Bir medeniyetin romancısı diyebileceğimiz Ahmet Hamdi Tanpınar, yüceltilmiş bir aşk etrafında o medeniyetin tüm unsurlarını bir araya getirir. Cehennem ve Cennet biradadır adeta onun eserlerinde. İblis’in iş başında olduğu alt katta tam bir kaos hüküm sürerken üst katta, her an yeniden çiçeklenen bir bahar açmaktadır.
Bu ay Tanpınar’ın elli dokuzuncu ölüm yıldönümü.
Ölümünden bir yıl önce bir kayıt düşmüş günlüğüne: “Evvelsi akşam bütün dişlerimi söktüm, kendi elimle. Allah hayırlar etsin.” Sezgisel bir boyut vardır yazarın hayatında. Eserlerinde rüya kavramı ve rüyalar ayrı bir yer tutar. Bu not gösteriyor ki hayatında da öyle.
Fal ve ispirtizma hem eserlerinde hem de hayatında var yine yazarın. İspirtizma (ruh çağırma) dönemsel bir tutku o yıllarda. Aydınlar arasında da yaygınlığı bulunuyor. Peyami Safa 1949’da Madmazel Noraliya’nın Koltuğu’nu yazacak mesela. Enis Behiç, bir ispirtizma seansından sonra başka bir kişiliğe büründüğünü iddia edecektir. İnsandaki sezgisel yön kendi başına bir vakıa. Fakat o, hangi kanalları bulup akacak! Belki asıl mesele bu. Yukarıda saydıklarımız (fal, ispirtizma) bir bakıma insanın bu yönünün istirmarı, kötüye kullanılması.
Ben bu yazımda asıl, Tanpınar’ın eserlerinde sözü geçen bir zihnî “uyanma”dan söz edeceğim.
Öyle zannediyorum ki bu “uyanma” Tanpınar’ın eserlerini çözümlemede üzerine gidilmesi gereken temel kavramlardan biridir. Mesela romanları bir sabah uyanışıyla başlar onun genel olarak (Mahur Beste, Aydaki Kadın, Huzur). “Sabahın Eşiğinde” adlı aynı içerikli güzel bir yazısı da vardır: “İki hat arasında sallanan şeylerin uyuşturucu lezzetiyle dolu bir zaman” olarak anlatır o anı.
Fakat daha çok hikâyelerinde rastladığımız “uyanma”, uyanıkken yaşanan bir insanî haldir. Bir halden bir hale geçme, sezgi ve kavrayış gücünün sonsuzca açılması olarak tanımlanabilir. Mesela “Bir Tren Yolculuğu” hikayesinde ölen tiyatro oyuncusu kızda (adı Zeynep) vardır bu hal. Orada, “ fakat asıl dikkat edilecek tarafı zaman zaman rolünün içinde uyanmaları, etrafına garip denecek bakınmalarıydı” diye ifade edilir.
“Abudllah Efendi’nin Rüyaları”nda hikâyenin kahramanı Abdullah, “ara yerden bir yığın perde, maniânın kalkması” olarak tanımladığı “Kafasında bütün hakikatleri çırçıplak bir kıyafette ve hazır bul”duğu böylesi bir hal yaşar, bir gece.
Hikayede, “alelade fanilerin yaşadığı zamanın hudutları dışına çık”ma, olarak belirtilen bu hali, dönemsel bağlamı içinde görmeye çalışalım Bir başka şair, Necip Fazıl’la karşılaştıralım Tanpınar’ı. “Abudllah Efendi’nin Rüyaları” hikayesinin satırları arasında, beni bu karşılaştırmaya iten bazı sebepler var çünkü.
Tanpınar’la Necip Fazıl aynı kuşağın iki şairi. Aralarında üç yaş fark var (Tanpınar üç yaş büyük). Sorunsuz yürümediği anlaşılsa da iki arkadaş onlar aynı zamanda. Aynı dönemin havasını beraberce soluyorlar.
TANPINAR’IN HİKAYELERİ
Tanpınar’ın hikâyeleri dikkatle okunursa, “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”ndaki “gece”yi, oluşum halinde, yazarın “Bir Yol” hikâyesinde buluruz önce. Bu hikâyenin anlatıcı kişisi de Abdullah Efendi’nin bir meyhanede yaşadıklarını bir kahvede yaşayacaktır: “Nasıl oldu, ben de bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış gibi doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmaya başladım.”
Tanpınar “Bir Yol”u 1937 yılında yayımlar. “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”nın yayım yılı ise 1941’dir. Arada Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak oyunu ve “Senfonya” şiiri vardır (1938-1939). Necip Fazıl’daki mistik/metafizik eğilimler çok eskidir. 1934’ten sonra İslâm tasavvufuyla buluşup kendine yepyeni, gür bir akış kanalı bulur. Tanpınar açısından bakınca, benim dikkatimi çeken durum, “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”nda gelişerek yeni bir açılım bulan “uyanış” halinin, Necip Fazıl’ın “Senfonya”da kullandığı ifade araçlarından bazılarını da içine almış olması.
İLK ŞİİRİ
Sonradan “Çile” adını vereceği “Senfonya” şiirini, ilk olarak 1939 yılında, birkaç bölümlük tefrika halinde bir dergide yayımlar Necip Fazıl. Sonradan şiir üzerinde bazı değişiklikler yapmıştır şair. Biz alıntılarımızı bu ilk halinden yapacağız.
Ve uçtu tepemden birden bire dam
Göğü bir çatlağın yardığı gece
..........
Pencereye koştum kızıl kıyamet
Tanpınar, Abdullah Efendi’nin yaşadıklarını ise şöyle anlatır:
“İşte bu ıstırap içinde, kafası en karanlık düşünce ve tasavvurlarla dolu olduğu halde, küçük bir oda içinde çırpınıp dururken, birdenbire sanki bir kıyamet kopuyormuş kadar büyük bir gürültü ile olduğu yerde mıhlanıp kalmıştı.”
“Ne oluyor?’ diye başını kaldırdığı zaman tavanın tepesinden uçmuş olduğunu ve yıldızların elle tutulacakmış gibi yakından odasına sarktıklarını gördü ...” (Vurgulamalar bana ait-AK).
Bunlara şiirdeki;
Söyleyin söyleyin ben miyim yoksa
Arzı boynuzunda taşıyan öküz.
Dizelerine karşılık, hikayedeki “Omuzlarına taşıyamayacağı kadar ağır bir yük yüklenmiş zannediyor”; hatta, şiirdeki “Deliler köyünden bir ufuk aşkın” dizesinin karşılığı olarak da hikâyedeki “aklın serhaddi dediğimiz bıçak sırtında” ifadeleri hatırlanabilir.
Bu örnekleri, doğrudan bir etkilenmenin kanıtı saymak istemeyenler çıkabilir elbette. Zaten “Senfonya” şiiriyle “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” hikayesinin, tamamına bakıldığında, onların kendilerine ait ayrı bütünlükler olduğu da görülecektir. Ancak dönemin ruhu, diyebileceğimiz daha genel bir zeminde birleştirebiliriz bu iki ismin yazdıklarını. Yukarıdaki yaptığımız karşılaştırma da asıl yerini bulmuş olur.
Yazımızı bitirmeden şunu da belirtelim. Bir medeniyetin romancısı diyebileceğimiz Ahmet Hamdi Tanpınar, yüceltilmiş bir aşk etrafında o medeniyetin tüm unsurlarını bir araya getirir. Cehennem ve Cennet biradadır adeta onun eserlerinde. İblis’in iş başında olduğu alt katta tam bir kaos hüküm sürerken üst katta, her an yeniden çiçeklenen bir bahar açmaktadır. Alt kat, “Suat”lar, “Muhtar”ların katıdır. Üst katta Neyzen Emin Dede gibi büyük şahsiyetleri buruz. Onların temsil ettiği “aşk”ı ve sonsuz açılımlar dünyasını..