “Gazinoyu bıraktım artık maaşımızla geçineceğiz” demiş. 1975’ten sonra konservatuvardaki görevinin yanında çeşitli okullarda müzik öğretmenliği yapmaya devam etmiş. 1976’da Devlet Korosu kurulunca emekliliğine kadar burada görev yapmış.
Yazın hayatına 50’li yaşlarında başlayan Kızıltuğ, özellikle Türk Cumhuriyetleri ve Azerbaycan’da şair olarak tanınıyor. Kızıltuğ’un edebiyata merakı İleri Türk Müziği Konservatuarı’nda iken başlamış. Burada seslendirdikleri eserlerin, gazellerin bestelenen kısmından ziyade tamamını ezbere alırmış. “Hangi gazelden bir güfte okusam tamamını buluyordum. Böylece Baki, Şeyh Galib gibi Divan Edebiyatı şairlerinin veya Mustafa Çavuş’un, Nedim’in şiirlerini ezberlemeye başladım” diyen Kızıltuğ bir zaman sonra kendi şiirlerini kaleme almaya başlamış. Edebiyata merakı arttıkça önce eski Türkçe Arap harflerini ardından Kiril Alfabesini öğrenmiş. Başta Azerbaycan olmak üzere Türki Cumhuriyetlerin edebiyatına yakınlaşmış. Sık sık Azerbaycan’a ziyaretlerde bulunmuş. “Karapapak oluşum, Besimzadelerden oluşum ve dedelerim Ruslarla savaşmış olduğundan Sovyetler bize 40 yıl boyunca vize vermedi” diyen Kızıltuğ, 1990’da Sovyet Konsolosluğu vize verince Moskova üzerinden eşi Ayşe Kızıltuğ ile birlikte Bakü’ye gitmiş. Burada bir ay kalarak Azerbaycan hasretini giderdiğini söyleyen Kızıltuğ, en son 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği’nin davetiyle yeniden ata topraklarını ziyaret etme fırsatı bulmuş. Kızıltuğ özellikle Azerbaycan’da bir nevi “Azeri şairi” kabul ediliyor ve “Şaşılacak şey ama Türk Cumhuriyetleriyle hep edebiyat dolayısıyla münasebetlerim oldu. Ama Balkanlar ve Avrupa’da müzik dolayısıyla tanındım. Mesela Makedonya Ohri’de 2004-2005 yıllarında müzik dersleri verdim, sazendeler yetiştirdim” diyor.
“Ben çocukluğumdan beri her enstrümanı kurcaladım” diyen Kızıltuğ, önce ud sonra keman, mandolin ve klasik keman öğrenmiş. Yetişkinliğinde ise viyolonsel ve flütte ilerlemiş. Kızıltuğ, “Mesela kemanı Batı müziği gibi çalarım. O yüzden viyolonsele geçtim. Batı müziğinde viyolonselci olarak tanındım. Konservatuara da viyolonsel ile girdim. Çünkü Trabzon Öğretmen Lisesi’ndeki hocam da aynı babam gibi Batı müziğine ağırlık vermemi şart koşmuştu. Bu görüşü Arel Ekolü’nde de gördüm ve benimsedim” diyor. Tüm bu enstrümanları kurcalamaktan büyük zevk duyduğunu söyleyen Kızıltuğ, “Ama bütün bu çalışmaların sonucu 1980 senesinde ortaya çıktı. Ben aslında orkestrasyon yapmak için çok çalgı kurcalamışım” diyor. Hüseyin Sadettin Arel’in öncü olduğu Arel Ekolü’ne mensup olduğunu söyleyen Kızıltuğ, hiçbir sesin müstakil olmadığını savunuyor. Bu görüşünü de şu sözlerle açıklıyor: “Ben çok sesli görüşe hakimim. Mesela ‘La’ sesinin içerisinde aşağıya ve yukarıya doğru ses salkımları vardır. O ses salkımlarını da benden başka kullanmasını bilen yok. Gelecekte Türk musikisi, çok sesli yani polifoni olursa bu temel üzerinden yapılanması lazım.” Türk musikisinin yerçekimi, elektromanyetik gibi tabiattan geldiğini söyleyen Kızıltuğ, Batılı müzisyenlerin müzikteki bu tabiatı bozduklarını söylüyor. “Bir zaman şaşaalı dönemleri olsa da yeni yüzyılın başından itibaren dikkat ederseniz dünyada önemli besteciler yetişmiyor” diyen Kızıltuğ, tüm dünyanın Pop müziğe teslim olmasından şikâyetçi. Kızıltuğ, “Pop müziği yapanların da dramı herhangi bir parçayı uzun süre gündemde tutamamaları. Mesela Franz Liszt’in Macar Rapsodisi No. 2’si veya Nikolay Rimski-Korsakov’un Şehrazat’ı gibi bir besteyi yapacak müzisyen yok. Bu ‘yok’un tek bir sebebi var: Batı müziği durdu. Transistörlerin icadıyla melodik gürültüler yapıyorlar” diyor.