Dünyanın geniş bir coğrafyasına yayılan ve milyonlarca insanın konuştuğu, yazdığı dil olan Türkçe, her bölgede içinde çeşitli renk, ton ve kokuda binbir çiçek bulunan bahçeler gibidir. Her toprağın, havanın, iklimin özelliğine göre yetişen çiçekler en güzel kokularla kaynaşır, birbirine eklemlenir. Tüm uzaklıklara rağmen her bahçede mutlaka yer alan ortak bir koku, ortak bir renk olan çiçekler de vardır. Her asır, her mevsim yeniden yeşerir, büyür, bahçeyi kaplar. Bazen Dede Korkut, bazen Manas Destanı, bazen Yunus, bazen Fuzûlî olan bu çiçekler her dem yeniden açar, tüm bahçeleri birbirine bağlar.
Maalesef zamanla ana dilimiz çeşitli nedenlerle birbirinden ayrılmış, Türk cumhuriyetlerinde yazılan bir eserle Batı edebiyatındaki bir eser arasında “ulaşma” anlamında fark kalmamıştır. Araya işgaller, mankurtlaşma ve dil üzerindeki oyunlar girmiştir. Kardeşlerin dili birbirinden uzaklaşmış, bahçeler tarumar edilmiştir. Hafıza yaralanmış, bahçeler yabani, bize ait olmayan dikenli bitkilerle dolmuştur. Ortak koku gitgide azalmış, Türkçesinin sesi kısılmıştır.
Zaten tarih boyunca Türk’ün büyük hikâyesi hep mahzun, gariptir. Sesi kısılır, görüntüsü kaybolur. Biliyoruz, bizim hikâyemiz biraz geç duyulur, üstü örtülür, karanlıkta kalır hikâyelerimiz. Ama mutlaka bir yerden fışkırır, yankılanır. Örneğin Orhun’da, 8. asırda taşlara kazıdığımız hikâyelerimiz, 10 asır tarihin karanlıklarında kalır. 18. yüzyılda bir yabancı gelip buluncaya kadar sesimiz, hikâyemiz kaybolur. 10. asırda yazdığımız Dîvânu Lugâti’t-Türk dokuz asır sonra Ali Emiri sayesinde mucizevi bir şekilde bulunur. Yani yazdığımız sözlük dokuz asır sonra dirilip hayatımıza girer. Diğer yandan Dede Korkut Kitabı’mız, destanlarımız ve diğer el yazmalarımız bizim arşivlerimizde değil gurbet ellerdedir: Vatikan’da, Dresten’de, başka arşivlerde... Bu nedenle Türk’ün hikâyesi mahzundur.
Diğer yandan Türkeli, Türkistan bölgesinin sesi 1875’ten itibaren yeniden kısılır. Türk coğrafyaları Sovyet işgaline uğrar. Bu bölgede, Azerbaycan’da Dede Korkut, Kırgızistan’da Manas Destanı, Türkmenistan’da Köroğlu yasaklanır. Hatta bu bölgelerde hikâyemiz sadece yasaklanmakla kalmaz dünya tarihinde görülmemiş bir şekilde, hikâye anlatıcılarımız katledilir. Binlerce Türk aydın, yazar, edebiyatçı, şair eşi misli görülmemiş bir kıyıma uğrar, kurşuna dizilir. Cengiz Aytmatov’un babası da kurşuna dizilen aydınlar arasındadır. Türk’ün sesi, Türk’ün hikâyesinin sesi yine, bir kez daha kısılır. Türk’ün hikâyesi hep böyle garip ve mahzundur. İşgal burada bitmez. Bu bölge insanının dili, kimliği tümüyle unutturulmaya çalışılır. Özellikle Kril alfabesine geçişle birlikte Türkiye ile Türk halkaları arasındaki iletişim iyice kesilir. Böylece aynı dili konuşan insanların dili birbirinden uzaklaşır, bir kimlik değişimi ile kardeşler birbirine yabancılaştırılır.
Ama dedik ya Türk’ün hikâyesi ne kadar engellenirse engellensin bir yol bulup sesini duyurur. 1991’de bu bölgede beş Türk cumhuriyet yeniden özgürlüğüne kavuşur. Bu bir anlamda Orhun Yazıtları’nın yıllar sonra yeniden bulunuşu gibidir. Bu kadar önemlidir ve bu kadar anlamlıdır. 1875’ten itibaren Rus işgali altına giren ve 1917 Ekim devriminden sonra Sovyet esareti altında yaşamak zorunda kalan Türk halkları 1991 yılından sonra kazanılan bağımsızlıkla birlikte yeniden gerçek hikâyesine döner. 1991 yılından sonra ayrı kalmış kardeşlerin buluşması bir kez daha gerçekleşir. Ne var ki bu kez de Türk cumhuriyetleri arasında, dil, din, tarih, kültür ve gelenek birliği ve yakınlığına rağmen araya giren uzun yılların, devrimlerin, dönemlerin, kardeşler arasındaki yakınlaşmaya ağır darbeler vurduğu görülür. Sovyet devletinin Türk halklarını kimliksizleştirme ve millî ruhu yok etmek için ne kadar ciddi çalıştığı ortaya çıkar. 1900’lerin başında İsmail Gaspıralı’nın çıkardığı Tercüman gazetesi tüm Türk bölgelerinden rahatça anlaşılırken 1991’de, uygulanan politikalar (dil, alfabe, anlayış vb.) sonucu kardeşlerin birbirinden epey uzaklaştığı görülür. Bu süreçte SSCB yönetiminin Türk halkları üzerinde uyguladığı mankurtlaşma politikasında edebiyatın önemli bir görev üstlendiği ve bu anlamda başarılı olduğu görülür. Maalesef Türk dilleri bu politikalar sonucu birbirinden ayrılmış, Türk cumhuriyetlerindeki bir eserle Batı dünyasındaki bir eser arasında fark kalmamıştır.
Yüzlerce yıllık ortak sesimizi, ezgimizi yeniden bulmak, keşfetmek istiyorsak ilk durağımız sanat-edebiyatın kurucu metinleri ve çağdaş edebiyatın nitelikli örnekleri olmalıdır. Çünkü bizler ortak bir dil ve ruha ait insanlarız. Ortak kültürümüz, ortak tarihimiz bizi birbirimize yaklaştıracaktır. Arada binlerce kilometre ve ayrı yaşadığımız yüzlerce yıl var; ama biz yine de aynı dil ve bir ruha ait insanlarız. Bizi birbirimize bağlayan kaynaklara, ortak yönlere, birikimlere bakıp onları yeniden hatırlayarak hafızamızı tazeleyebiliriz. Taşlara geçirdiğimiz birikimlerimizi, hikâyelerimizi, hafızamızı (Orhun Abideleri) bugün bize bir şey söylemesi için yeniden okuyabiliriz. Büyük bir ailenin birbirini kaybetmiş oğulları olarak eve dönüş yollarını araştırabilir, bizi birbirimizden ayıran yolları, izleri yeniden yorumlayabiliriz. Kaşgarlı Mahmud’un lügatinden artık çoktan aramızdan çekilen kelimelerimize can vererek birbirimize ulaşmanın bir yolunu bulabiliriz. Yusuf Has Hacib’ten ortak dünya görüşümüzü öğrenip, Divan-ı Hikmet’in hikmetleri ışığında yürüyebiliriz. Dede Korkut hikâyeleri, Manas’ın yücelikleri bizi birbirimize yaklaştırabilir. Yunus Emre ile yetmiş iki fırkaya bir bakmayı, Mevlana ile döne döne hakikate değmeyi öğrenebiliriz. Aynı milletin kayıp oğulları olarak Fuzûlî’nin su kasidesinde birliğe doğru akabiliriz.
Bu kurucu metinleri şöyle sıralamak mümkündür:
Türk dilinin ilk yazılı belgeleri taşlar üzerine kazınmış metinlerdir. Bu abideler Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin olarak kabul edilmiştir. Yenisey Mezar Taşları, Göktürk Mezar Taşları da denilmektedir. Bu abideler Orhun Nehri boyunca sıralandıklarından Orhun Abideleri olarak anılmaktadır. Bu taşlarda, savaşlar, kahramanlıklar, ibretler, öğütler yer alır. Yazılar sanki günümüzde yazılmış gibidir. Dünyanın bugünlerde büyük mesele olarak yaşadığı Çin devletinin oyunları 13 asırda yazıtlarda şöyle yer alır: “Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün…”
Kırgız Türklerinin millî destanı olan Manas Destanı, XI ve XII. yüzyıllarda oluşmuş, eski Türk destanlarının unsurlarından beslenmiş ve günümüze kadar var olmuş büyük bir destandır. Manas Destanı, diğer destanlarda olduğu gibi sadece hikâyeler anlatmakla kalmaz, büyük bir tarihsel, sosyolojik birikim özelliği de taşır. Manas Destanı Kırgızların bütün gelenek ve göreneklerini, inançlarını, dünyaya bakışlarını, komşu halklarla ilişkilerini, masallarını ve din anlayışlarını hikâye eder. Kırgızların düşmanlarını, onlarla yaptıkları mücadeleleri, savaşları konu alır. Şamanlık özellikleriyle birlikte İslam, destanın odak temalarından biridir. Manas Destanı özellikle hacmiyle, uzunluğuyla dünyanın en büyük destanı olarak bilinir.. Ancak, odak her zaman Manas’ın Türkleri özgürlüklerine kavuşturma mücadelesidir.
Türklerin tarihinin dönüm noktalarından biri olan 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan bir yıl önce Yusuf Has Hacib tarafından kaleme alınan Kutadgu Bilig (1070), Türk edebiyatı, dili ve kültürünün en önemli eserlerinden biridir. Kitap içerik olarak yeni Müslüman olmuş bir toplumun heyecanlı, coşkulu ve eski inançlarla yeni inançların birlikte yer aldığı geçiş döneminin bütün sancılarını yansıtır. Bu hâliyle de kültürel ve toplumsal değişimleri aktarır. Kitabın yazılış tarihinin 1070 olduğu ve içeriğiyle biçimi birlikte düşünülürse (özellikle Avrupa edebiyatının o dönemi), Kutadgu Bilig’in sadece Türk edebiyatının değil dünya edebiyatının da mucize eserlerinden biri olduğu görülür. Kutadgu Bilig tarih, sosyoloji ve kültürle iç içe bir devlet, toplum, birey inşasına yönelik bir yapı taşısa da her şeyden önce güçlü bir edebî metindir. Kitap, bireye, insan hayatına ve gönüllere seslenen göndermeleriyle çağdaş bir hikâye, romandır.
XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud’un Türkçenin sözlüğü olarak Arapça yazdığı Divân-ı Lügâti’t-Türk Araplara ve Müslümanlara Türkçenin özelliklerini tanıtmayı amaçlar. Kaşgarlı Mahmud, Türk dili ile Arap dilinin birlikte yürüdükleri bilinsin diye kitabını yazdığını belirtir. Divân-ı Lügâti’t-Türk Türklerin söz varlığının en kıymetli hazinesidir. Kitapta Türklerin örf ve adetleri, folkloru, ilmi açıklamalar, deyişleri ile eşsiz bir Türk hafızası görünümündedir.
Kaşgarlı Mahmut kitabın girişinde işittiği bir hadisten söz eder ve bunu şöyle yorumlar: “‘Türklerin lisanını öğrenin, çünkü onların saltanatı uzun sürecektir.’ Bu hadis sahih ise –vebali boyunlarına olsun- Türkçeyi öğrenmek dini bir vecibedir. Eğer sahih değilse, Ma’rifet bunu gerektirir.” Türk dünyasının dilde birbirine yaklaşması için ilk kaynak olarak başvuracağı eser Divân-ı Lügâti’t-Türk olmalıdır.
Ahmet Edip Yükneki’nin Atabetü’l Hakayık (Gerçeklerin Eşiği) adlı eseri Kutadgu Bilig ve Divân-ı Lügâti’t-Türk’ten sonra Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri sayılır. Aruz kalıbıyla yazılmış bir hikmet, ahlak kitabıdır. İyilikler, kötülükler, bilgisizlik, dil ve kibir hakkındaki kitap ahlaki öğütler vermek için yazılmıştır. Ayet ve hadislerle desteklenmiş, toplumun ahlak esasları üzerine bir kitaptır. Hakaniye Türkçesiyle yazılmış kitapta ahlaklı olmanın yolları, bilginin yararı, kibirli olmanın zararlarını anlatır. Ahmet Edip özellikle Türkler arasında çok sevilen bir kişiliktir ve kitabın etkisi Türkler üstünde olağanüstüdür.
Halkın anlayabileceği duru ve sade bir Türkçe ile manzum parçalar hâlinde uluşturulan kitap, Türklerin bir başka önemli kitaplarındandır. Ahmet Yesevi’nin bu şiiri, hikmetleri şifai olarak söylediği, yaşarken de kitaplaşmadığı biliniyor. Daha sonra başka hikmetlerin de karışmasıyla biraz anonim olan bir kitap ortaya çıkmıştır. Karahanlı Türkçesinin Hakaniye Lehçesiyle yazılmış kitap didaktik bir eserdir. Kitap dini ve ahlaki öğütler içerir. Ahmet Yesevi bu kitapla daha sonra Anadolu’ya yayılacak tasavvuf düşüncesinin temellerini atmıştır. Kendi döneminde Arapça ve Farsça edebiyat dili olmasına rağmen Ahmet Yesevi eserini Türkçe yazmış, Türkçenin bir edebiyat dili olmasına büyük katkı sağlamıştır.
Dede Korkut Hikâyeleri, Asya’da başlayıp Anadolu’da zenginleşen, gelişen Türklerin en önemli yazılı edebî kaynakları arasındadır. Dede Korkut Hikâyeleri, sadece edebî değil, sosyolojik, tarihsel olarak da değerli, emsalsiz metinlerdir. Çünkü o dönem insanının yaşayışı, olaylara bakışı, âdetleri bu metinlerde yer alır. Bu anlamda bir kültür, edebiyat ve medeniyet algısını yansıtır. Bir edebî metin olarak kurgulanmalarına rağmen, Oğuzların kültürel birikimleri, hayatı algılayışları, maneviyatları, mekânları, söz ve bakış açıları kıymetli belgeler olarak hikâyelere serpiştirilmiştir. Böylece dönemin Oğuz Türklerinin ruhu, manevi değerleri, gelenekleri, şiirsel hikâyelerle gözler önüne serilmiş olur. Hikâyelerde bir durum anlatılırken, bir yandan da açık, anlaşılabilir bir Türkçe ile bir “Türk modeli” inşa edilir.
Nizamü’l Mülk (1018-1092), Selçuklu sultanları Alparslan ve Melikşah’ın veziri olarak otuz yıl boyunca devlet yönetiminde söz sahibi olmuş, görüşleriyle sultanların kararlarını etkilemiştir. Melikşah’ın devlet yönetimi hakkında kapsamlı bir rapor istemesi üzerine yazılan Siyasetname bugün bile önemini koruyan bir eserdir.
Mesnevi tarzının kurucularından kabul edilen Genceli Nizâmî, Doğu’nun en büyük şairlerinden, hikâye anlatıcılarından biridir. Kendisinden sonra benzer eserler veren büyük yazarlar, düşünürler Mevlânâ, Hâfız, Sadî, Fuzûlî, Molla Câmî’yi etkilemiş, Firdevsî’nin yolunda büyük destansı anlatımı ileriye taşıyarak hamse türünün başlatıcılarından olmuştur. Onun ünlü hamsesinde Mahzenü’l-Esrâr, Hüsrev ile Şirin, Leylâ ile Mecnun, İskendernâme, Heft Peyker adlı beş mesnevi yer alır. Yenilikçi, kurguya önem veren Genceli Nizâmî, anlatılarında aşkı hep merkeze almıştır. O kahramanlık anlatılarından aşk bahsine geçmiş, tüm anlatılarında aşkı yüceltmiştir. Bu tematik yaklaşım yanında biçimde de yenilikçi olmuş, şiir ve hikâyenin birlikteliği olan “mesnevi” türünün temellerini atmış, bütün Doğu edebiyatını özellikle 15. yüzyıldan itibaren mesnevi türünde eserler veren tüm Türk divan edebiyatı yazarlarını yüzyıllarca etkilemiştir.
Mesnevî yazıldığından bugüne kültürel hayatımızı, sanat ve edebiyatımızı derinden etkilemiş, pek çok yazarın, sanatçının, şairin ilham kaynağı olmuş, bu toprağın ürettiği müstesna eserlerden biridir. Mesnevî insanımızın duygu ve düşüncelerini yansıtmış, onlara bütün çağlara sirayet eden bir ruh iklimi taşımış, bu yüzden de kalplerine, hafızalarına nakşolunmuştur. Türk sanat ve edebiyatı yüzyıllardır onunla beslenmiş, sadece bu topraklarda değil, bütün dünyada okunan bir eser olmuştur. Mesnevî taşıdığı dinî, sosyolojik, kültürel değer yanında büyük bir edebiyat eseridir de. Mevlânâ da büyük bilge, mutasavvıf, şair olma yanında, aynı zamanda büyük bir “hikâye anlatıcısı”dır. Gönül dünyasının sırlarını, insanlığın o büyük macerasını Mesnevî’de hikâye diliyle sarıp sarmalamış ve ölümsüzleştirmiştir. Hikâyeye büyük önem vermiş, onun inceliklerini fark etmiş, hakikatin orada ışıldayacağının parlak örneklerini sergilemiştir. Hikâyelerindeki hakikat ışıkları bugünü de aydınlatmaya devam etmektedir.
Yunus Emre, Türk edebiyatının kurucu isimlerinden biridir. Mevlana’nın Farsça, Hacı Bektaşı Veli’nin Arapça eserlerine karşılık Yunus Emre Türkçe yazar. Anadolu Türkçesinin günümüze kadar gelmesinde en büyük pay onundur. Anlaşılır, derin, sade anlatımın usta kullanıcısıdır. Türkçeyi mükemmel bir şekilde kullanan Yunus Emre, şiir sanatının da erişilmez dehalarından biridir. Aradan 700 yıl geçmesine rağmen, hâlâ şiirleri dün yazılmış gibi yeni ve etkileyicidir. Divan’ı tam bir şaheserdir. Yunus Emre’nin kuşatıcı insan sevgisi İslam’ı ne kadar derinden anladığının bir göstergesidir. Canlı, coşkulu her dem taze şiirleri her kuşağı her yaştan ve kültürden insanı hâlâ etkilemektedir. Edebiyat dili korur, zenginleştirir, biriktirir, daha güçlü bir şekilde yarınlara aktarır. İtalyanlar dil anlamında Dante’ye, İranlılar Firdevsi’ye, Yunanlılar Homeros’a çok şey borçludur. Biz Türkler ise Türkçemizin bugünkü hâli için Yunus Emre’ye çok şey borçluyuz.
Fuzûlî, Türkçenin güzelliğini ve zenginliğini eserlerinde sergilemiş, büyük bir şair ve ilim adamıdır. Dahiyane şiirleriyle iyiyi ve kötüyü, erdemsizliği ve fazileti işaret etmiştir. Türkçe onda güçlü bir ifadeye, ahenge, lirizme ve güzelliğe dönüşür. Fuzûlî yaşarken Türk dünyasının kültür birliği için uğraşmış, Türkçenin ölmez, eskimez şiirlerini yazmış, arkasında anıtsal eserler bırakmıştır. Fuzuli Türkçesiyle, Orta Asya’da, Kafkasya’da Anadolu’da bir dil, ortak bir duygu, ortak bir ruh yaratmayı başarmıştır. Fuzûlî bugün de bundan sonra da Türk edebiyatının, kültürünün, halklarının birliği için önemli bir işlev görebilir.
1330’da Anadolu Türkçesi ile yazılmış Türk edebiyatının en önemli mesnevilerinden biri de Âşık Paşa’nın Garibnâme’sidir. Garibnâme, dil tutumu, konuların işleniş biçimi ve içeriğiyle kendinden sonra gelen pek çok yazarı etkilemiş Türk edebiyatının önemli eserlerinden biridir. Âşık Paşa eserinde birden ona kadar belirlediği konuları hikmet, ibret dairesi içinde kıssalarla, örnek ve mesellerle büyük oranda da nasihat tarzında işlemiştir. Âşık Paşa döneminin karmaşası içerisinde Anadolu insanına çıkış yolu gösteren çığır açıcı, öncü bir yazar kişiliği sergilemiş, öncelikle birlik fikri etrafında, tasavvufi aşkı temellendirmiştir. Âşık Paşa, Garibnâme’nin girişinde kitabı dönemin yaygın anlayışı olan Arapça ve Farsça olarak değil de niçin Türkçe yazdığını izah ederken, Arapça bilmeyen geniş halk kesimini düşünerek, ilmi herkesin öğrenmesi amacı doğrultusunda Türkçe yazdığını izah eder.
Türkçenin önemli bir diğer meşalesi de Ali Şîr Nevâî’dir. XV. yüzyılda Türkistan bölgesi Türk hükümdarı Sultan Hüseyin Baykara’nın yakın arkadaşı olan Ali Şîr Nevâî, Türkçeyi bir sanat dili hâline getirmek için sadece eser düzeyinde değil, kuramsal olarak da çalışmalar yapmış Muhakemetü’l-Lugateyn adlı eserinde Farsça ile Türkçeyi karşılaştırmıştır. Türkçe bilinci yüksek bir sanatçı olan Ali Şîr Nevâî kendinden sonra gelen edebiyatçılar için örnek olmuş, yol açıcı bir işlev görmüştür. Aynı zamanda bir devlet adamı olan Ali Şîr Nevâî’nin Türkçenin üstünlüğünü savunması pek çok açıdan önemlidir. Ali Şîr Nevâî, çağdaşı Abdurrahman Câmî’nin yolundan gitmiş ama onun gibi Farsça değil hep Türkçe yazmıştır.
1611-1685 yıllarında yaşayan Evliyâ Çelebi, elli yıl boyunca Orta Avrupa’dan Balkanlara, Kırım’dan İran’a, Arap Yarımadası’ndan Kuzey Afrika’ya kadar gezdiği yedi iklim ve on sekiz padişahlık yerinin tüm kültürünü, hayatını, belli başlı özelliklerini, tüm hikâyelerini derleyip kaydederek sadece bölgemizin değil Dünya edebiyatının da en önemli eserlerinden birini ortaya çıkarmıştır. Evliyâ Çelebi gezip dolaştığı yerlerin coğrafi ve tarihi özellikleri yanında, tüm inançlarını, masallarını, efsanelerini, menkıbelerini, insan ilişkilerini, geleneklerini, sanatlarını, kültürlerini aktarırken bir “hikâye anlatıcısı” yaklaşımı sergilemiştir. Bu anlamda Seyahatnâme sadece coğrafya, tarih, sosyoloji, seyahat kılavuzu kitabı değil aynı zamanda 400 yıl öncesinin muhteşem bir hikâyeler toplamı, büyük bir hikâyeler sandığıdır. Tarih, coğrafya, efsane iç içe geçmiş hikâye formatıyla yeni bir coğrafya, tarih inşa edilmiştir.
Süleyman Çelebi (1351-1422) tarafından yazılan ve asıl adı Vesiletü’n-Necât olan Türk edebiyatının başyapıtlarından Mevlit, mesnevi formatındadır. Mevlit yüzyıllardır en çok okunan ve sevilen mesnevi eserlerinin başında gelir. Dönemine göre oldukça sade bir Türkçe ile yazılmıştır. Mesnevi nazım şekliyle yazılan bu mevlidin edebî değeri de yüksektir. Peygamber’in Allah katındaki yüksek değerini anlatan eser Anadolu’da günümüze kadar sevilerek sahip çıkılmıştır. Mevlitler Peygamberin doğum günlerinde okunmak üzere yazılmış edebî eserlerdir.
Mehmet Âkif Ersoy, medeniyetimizin kurucu öncülerinden biridir. Kurucu öncülerin ortak yönlerinden biri milletlerinin yaşadığı en kritik dönemlerinde, en yılgın, yenilmiş ve umutsuz dönemlerinde yaşamaları ve bu kritik süreçten kurtuluş yolunu, çıkış yolunu, berrak düşünceyi göstermeleridir. Diğer yandan kurtuluş, arınma mücadelesinde aktif bir rol oynamaları, tarihsel süreçte kendilerini sorumlu, görevli hissetmeleridir. Bu anlamda başkaldıran, düzenleyen, değiştiren, düzelten bir mücadele yürütmeleridir. Toplumun kıstırılmışlık anlarını yaşadığı bir dönemde, topluma, umut, manevi güç ve direnç aşılamaları, muştu meşaleleri olmalarıdır. Ortak özelliklerinden bir diğeri de saf bir düşünce adamı olmayıp sanatçı oluşlarıdır. Ayrıca kurucu öncülerin sanatları ile düşüncelerinin ayrıştırılamaz oluşu bir başka ortak paydalarıdır; bunlarda sanat ve düşünce iç içedir ve birbirinin içinde erimiştir. Bu isimlere bu nedenle, “kurtarıcı ruh”, “kurtarıcı duruş” ve nihayet “kurtarıcı çıkış” olarak bakılmış, sonraki nesillere bir model olarak sunulmuşlardır. Âkif’te, Safahat’ta kurucu öncülerin tüm bu özelliklerini görmek mümkündür.
Bütün bu birikimden dolayı kardeşler arasında temel sağlamdır, araya yıllar girse de yıkılmaz. Bu coğrafyayla bağımızı yeniden ancak kültür, sanat ile kurabiliriz. Karşılıklı edebiyatçılar olarak büyük şiirler, büyük öyküler, büyük romanlar yazmalı, büyük filmler çekmeliyiz. Edebiyat sınırları aşar, kalpleri fetheder. Yüzyılların bu birikiminden, şiirlerden, romanlardan, öykülerden birbirimize ulaşacak bir yol bulabiliriz. Yeni köprümüz bu alanlar olmalı, karşılıklı olarak büyük çeviri hareketlerine girmeli, iş birliğini sürdürmeli, köprüleri çoğaltmalıyız. Unutulmamalı ki Türk’ün hikâyesi bütün bu karanlıklara ve aydınlıklara, yükselişlere ve düşüşlere rağmen hiç bitmeyecek, çağdan çağa, nesilden nesile anlatılmaya devam edecek, sonsuza kadar Türk illerinde yankılanacaktır. Çünkü o yazılmış ve yazılacak en büyük hikâyedir