2017 yılının Aralık ayında ABD Başkanı Donald Trump ülkesinin ulusal güvenlik stratejisini açıkladı. Başkanlığının daha ilk yılı bitmeden böyle önemli bir belgeyi açıklamış olması Trump’ın, Obama döneminde küresel irtifa kaybetmeye başlayan ülkesini bir an önce bu durumdan kurtarmaya kararlı olduğu şeklinde yorumlansa da belgenin içeriğine bakıldığında bunun tam olarak nasıl yapılacağına dair inandırıcı bir yol haritası görülmüyor.
Trump’ın gerek Orta Doğu gerekse de dünyanın diğer bölgelerinde uygulamaya calıştığı politikalar incelendiğinde aslında kafasının oldukça karışık olduğu ve ülkesindeki farklı güç merkezleri arasında bir denge kurmaya çalıştığı görülüyor. Trump’ı iktidara getiren ve ülkenin daha çok orta-batı kısmında yaşayan beyaz, muhafazakâr ve toplumsal refahtan yeterince pay almadığına inanan kesimler Trump’tan ülkesini sınır dışı maceralardan uzak durmaya, ticarette korumacılığı diriltmeye ve Amerikan kimliğini yabancı ve göçmen karşıtlığı üzerinden yeniden tanımlamaya çağırırken, Obama’nın ‘ölçek küçültme’ ve ‘geri çekilme’ politikalarından haz etmeyen geleneksel güvenlik eliti ise Trump’ı bir yandan küresel liderlik politikaları izlemeye devam etmeye zorlarken diğer yandan da dış politikada daha gerçekçi olunması gerektiği noktasında cesaretlendiriyor. İçe kapanmacılık ile küresel hakimiyetin devam ettirilmesi arasında sıkışmış hisseden Trump, çoğu zaman birbiriyle çelişir gözüken dış politika davranışları sergileyebiliyor.
Dış politikada demokrasi ve insan hakları temelli normların yayılmasına mesafeli duran, dış politika hedeflerini tanımlarken değerlerden çok çıkarları ön plana çıkaran, dış politikayı daha çok askeri güç unsurlarıyla yürütmeyi tercih eden, ulusal refah ve güvenlik artırımını ‘önce Amerika’ şiarı çerçevesinde odak noktası yapan, serbest ticaret yerine adil ticaret anlayışını ikame etmeye çalışan, cok-taraflı ekonomik işbirlikleri yerine iki-taraflı ticari ilişkileri yeğleyen, Çin ve Rusya gibi küresel aktörleri öncelikli tehditler olarak tanımlayan Trump’ın ulusal güvenlik belgesi, küresel barış ve istikrar adına pek de umut vadetmiyor.
Çin’le geliştirilen karşılıklı bağımlılık temelli ilişkilerin ABD’nin güvenlik ve ekonomik çıkarlarını yakından etkilediği bir ortamda Çin’in çevrelenmesinin ve hakimiyet alanının kısıtlanmaya çalışılmasının öngörüldüğü bir politikanın başarı şansı tartışılmaya devam ediyor. Müttefiklerle olan ilişkiler önemli ve değerli bulunurken Trump’ın takip ettiği birçok politika, başta AB ve NATO’nun devamına yönelik olarak, müttefik ülkelerde ABD’nin güvenilmezliğine yönelik kanaatleri pekiştiriyor. ABD’nin sunmakta olduğu güvenlik garantilerinin son bulacağı endişesini yaşayan birçok müttefik ülke ya kendi askeri imkanlarını geliştirmeye çalışıyor ya da tehdit olarak gördükleri ülkelere daha fazla yanaşıyor. Doğu ve Güney Doğu Asya’da bulunan birçok ülke kendini ABD ile Çin arasında sıkışmış hissederken, benzer bir psikoloji Avrupa kıtasında da gözleniyor. Avrupalı müttefiklerin çoğu kendini jeo-politik ve jeo-ekonomik etki alanını her geçen gün daha fazla genişletmeye çalışan Rusya ile Trump Amerikası arasında sıkışmış hissediyor.
Ulusal güvenlik strateji belgesinin Orta Doğu bölgesine yönelik içeriğine bakıldığında, ABD’nin İran, DEAŞ, El-Kaide ve Esad rejimini en önemli güvenlik tehditleri olarak tanımladığı görülüyor. Özellikle Irak ve Suriye’deki savaşlar neticesinde İran’ın bölgede artmakta olan nüfusunun sınırlandırılmasının önemi belirtiliyor. Obama’nın ABD’nin bölgedeki varlığını küçültmeyi önceleyen politikalarıyla bir önceki Başkan Bush’un bölgeyi liberal demokratik değerler doğrultusunda zorla dönüştürmeyi hedefleyen politikalarının başarısızlığa uğradığını düşünen Trump yönetimi, ABD’nin bölgedeki başat konumunu tekrardan diriltmeye çalışıyor. Bunu yaparken de değer odaklı politikalardan çok çıkar odaklı politikalara öncelik veriyor. İkisi arasında nasıl bir denge kurulacağı ise şu an için bir muamma.
Lübnan’daki Hizbullah ve Suriye’deki Esad rejimi üzerinden İran’ın bölgede hakim konuma gelmesi ve bu süreçte Suudi Arabistan ve İsrail’in güvenliğini tehdit etmeye başlaması Başkan Trump tarafından tehlikeli bulunuyor. DEAŞ’ın varlığının sonlandırılması en öncelikli amaç olarak zikrediliyorsa da sahadaki birçok gelişme asıl önceliğin İran’ın çevrelenmesi ve İsrail’in kendini daha güvende hissedeceği zeminin yaratılması olduğunu gösteriyor. Obama’nın sergilediği aşırı ihtiyatlı yaklaşımın Rusya ve İran gibi ülkeleri ABD’nin çıkarlarına ters düşen politikalar izleme noktasında cesaretlendirdiğine inanan Trump yönetimi bunu tersine çevirmeye çalışıyor. Eğer Suriye’de Rusya güdümünde bir Esad yönetimi var olmaya devam edecekse, ABD bunun karşılığında bazı kazanımlarını kalıcı hale getirmeye çalışıyor. Washnington’dan bakıldığında, ABD’nin PKK bağlantılı Suriyeli Kürtler üzerinden ülkenin kuzey ve doğusundaki hakimiyetini pekiştirmesi, Rusya’nın İran’ın Suriye’deki etki alanını sınırlandırması, Suriye’nin kendi içinde zayıf ve federal bir yapıya dönüşmesi ve Türkiye’nin Suriye’deki askeri müdahalelerinin ABD’nin terör örgütleri YPG-PYD ile kurduğu stratejik işbirliğini sekteye uğratmaması önemli.
Trump, Arap-İsrail sorunun çözümünden çok İran’ın bölgesel etki alanının sınırlandırılmasını daha önemli buluyor. İsrail’in politikalarının bölgesel huzur ve istikrara zarar vermediğinin altı çizilirken, İran karşıtlığı temelinde İsrail ve bazı Sünni Arap ülkeleri arasında gelişmekte olan ilişkilerin önemine dikkat çekiliyor. İsrail, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler ABD’nin bölgedeki en önemli ortakları ve müttefikleri olarak görülürken bunlar arasındaki siyasi, ekonomik ve güvenlik işbirliklerinin arttırılmasına çalışmak bir çıkar olarak tanımlanıyor.
Belgenin ruhu ve lafzıyla uyumlu bir şekilde Trump Amerikası terör örgütü PKK bağlantılı ve destekli YPG/PYD’yi açıktan destekliyor; İran, Rusya ve Türkiye arasında yürüyen Astana sürecini akamete uğratmaya çalışıyor; DEAŞ’tan kaynaklanan tehdidin arkasına sığınarak Irak ve Suriye’deki askeri varlığını kalıcı hale getirmeyi amaçlıyor. ABD, Türkiye’nin Suriye’nin Afrin bölgesinde yürütmekte olduğu askeri operasyonları etkisizleştirmeye çalışırken, Rusya ile ikili düzeyde bir anlaşma kovalayıp, Esad rejiminin Rusya kontrolünde devam etmesine göz yumması karşılığında Rusya’dan da ABD’nin bölgedeki varlığını kabul etmesini bekliyor.
Trump’ın İran ile P5 ülkeleri ve Almanya arasında 2015 yılının yaz aylarında imzalanan Nükleer anlaşmadan memnun olmadığı ve bu çerçevede İran üzerindeki yaptırımların kaldırılmasına yönelik düzenlemeleri etkisiz hale getirmeye çalıştığı görülüyor. Trump, anlaşmanın İran’ı bölgesel barış ve istikrara hizmet eden bir ülkeye dönüştürmediğini, tam tersine İran’ın bölgesel yayılma hevesini pekiştirdiğine inanıyor. Bu açıdan bakıldığında İran’ın yayılmacı politikalarının başta İsrail olmak üzere ABD’nin geleneksel güvenlik ortaklarını tehdit ettiğini düşünüyor.
Obama’nın aksine Trump Netanyahu’nun Yahudi yerleşim alanlarını daha da genişletmek ve Filistin sorununda iki devletli bir çözüm yerine Filistinlilerin İsrail devleti içinde uzun dönemde eriyip etkisiz hale gelmelerini öngören tek devletli çözüm yaklaşımını destekliyor. Kudüs’ü İsrail’in tek ve bölünmez başkenti olarak tanıyan Trump ülkesinin İsrail’deki büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararını almıştı malum. Bu kararın sadece bölge ülkeleri nezdinde değil küresel ölçekte ortaya çıkardığı tepkiler ise herkesin hatırında. Dolayısıyla, tek taraflı bir şekilde başkalarını dikkate almadan oluşturulan politikaların kimseye pek fayda getirmeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.