Mehmet Genç, Hüseyin Küçükkalay ve Ahmet Tabakoğlu hayatlarını ilim öğrenmeye ve öğretmeye adamış üç büyük şahsiyet. Onların ilim yolculuğunu yakından takip eden Mesud Küçükkalay, “Bu insanlar aşkın ruhlar, sonsuzluk sevgisi ile sonsuzluğa, yani Allah'ın hikmetini keşfetmeye kendilerini adamışlar”diyor.
Türkiye'de iktisat çalışmaları yapan çok sayıda araştırmacı var. Ancak bazıları bu ilmin Müslüman hayatına tatbik edilmesi için büyük uğraşlar verdi. Mehmet Genç ve Ahmet Tabakoğlu da bu araştırmacılar içinde önden gelenlerden. Her ikisi de İslami bir iktisat yapsının kurulacağı yönündeki inançlarını yitirmeden araştırmalarında hep Osmanlı'yı merkeze aldılar. Hüseyin Küçükkalay ise gençliğinde Irak ve Suriye'de aldığı Arapça eğitimle derinlikli tefsir çalışmaları yaptı. İktisat profesörü Abdullah Mesud Küçükkalay da, Çizgi Yayınevi'nden çıkan “Hikmetin Peşinde Üç Portre” kitabıyla bu üç ismin ilim yolculuğuna ışık tuttu. Küçükkalay, hayatlarına tanık olduğu bu şahsiyetler için, “Sizi yormayan, sizi anlayan ve kuşatan, tanımlamakta zorluk çektiğim bir derinlikleri var. Onlar insan–ı kâmiller” ifadelerini kullanıyor.
Bu üç ilim insanı da, akademik hayatımda en etkili kişiler diyebilirim. Babam çocukluk yıllarımın hocası. Sanıyorum bana, bir insanın nasıl düşünmesi, nasıl çözümlemeler yapılması gerektiğini öğretti. Mantığımın işleyiş sistemi onun mirasıdır, bu kesin. Kısa mottoları vardı. Hayatı ve insanları yorumlarken halâ onlardan istifade ederim.
Ahmet Hoca doktora yıllarımın hocasıdır. Ondan ilmi mütevaziliği ve ilmin, hikmeti keşif sürecinde bir araç olduğunu öğrendik. Ahmet Hoca kendi dinî inancı bağlamında ilkeli duruşun somut hali gibiydi. İlimde sabretmeyi ve titiz çalışmayı da Ahmet Hoca'dan öğrendik. Mehmet Hoca, olgunluk dönemlerimin mihmandarı oldu diyebilirim. Edebiyatta, iktisatta, felsefede, tarihte, matematikte ve sosyolojide hocanın hayret uyandıran bir derinliği var. Üç şahsiyette bana etki etti. Derinlikleri ile, ilimleri ile ve insanî özelikleri ile benzeşen yanları var. Onları öğrenmeyi, anlamayı istedim.
Bir kere ilim uğruna ödedikleri bedeller benzeşiyor. Çok büyük bedellere katlanmışlar. Bir hayatın, zenginliğin, şöhretin ve makamın olmadığı meşru idealler uğruna feda edilmesi çok kolay değil. Samimiyet ister. Bu insanlar aşkın ruhlar, sonsuzluk idealine, sonsuzluk sevgisi ile sonsuzluğa, yani Allah'ın hikmetini keşfetmeye kendilerini adamışlar. Her üçü de, 9. yüzyıl İslam ve 18. yüzyıl Avrupa aydınlanmasının bilim insanı tipine benziyorlar. Ciddilikleri, edepleri, ilim ve diyaloglarındaki samimiyetleri ve insanlara yaklaşırken gösterdikleri ilmî tevazuları ve sizin ruhunuza dokunabilmeleri ortak mesela. Sizi yormayan, sizi anlayan ve kuşatan, tanımlamakta zorluk çektiğim bir derinlikleri var. İnsan–ı kâmiller diyebiliriz.
Tabi her ilim dalının kendi paradigması, kendi kavramları var. Mesela bu sorunuz İslamî ilimler için de geçerli. Tefsir ilminin, fıkıh, hadis ilminin de kendi kavramları, kendi teknik deyimleri var. Bunlarla halka inemezsiniz. Bu sanıyorum bir gereklilik. Yani Schubert'in bir kına gecesinde keman çalması uygun olmaz. Ancak buradaki sorun, iktisadın gündelik hayattaki problemlere çözüm getirebilmesi, yani operasyonel olabilme problemi. Tabi bunu aşmak gerekiyor. İktisat, kendini avamlaştırmaksızın günlük hayatın problemlerine ışık tutabilmeli.
Ekonomiye gelince, ekonomi hayatımızın tamamı değil küçük bir cüzü. Bizim insan olarak başka amaçlarımız, başka görevlerimiz var. Osmanlı gibi bakmalı yani. Ekonomiyi insanların yaşaması için bir araç olarak kabul etmeli ve iktisat kurgusunu da ona göre yapmalı. Hayatın anlamını hem burası, hem de ölüm sonrası için hakkıyla vermemiz gerekiyor. Bu anlayış aslında Reform'a kadar, yani Ortaçağ teologları tarafından da kabul ediliyordu. Bu nedenle de iktisat ilmi felsefenin ve teolojinin bir alt dalıydı. Ama 18. yüzyılda, benim kavram olarak son derece yanlış bulduğum, Aydınlanma dönemi ile bu durum değişti.
Ekonomi her şey, hayatın kendisi, nihaî amaç oldu. İktisat da bu sayede bağımsızlaştı ve önem kazandı. Bu, çok yanlış bir gelişmeydi. Polanyi buna isyan eder mesela. Kötü bir kırılma oldu insanlık için, Batı için. Bu kırılmayı da şimdi başka coğrafyalara, Müslüman dünyaya ihraç etmek istiyorlar. Buna direnç göstermeli, rezistans ve protest duruş bu bağlamda önemli sanırım.
Mehmet Hoca gençlik yıllarında sadece felsefe okumamış tabi. Felsefe, okuduğu alanlardan sadece bir tanesi. Hoca'nın okumaları insanı hayrete düşürecek derecede geniş. Bir kere bir bilim dalının bilim olması için, ismini felsefe koymasak bile, birikerek ve katlanarak gelen bir düşünce geleneğinin olması mutlaka gerekli.
Bana şöyle dediğini hatırlıyorum: Hayatım boyunca hep dünyanın en büyük beyinlerini okudum. Büyük edebiyatçıları ve önemli filozoflarını okudum. Bu nedenle de bu metinlerin ve kalitenin altına inmek çok zor oluyor. Sanırım Hoca'nın ilmî kalite anlayışını ve düşünce gücünü etkilemiş olmalı en çok. Yazılarına da kesinlikle yansıyor diyebiliriz. Hocanın metinleri bu nedenle bir libretto gibi sıkı. Demir leblebi gibi.
Kurulabilir tabi. Bunun için dediğim gibi, önce düşünsel planda öznel, farklı ve karşıt, yani kapitalizme ve başka medeniyetlerin tasavvurlarına muhalif olmak gerek. Sonra bunun düşünsel ilkelerini tesis ederek kurumsallaşmak lazım. Ama önce imanî boyutta problem yaşamamak gerek. Örneğin faiz haram. O kadar. İllaki bunun neden haram olduğunu aklileştirmek de gerekmiyor. Hikmeti keşif çabası lazım ama bulacağız diye bir zorunluluğumuz yok. Bu, Aydınlanma pozitivizminin ve modernizmin dayatması. İlleti bulmak, kıyas vs. fıkıhçıların işi ama başka disiplinler de sürece dahil olmalı. Aklileştirilemeyen durumlarda ise iman devreye giriyor işte. Bu da sanırım imtihanın bir parçası. Hatta aklileşmenin olmadığı durumlarda şüphelenilen işlemlerden bile kaçınmalı.
Tabi ki var. Bazen, elde ettikleri sonuçlar birbirine son derece yaklaşıyor. Karşıtlığa hiç rast gelmedim, ama uzaklaştığı da oluyor. Sanırım benzeştikleri en önemli nokta Osmanlı sisteminin kendine haslığını vurgulamalarında. Her ikisi de sistemi, onun içine girerek, onun mantığı ile açıklama çabasında. Objektif bir tespit süreci diyebiliriz. Mesela Osmanlı iktisadî düşüncesi konusunda Mehmet Hoca'nın modellemesini bilirsiniz, teorik bir kurgu. Ahmet Hoca'nın bulguları mesela bu modellemeye farklı bir açıdan yaklaşan bir görüntü çizer. Ayrıştıran demeyelim ama, farklı yönlerden yaklaşım geliştirmeleri de söz konusu olmuş zaman zaman. Bu biraz da kişilikten, fıtri farklılıklardan, bilime yaklaşma biçimlerinden kaynaklanan, renk üreten farklılıklar. Bu da son derece doğal.
Tabi sorduğunuz kişi babam. Allah rahmet etsin. Burada objektif yorum yapmam imkânsız. Önemli bir alimdi. Hayatının amacı, Allah kelamının inceliklerini anlamaktı. Buna şahadet ederim. Zaten bunun için Arapçaya yönelmiş. Arapçaya bütün lehçeleri ile hakimdi. Dört–beş bin beyit Arapça şiiri ezberden okuyabilirdi. Ben, Kur'an dinlerken, Kur'an'ın mucizeviliğinden etkilenerek kendi kendine fesuphanallah dediğine çok şahit olmuşumdur. Çok tefekkür edip az gülen, az konuşan ve sürekli çalışan bir alimdi diyebilirim. Alimlere de çok hürmet eder, insanları kırmaktan çok korkardı. Arap tefsircilerin kendisini telefonla arayarak sorular sorduklarına şahit olmuşumdur. Kur'an'a tam bir imanı vardı. Allah'ın ve Hz. Peygamber'in emirlerinin mutlak doğrular olduğunu kabul eder, toplumlar için bu emirlerde sıhhat olduğunu vurgulardı. Şeriat–tarikat ayrımında biraz şeriat tarafında durduğunu söyleyebilirim. İslam'ın günlük hayatın içinde ve onun için olduğunu vurgular ve mistifikasyonu pek sevmezdi.