Bu topraklarla İslam’ın öngördüğü hayat tarzının buluşması, diğer herhangi bir gruptan ziyade dervişlerin, Horasan erlerinin, alperenlerin değerli gayretleriyle ivme kazanmıştır. Hacı Bektâş-ı Velî’den Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye, Hacı Bayrâm-ı Velî’den Yûnus’a kadar isimleri bilinen ya da bilinmeyen mânâ erleri, tazeliğini hiç yitirmemiş bir mesajın taşıyıcısı olmuşlardır.Tasavvufun her zemin ve zamanda iştiyak içindeki cânların susuzluğunu giderebilecek bir potansiyele sahip olduğunu söyleyen Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim görevlilerinden Nurullah Koltaş, tasavvuf anlayışına yönelik sorularımızı cevapladı.
Dinlerin dışa dönük yani zâhir ve içe dönük yani bâtın şeklinde iki yönü bulunur. İslam bağlamında bu iki yönün bir kumaşın iki yüzü gibi birbirinden ayrılmaz olduklarını görmekteyiz. Tasavvuf yolu, bu iki yönü de hariçte tutmaksızın “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” gibi bir öncülden hareket ettiği için gerek bu yolu benimseyenlerin hayatları gerekse yolun ilke ve yöntemleri, İslam’ın layıkıyla anlaşılması ve yaşanması üzerine bina edilmiştir. Allah Resûlü’nün “Rabbim, bana eşyayı olduğu hal üzere göster” niyâzında yansıma bulan bu bakış açısı, görülenin ve ötesinin ne olduğu konusunda tefekkür, teemmül, tedebbür gibi çeşitli düşünme biçimleri ve tezkiye, tasfiye, terbiye gibi benliği ıslah yöntemlerini vurgulamak suretiyle bu âlemdeki varlık sebebimizi anlama ve bunun uyarınca yaşamanın yollarını aramayı merkezî bir konuma yerleştirir. Binaenaleyh, bu yolu izleyenlerin âyet ve hadislerin zâhirî anlamları yanında bâtınî anlamlarını da anlamaya çaba gösterdikleri, bunu da insanın Adn hâlinin muhafazası ve Hakk’ın tecellilerini temaşa için her imkânın peşine düşerek gerçekleştirdikleri aşikârdır. Teorik bir düzlemde sınırlı kalmayan bu anlayışın mimarîden musikîye hayatın her alanında inikas bulduğu bu topraklarda yaşayan herkesin malumudur.
Ehl-i tasavvuf, yollarının mihverine Kur’an’ı ve yaşayan Kur’an olarak Allah Resûlü’nü yerleştirdikleri için herhangi bir ayrılığın düşünülmesi bile abes bir durum. Din-i mübînin hilâfına bir hayat tarzından bahsetmek şöyle dursun, İslam’ın izzeti için ömrü vakfetmek gibi yüce bir amaç gözetmişlerdir. Günümüzde kimi çevrelerde örtülü bir gündem olarak Nebi’nin -tabiri caizse- devre dışı bırakıldığı kimi sesler öne çıksa da Hakk’ın Kelâmı’nı bize ileten Resûl’e azami ihtiram ve bağlılık, tasavvuf yolunun kırmızı çizgisidir. Bu açıdan büyük sûfîlerin tefsir ve hadis gibi ilimlerini tahsil ettikten sonra bağlılarına yollarının esas ve usullerini aktardıkları bilindik bir husustur. Kaldı ki yakîn, mârifet, zâhir, bâtın gibi tasavvuf terminolojisini oluşturan kavramları incelediğinizde, dayanak noktalarının âyetler ve hadislerden müteşekkil olduklarını görürsünüz. Soruda dile getirilen tez olsa olsa tasavvufun mahiyetine dair sathî bir değerlendirmenin göstergesi olabilir. Bu tür tezlerin ortaya çıkışı ve belli bir taraftar kitlesini etkilemeleri, özellikle seküler çevreler ve modernist Müslümanların yanı sıra “neo”selefi” olarak isimlendirilen grupların hemfikir oldukları bir konu olarak da farklı bir gündemin varlığına işaret ediyor.
İlk dönem zâhidlerinden metafizik bir bakış açısıyla nazarî tasavvufun muazzam eserlerini ortaya koyan sûfilere kadar tasavvuf geleneği, İslam’ın arzın dört bir yanında yaşanılır kılınmasını öncelemiştir. Anadolu özelinde düşünecek olursak, bu topraklarla İslam’ın öngördüğü hayat tarzının buluşması, diğer herhangi bir gruptan ziyade dervişlerin, Horasan erlerinin, alperenlerin değerli gayretleriyle ivme kazanmıştır. Hacı Bektâş-ı Velî’den Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye, Hacı Bayrâm-ı Velî’den Yûnus’a kadar isimleri bilinen ya da bilinmeyen mânâ erleri, tazeliğini hiç yitirmemiş bir mesajın taşıyıcısı olmuşlardır. Endonezya’dan Çin’e, Hindistan’dan Kafkaslara, Orta Doğu’dan Afrika’ya ve Endülüs’e, Anadolu’dan Balkanlara kadar dünyanın dört bir tarafında yaşanmış ve yaşanmakta olan bu hayat tarzını görmezden gelmek mümkün olabilir mi? Hasan-ı Basrî’den Sarı Saltuk Gazi’ye, Şeyh Şâmil’e ya da Emîr Abdülkâdir Cezairî’ye kadar mutena şahsiyetleri gazi olmaya sevk eden nedir? Sadreddin Konevî’den Davûd-i Kayserî’ye, Molla Fenârî’den Saçaklızâde Mehmed Efendi’ye kadar ilim dünyamızın münevverlerin düşünce dünyalarında hâkim unsur tasavvufun nazarî derinliğinden gayrısı mıdır? Dahası, İslam dünyası genelinde sosyal ve kültürel anlamda bir canlılığın ve entelektüel zenginliğin büyük oranda bu yol ile ilişkili olduğunu söylemek hiç de abartı değildir. Geriye dönüp düşünce, edebiyat ve gelenekli sanatlarda belli bir bayındırlık seviyesine nasıl ulaşıldığı, yakın dönemlerde gözlemlenen duraksamanın da bu gelenekle olan irtibatın kimi nedenlerle kesintiye uğramasından kaynaklandığı derinliğine incelenmek durumundadır. Kısaca ifade etmek gerekirse, tasavvuf yolunun intişarı için Doğu ya da Batı şeklinde bir sınır söz konusu olmamıştır. Her zemin ve zamanda iştiyak içindeki cânların susuzluğunu giderebilecek bir potansiyele sahiptir tasavvuf. Bununla birlikte, Batı’daki ihtidâların kökeninde tasavvufun ana faktör olduğu konusunda çok sayıda çalışma yapılmış olup ihtidâ hikayeleri de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum, tasavvufta içkin olan kalbîliğin bir yansıması olarak da alınabilir.
Asıl âlemden uzakta, gurbette olan biz gariplerin kendimize özgü ihtiyaçları bulunmakta. Bu nedenle de herkes için standart listelerden ziyade genelden özele ilgi alanlarını belirleyerek okumalar yapılması büyük önem taşıyor. Bununla birlikte, tasavvufun kitaplardan öğrenilen bir husus olmadığını, zevkî ve hâlî bir bir hayat tarzını tazammun ettiğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Genel bir kaide olarak İmâm Gazzâlî, Hucvîri, Kuşeyri, Sülemî, ibnü’l-Arabî gibi müellifler tarafından kaleme alınmış olan klasikler öncelik taşıyor. Ayrıca bu eserlerin şerhleri de büyük birer kaynak niteliğinde. Yani ibnü’l-Arabî’yi Tilimsânî ya da Konevî üzerinden okumak farklı pencereler sağlayabilir. Önde gelen sûfilerce kaleme alınan ve sülûka giden yola dair tecrübe edilen hususları ihtiva eden eserler de ufuk açıcı nitelikte. Aklıma hemen Gazzâlî’nin “el-Münkız”ı geliyor. Tasavvufî şiir şerhleri de ayrı birer hazine ve yol azığı. Sorunuzun ikinci kısmıyla alakalı olarak çalışma saham nedeniyle René Guénon, Frithjof Schuon, Martin Lings, Seyyid Hüseyin Nasr, William Chittick, Michel Chodkiewicz gibi mümtaz şahsiyetlerin eserleri farklı bakış açıları sağlayabilir diye düşünüyorum.