Hayatımızı kuşatan sosyal medya, yalnızca zamanımızı gasp etmekle kalmıyor, psikolojik olarak da hepimizi etkiliyor. Son olarak Vatan Şaşmaz’ı öldüren Filiz Aker’in hesabına hakaret ve küfürler yazan kişiler oldu. Şaşmaz’ın takipçi sayısı arttı. Bu olaya binlerce takipçisi olsa da arkadaşı olmayan fenomenler, ensest, çocuk istismarı karşısında siyasi kutuplaşmaya gidenler, sahte hesaplardan kötülük yayanları da ekleyince gelecek hakkında korku dolu senaryolar akla gelmiyor değil... Psikiyatri Hekimi ve yazar Prof. Dr. Kemal Sayar ile bugünün sosyal medya ve sanal dünyanın insana ettiklerini konuştuk.
Her birimizin içinde iyilik de kötülük de saklı duruyor ve şartlar onları destekliyor ya da köstekliyor. Antisosyalliğin, vicdansızlığın özendirildiği toplumsal ortamlarda kötülük kolaylaşıyor. Sosyal medyanın iki temel özelliği var, birincisi, orada kendi kimliğinizle yer almak zorunda değilsiniz dolayısıyla bir maskenin ardına saklanabilirsiniz. O maskenin ardından, gündelik hayatta bir başkasının yüzüne söyleyemeyeceğiniz sözleri freni patlamış kamyon misali söylüyor ve bununla ilgili çoğu zaman gerçek kimliğinizle bir kınanma yaşamıyorsunuz. Bu anonimite veya yüzsüzlük hali, öfke ve nefret suçlarını kolaylaştırıyor. Yüz yüze iletişime göre çok daha kolay saldırganlık ve öfke gösterebiliyoruz. İkinci özellik ani, eş zamanlı ve kendiliğinden bir etkileşime izin veriyor olması. Bu da fevri tepkilerimizi hiç düşünmeden oraya boca edebilmemize, o ortamı bir rahatlama, iç dökme veya arınma mekanına dönüştürmemize yol açabiliyor.
Adeta duygularımızı içinde tutacak bir kap gibi davranıyoruz sosyal medya ortamlarına. Aşk da nefret de orada hem kayda geçiriliyor hem de içimizdeki yükleri alınarak oraya boşaltılıyor. Benliğin bir uzantısı olarak görebiliriz artık sosyal medya ortamlarını, bizde olanı abartarak, tahrif ederek ve büyüterek aksettiren bir aynaya da benzetebiliriz. Hem en derinlerde saklı olan kötülüğün kolayca yüzeye vurmasına izin veriyor hem de onu diğer insanlara gösteren bir ayna işlevi üstleniyor. Hızlı etkileşime açık olması nedeniyle misilleme yapmaya, can yakmaya çok müsait. Daha eşitlikçi doğası nedeniyle de on beş yaşındaki bir gencin, yetmiş yaşındaki bir profesörle dalga geçebilmesine imkan veriyor. Burada bir hadiseyle daha karşı karşıya kalıyoruz, sınırların yitimi. Gerçek insan ilişkisi sınırlar üzerine kuruludur, ben nerede biterim o nerede başlar bilirim ve onun bahçesine destursuz girememem. Yeni sosyal medya ortamı destursuz bağa girmeyi meşrulaştırıyor, onaylıyor ve hatta bunu bir meziyet kılıyor.
Çevrim dışı ve çevrim içi hayatlarımız arasına bir duvar öremiyoruz. Duygularımızı sanal dünyaya aktararak rahatlamak, boşalmak istiyoruz. Bu yönüyle sanal dünya benliklerimizin bir uzantısı gibi işlev görüyor. Hayat yaşadığımız gerçeklikle bitmiyor, sanal aleme uzanarak orada devam ediyor. İç ve dış arasındaki sınır da muğlaklaşıyor ve sürekli çevrim içi olmamıza imkan veren akıllı telefonlarla, daimi bir iç gerçeklikle yaşamaya mecbur kalıyoruz. Sonuç olarak öfkemizi, aşkımızı, nefretimizi duyurmanın yolu konuşmak değil bir sanal duvara yazmak zannediyoruz.
Çok sancılı dönemlerden geçtik, büyük badireler atlattık. Toplumda güven duygusu dinamitlendi. Böylesi gergin zamanlarda herkes bütün günahı yükleyeceği bir günah keçisi arar. Tehdit altında hissettiğimizde ötekini kendimize kolayca düşman yazarız. ‘Kötü olan ben değilim o’ demek bir zihinsel konfordur ve insanın tabiatında kendisini temize çekerek hasımlarının günahlarını büyütmek vardır. Ancak suçu kendi üzerimizden atmak, o suçun toplumda yaydığı kasvet ve ümitsizliği tedavi etmiyor. Kötülük her toplumda var, bizim tartışmamız gereken, bizim kötülüğün önlenebilmesi için ne yaptığımız ve kişisel olarak o kötülüğün değirmenine su taşıyıp taşımadığımız.
Herkes, ‘hangi söylem ve davranışım karşımdaki insana acı vermiş olabilir?’ diye çuvaldızı kendisine batırmakla başlarsa daha çok yol alabiliriz. Acı yarıştırmak ve acıyı araçsallaştırarak onu siyasi görüşlerimize payanda kılmak, merhametsizliğin bir tezahürüdür. Empati yapamadığımız, acı çekenle birlikte o acıya ortak olamadığımız anlamına gelir. Buna ahlaki erozyon diyebiliriz. Bütün dünyada yeni nesillerde narsisizm puanlarının yükseldiği ve empati puanlarının da buna koşut bir biçimde düştüğü yönünde yayınlar var. Eğitim ve toplumsal hayatta bir merhamet seferberliğine acil ihtiyaç bulunuyor. Genç kuşaklara en zalim olanın değil en nazik olanın hayatta kalacağı bilgisini verebilmemiz gerek.
Sanal alem gitgide fiziksel çevremizden, bizi çevreleyen gerçeklikten, kendimizle yüzleşmekten, sorumluluktan kaçmak için sığındığımız bir ilticagah haline geliyor. Bir yönüyle, içini istediğimiz gibi doldurabileceğimiz bir çerçeveye benzer, ne olmak istiyorsak, nasıl görünmek istiyorsak, o resmi koyarız ve istediğimiz zaman da zahmetsizce değiştiririz. Bu açıdan bakıldığında sorumluluktan kaçmak için de uygun bir ortamdır. Ayrıca sosyal medyanın ‘gayrı şahsi biçimde şahsi’ doğası içimizdeki özseverliği kışkırtıyor. Çevrim içi etkileşimde muhatabımızın buğulanan gözlerini, bükülen ses tonunu çoğu zaman görmüyor, işitmiyoruz. Bu uyaranların yokluğu bizi daha duyarsız, kopuk, düşüncesiz ve ben merkezci kılabiliyor. Kendini beğenmekte sınır tanımayan, ukala ama içi boş bir insan tipi, hız teknolojileriyle birlikte bütün dünyaya yayılıyor. Bir maske ardına gizlenen kişi, sosyal medyada kükreyen fareye dönüşüyor. Günlük hayatta bir baltaya sap olamamış birisi bakıyorsunuz küfür, istihza ve saldırganlıkla kendisine sosyal medyada bir kimlik inşa etmeye çalışıyor.
Kimlik belirsizliği kuramı bize çok büyük bir kalabalık içerisinde veya internet ortamındaki gibi anonim olabildikleri durumlarda, kişilerin kendi kimlik algılarını yitirip kimlik belirsizliğine uğrayabileceğini ve sonuçta nefis muhasebesinin azalacağını söyler. Böyle hallerde norm dışı, agresif davranışlar su yüzüne çıkar. Kalabalığın arasından yumruk sallamak yiğitlik değilse bile bunu bize yiğitlik olarak yutturmaya kalkışanlar var. Bu kötücül dil ancak muhatabını aşağı çekerek rahatlayabiliyor, o yüzden muhatap alınmaması daha doğru. Sanal alem gerçek değil belki ama bize uyandırdığı duygular, bıraktığı sızılar gerçek. Orada da aşağılanmanın veya küçük düşürülmenin ruhsal ıstırabını gerçek hayattaki kadar hatta belki ondan daha yoğun olarak yaşayabiliyoruz. Çünkü kötü haber ışık hızında yayılıyor ve viralleşiyor. Üstelik oradaki kötü söz siber uzayda asılı kalarak bizi rahatsız etmeye devam edebiliyor. Duning-Kruger varsayımı bize gerçekte yetersiz kişilerin bilmediklerini bilmediklerini, dolayısıyla kolayca cahil cesareti göstererek yanılsamalı bir özgüvenle hareket edebildiklerini söylüyor. Sosyal medya ortamları bu kabil kişiler için bir şölen yerine, bir şişmiş egolar panayırına dönüşebiliyor. Bu ortamlar gerçek hayattaki eksiklik, kusur ve yoksunlukları sahte bir özgüvenle telafi etmeye çalıştığımız, onlarla yüzleşmek yerine onlardan saklanıp kendimizi kandırdığımız bir yalancı pehlivanlığa geçit veriyor. Bu yönüyle de küfürbazların, saldırganların kendi patolojilerini teşhir ettiği bir sirk hüviyetinde.
Sosyal medya söz konusu olduğunda, mahremiyetten gönüllü bir feragat var, evet. Beğenilme ve görünür olma uğruna mahremiyet feda ediliyor. “Görünüyorum öyleyse varım” düsturu ile işliyor sistem. Oysa mahremiyet insanın kalesidir, kişi olmanın özüdür. Dijital çağ, sınırların varlığı için tehdit oluşturuyor. Sınırların bulunması, ruh sağlığımız açısından önemlidir oysa. Mahremiyet, arzu edilmeyen, beklenmedik karşılaşmalar ve temaslardan korunmak için elimize geçirdiğimiz bir eldiven gibidir, adeta ruhumuz için bir deridir. Bizi dış dünyadan saklar ama onun gözeneklerinden dünyayı algılamaya devam ederiz. Mahremiyetin buharlaşan kumaşı neticesinde hiç birimiz artık dokunulmaktan beri değiliz. Ne evlerimizde, ne sokakta ne de iş yerlerimizde. Çünkü ağa bağlanan insan mekândan münezzehtir ve potansiyel bir sanal otobanda birilerinin ona çarpma riski bir hayli yüksektir.
Belleklerimiz dijital dünyanın hızıyla giderek sığlaşmış ve unutkanlaşmış durumda. İnternet teknolojilerinin bizi aptallaştırdığına dair kitaplar yazıldı. Sonsuz bir dikkat dağınıklığı içinde yaşadığımız, yüz yüze konuşmanın ve belleğe kaydetmenin giderek değer kaybettiği bir dünyada yaşıyoruz. Sosyal medya siteleri bizim için bir protez bellek işlevi görüyor, anlarımızı oraya kaydediyoruz. Bir fikri veya duyguyu orada takip etmek zor. Parlıyor, infial uyandırıyor ve sonra sönüp gidiyor. Bu yönüyle de insanlarda bir tür yorgunluk yaratıyor. Gün boyu sosyal medya gönderilerine göz gezdiren biri, ülke ve dünya olaylarına dair yeterince bilgi sahibi olduğu yanılsamasına kapılabilir. Bir tür yorgunluk, sahte bir doygunluk hissi. Karnını doyurmak için fast-food ile tıkınmak gibi. Klavye aktivizmi insanlara bir rahatlama imkanı sunuyor belki ama bizi gerçek hayatta bir aktivizme taşımıyorsa hiçbir anlamı yok. Kötülüğün yangınını söndürmek için klavye başında yapabileceklerimiz sınırlı.