Çok yönlü bir isim olan Savaş Barkçin müzikle de yakından ilgileniyor. Ketebe Yayınları’ndan çıkan “40 Makâm 40 Anlam” adlı kitabıyla eksikliğini duyduğumuz ve belki de farkına varamadığımız bir dünyanın kapılarını açıyor. Biz de yazar, şair ve müzisyen Barkçin ile makâm kavramını ve müziğimizin özünü konuştuk.
Bir müzisyene, konservatuar hocasına veya müzik eğitimi almış birine makâmın ne olduğunu sorduğunuz zaman, size çok şematik bir cevap verir. Ben, 12 sene meşk ettiğim yola bağlı kalarak, bu şematik izahlardan ziyade gönül diline yaslanan bir tarifi tercih ederim. Çünkü makâmı teorik bir şekilde izah ettiğimizde erbâbı dışında insanlar anlamıyor. Anlamalarını da kimse bekleyemez. Dolayısıyla insanların içlerine ulaşabilecek ve kendi dünyalarında karşılığı olan cevaplar vermek lazım. Makâm insanın içindeki her bir manevi âlemin, müzik diliyle ifadesine denir.
Tasavuffta iki tür âlem vardır. Âlem-i Kübrâ ve Âlem-i Suğrâ. Büyük ve küçük âlem. İnsanların aklına büyük âlem deyince astronomi ile ilgili şeyler geliyor. Halbuki büyük âlem insandır ve küçük âlem kainattır. Nitekim Allâh-u Teâlâ, “Ben hiç bir yere sığmadım. Mümin kulumun kalbime sığdım.” diyor. Allah’ın nazargâhı zaten insanın kalbidir. Dolayısıyla tek bir hüznümüz ya da tek bir sevincimiz yok. Yani kendi içimizde bile anlık sonsuz sayıda hüzün var. İşte bizdeki makâm kavramını, o her bir nüansın müzikle ifade eden formlar gibi düşünebiliriz.
Segâh makâmı diyelim. Onun ifade ettiği hüzün ile çok yakınında olan Hüzzâm makâmının ifade ettiği hüzün bambaşka. Çünkü ikisinin makâmları ayrıdır.
Manevi yerleri ayrı. Mesela sürekli Hicâz makâmı dinlerseniz, o makâmın âlemine aşina olursunuz. Çünkü o âlem içinizde ama haberiniz yok. Zaten müzik içimizde olan bir şey. Sıfırdan inşa edilmemiş.
Açıkçası orada tasavvufi bir remiz var. Tasavvufta “dört kapı ve kırk makam” kavramı önemlidir. Müziğimizdeki zengin makâmlar üzerinden çok fazla eser verilmiş. Diğer bestekârlar da o makâmları tanıyıp, duygu dünyalarından o makâm ile doğan eserleri bize ikram etmişler.
Çünkü bizde eser ve beste ikram edilen bir şeydir. O yüzden şükredilmesi gerekir. Müzik kendimiz ve Rabbimiz ile yaptığımız bir sohbettir. Ben müziği de tevhidin bir yolu olarak görüyorum.
Tevhide gitmeyen hiçbir yol yoktur. Biz biraz bunlardan koptuk. Geleneğimizdeki temel ilkenin tevhid olduğunu unutuyorlar. Kalıplara takılıyoruz.
Uzun yıllardan beri konferanslarımda, sohbetlerimde ve müzik derslerimde en çok “Müzik haram değil mi ?” sorusu yöneltildi. Ben, bu soruya cevap vermekten yoruldum. O yüzden artık referans veriyorum.
İmam Gazali Hazretleri’nin, “İhya-i Ulûm” kitabında semâ bahsi var. Orada şunu diyor: “Bir insan baharda çiçeklerin açmasından, bir udun çıkardığı sesten eğer zevk almıyorsa, otursun bahtsızlığına ağlasın.” Şimdi ben bu fetvâya tâbiyim. Fakîh değilim ama fakîh olan çok büyük bir alimin sözünü aktarıyorum.
Bizdeki bu kopuş, kendimizden kopuşun bir yansıması. Batıya benzer tanımlamalar ve açıklamalar gayretlerine giriyoruz. Bunun temel sebebi de aslında kendimizi unutuş tarihimiz. O da iki asırlık bir süreç.
Tanzimat ile yani artık referansı İslam olmayan bir aşaması var. O dönemden beri duygumuz, “elimdeki kıymeti ben Batıya nasıl benzetirim?” sorusu. Bizde özellikle 1908’den sonra müzik alanında yapılan çalışmalarda Batı kendini nasıl tarif ediyorsa ona kendini uydurma çabalarıdır. Batıda seküler ve liturjik (kilise müziği) olmak üzere iki temel müzik vardır. Bu kavramlar üzerinden müziğimizi de tanımladılar.
Nasreddin Hoca’nın leyleğin gagasını, kuyruğunu ve bacaklarını kesip “Hah şimdi bir kuşa benzedin!” demesi gibi bizdeki tevhid kavramları da bu şekilde budanmıştır. İttihatçılar kilise müziği kavramına benzetmek için müziğimizi “dînî” ve “lâdînî” müzik diye ikiye ayırmışlar. Böyle bir ayrımı bir mümin yapamaz. Çünkü onun hiçbir amelinde dini olmayan bir şey yoktur. Dolayısıyla tevhid merkez olmaktan çıkınca kendi olmamızı kaybettik.
Önemli bir soru. Bu konuyla ilgili bir kitap hazırlığım da var. Çünkü anlam yitirilince kavram da kayboluyor. Benim düşünceme göre, müziğimizin ismi “tevhid müziği”dir. “İslam medeniyet müziği” çok büyük ve asırları kapsayan bir şeydir. İslam tarihi ile eştir. Bu sadece Osmanlı müziği değildir. Çünkü renkleri, dilleri, okuma tarzları ve sazları farklı olsa bile müminlerin nerede olursa olsunlar müzik anlayışları hemen hemen aynıdır.
Evet, onların da dayandığı ilkeler Hıristiyanlıktan doğan ilkelerdir. Çok sesliliğin bir açıklaması da teslis inancını yansıtmaktadır. Bizde tek sesliliğin tercih edilmesi de tevhidin yansımasıdır. Tevhid bizim müziğimizin rengidir.
Batı bir şey söylemediği sürece, geleneğimizden gelen bilgileri kabul etmiyoruz. Küfür bizim için nasıl bir ölçü olabilir? Oradan merhamet, kuşatıcı bir dil ve ilim çıkmaz. Mesela tabiattaki seslerin birçoğu Batı müziğinde yoktur. Batılı en iyi müzisyen bir Segâh perdesini çıkaramaz. Çünkü, o ses doğada vardır, ama orada tanımlı değildir.
İnsan aşkı da Allah aşkından gelen bir şeydir. Aşkın her türlüsünü ikram eden Allah’tır ve o bir nimettir. O nimeti nasıl kullandığın da imtihandır. Allâh-u Teâlâ aşkı insanın kalbine bir çağlayan gibi akıttığı zaman, bu aşk örneğin bir müzisyende beste olarak çıkar. Şairde şiir, marangozda tasarım olarak ortaya çıkar. Sanatların hepsi aşkın taşmasıyla oluşur.
Osmanlılar ırklarını biliyorlardı. Fakat onlar Allah’ın verdiği şey ile iftihar edilmeyeceğinin idrakinde idiler. Bu müziğe de yansıyordu. Ancak bizde ısrarla hatta saçmalama derecesinde bu Türk kavramını her yere koyma gayreti var. Bu uygulama Cumhuriyetin ilk dönemlerinde 1930’lu yıllarda çok yapıldı. Siyasette, soyadı kanunda, alfabede, tekke ve medreselerin kapatılmasında uygulanan stratejinin aynısı müziğe de tatbik edildi. “Türk Sanat Müziği” ve “Türk Halk Müziği” tabirleri de Tek Parti döneminde uyduruldu. Osmanlı’da öyle bir tabir bulamazsınız. “Türk müziği” diye de bulamazsınız.
Evet, kitabım müziğin anlamı üzerine odaklanıyor. Müziği bir boş vakit eğlencesi gibi görmemek gerekiyor. “Müzikten Rabbim, âlem ve kendim ile ilgili ne gibi ibretler alabilirim? Müzik üzerinden kendimi nasıl tanıyabilirim? Müzik benim aynam nasıl olur?” diye düşünenler için yazılmış bir kitap.
Mevlevi üstatlar, “ben şu makâmı seviyorum” demeyi uygun görmüyorlar. O, kişinin o andaki hâline uygundur. Hâl ise değişkendir. O da Allâh-u Teâlâ’nın bir nimetidir. Değişkenlik çok güzel bir şeydir. Aynı hâle saplanıp kalanlara şizofren diyoruz. Bu sebeple; “Bugünkü hâlime uygun şu makâm var” demek daha uygundur. Her makâmın duygu dünyamdaki yeri ayrıdır ve hepsini severim. Fakat şu sıralarda Hicâz makâmını daha çok dinlemek istiyorum.