Osmanlı iktisat tarihi alanında yaptığı çalışmalarla adını dünyaya duyuran Mehmet Genç’in yıllarca yakınında hizmetinde bulunan öğrencisi ve dostu İhsan Ayal, “Son nefesine kadar okuyan birisiydi” diyor ve ekliyor “Hoca Schopenhauer vari bir hayat filozofudur.”
- Benim Mehmet Genç ile olan maceram oldukça sıra dışıdır. Trabzon Çaykara İmam Hatip Lisesi’nde okuduğum yıllarda Cemil Meriç okumaları yapıyordum. O okumalar esnasında Mehmet Genç ismiyle karşılaştım.Hocanın yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordum. Herhangi bir metnine de ulaşabilmiş değildim. Lise bitince, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne girdim. Her cumartesi Gonca Pasajı’na yani sahaflar çarşısına giderdim.Burada birbirinden farklı eserlerin yanında sürekli Mehmet Genç imzalı bir kitap bulmak için çabalıyordum.
- Fakülteyi bitirdikten sonra Trabzon’a döndüm. 2005 yılında ise İstanbul’a taşınma kararı aldım. Her cumartesi sahaflara, Çatalçeşme sokaktaki kitapçılara, Mehmet Varış’ın Türkiye’nin de entelektüel tekkesi sayılan Kitapevi’ne gidiyordum. Yine bir cumartesi günü oraya gittim, raflara bakıyordum. O esnada kapıdan yakışıklı, kır saçlı bir adam girdi. Herkes ayağa kalkarak, saygı gösterdi.Ben hoca çıktıktan sonra Mehmet Varış’a, “Giden kimdi?” diye sordum. Kalbime doğdu resmen, Mehmet Varış da “tanımadın mı Mehmet Hocamız” dedi. Ardından Hocamızı takibe aldım. Her sohbetinde, konuşmasında en öne sıralara oturmaya başladım. Ama bir sene boyunca kendimi hiç tanıtmadım. Nükteyi çok sever, iyi de fıkra anlatırdı. Ben de sohbetlerden birinde izin alarak bir fıkra anlattım. Dikkatini çekmiş olmalıyım. Beni yanına çağırdı ve kim olduğumu sordu. Kendimi öz bir şekilde anlattım.Yine de onun peşinde olduğumu anlatamadım. Sonraki süreçte Hoca’nın özellikle kitap alışverişine yardım eder, onu evine kadar bırakırdım. Ama asla evinden içeri girmezdim. Bir gün beni eve davet etti, içeri girip oturduktan sonra bana bir anahtar verdi. “Bunlar artık senin” dedi. Ben de kendimi tutamayıp, “Hocam müsaade buyurursanız sizinle olan hukukumu anlatmak isterim” dedim. Ardından Hoca’ya onu yıllardır nasıl aradığımı anlattım.Şöyle bir baktı ve “Bana hiç normal bir adam rastlamayacak mı?” dedi. Gülüştük. Sonrasında da hiç bozulmayan ve derecesi artan bir hukukumuz oldu. Benim babamdı, velimdi, arkadaşımdı, hocam ve dostumdu.
OSMANLILAR ZEKÂ AVCISIYDI
- Hoca zor yazardı bunun nedeni hayatını adadığı ilkedir. O da şudur:“İlim çok pahalı bir şeydir. Kişi ömrünü, mesaisini, zamanını, servetini harcar ama ilme bir paragraflık katkı ya sağlar ya sağlamaz.”Kendisi de hayatını bu ilke üzerine bina etmiş. Onun yazdıklarının her cümlesi bir hüküm içerir. Dolgu cümlesi asla olmaz. Bunun yanında her okuduğunuzda yeni bir şey anlarsınız. Tumturaklı, aforizmatik cümleler de kurmaz. Dikkatli okunduğunda her bölümünden bir tez çalışması çıkarılabilir. İlmî bir hakikat için kendini feda edebilecek biriydi. Mehmet Genç yürüyen bir ilim ahlakıydı.
Aslında Nihal Bey’in öğrencisi değil ama okul içinde birbirlerini tanıyıp, uzun sohbetler yapma imkânları olmuş. Ben kendisine Nihal Bey’in iddia olunduğu gibi ırkçı biri olup, olmadığını sormuştum. Bana, “Kafatası meselesi bir nükteydi. İnsanlar ciddiye aldılar. Irkçı da değildi hatta o yıllarda biz gençler onu gerektiği kadar milliyetçi olmamakla tenkid ediyorduk” demişti. Başka bir gün Yağmur Atsız’ın da babasının ırkçı biri olduğu yönünde açıklama yaptığını duyunca, “Ah kafasız oğlum, baban ırkçı değildi” dediğini hatırlarım.
HAMİDULLAH’I FIKIH İÇİN TAKİP ETMİŞ
Aslında Hamidullah’la yollarının kesişmesi okuyanlara garip gelebilir. Çünkü Hamidullah bir ilahiyatçı, Hoca ise iktisat tarihçisi. Ama Mehmet Hoca multidisipliner biri. Bu nedenle o dönem Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde bulunan Hamidullah’ın derslerine dışardan dâhil oluyor. Çünkü Osmanlı içtimai, iktisadi, siyasi tarihine dair bir hüküm verecekseniz, fıkıhı diğer bir deyişle İslam hukukunu bilmeniz gerekir.
TÜRKİYE’YE RAĞMEN YETİŞTİK
- Maalesef yeterince desteklenmedi. Devlet ve müesseseler ona destek olmadı. Keşke onun çalışmaları için on beş - yirmi asistan kendisine verilse ve çalışmaları hızlandırılsaydı. Başımızdan geçen bir olayı aktarayım. KOCAV’ın Erol Güngör Kültür Merkezi’ni açarken bir toplantı düzenlendi. Orada Güngör’ü anarken önce rahmetli Emin Işık hoca sahneye çıktı. Konuşmasında, “Erol Güngör Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük mütefekkirdir” dedi. Ardından Mehmet Genç Hoca çıktı, biraz da öfkeliydi. Sonra da“Benden önce Emin Bey, Erol’u Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük mütefekkir olarak takdim etti. Erol ve ben Türkiye’ye rağmen yetişmiş insanlarız”dedi. Sırası gelmişken söyleyeyim, Erol Güngör vefat ettiğinde,“Beynimin yarısı göçtü”demişti, çok severdi.
Hoca ne yaptığını her zaman bilen biriydi. Titre itibar etmeyen bir adam olduğu gibi. Ödüllere pek itibar etmezdi. Aydın Doğan Ödülleri meselesine de bir açıklık getireyim; Hoca şahsen başvuruda bulunmadığı bir ödülle ödüllendirildi. Bu ödülden haberdar edilince, zarif bir metinle reddiyesini bildirdi.
HEP AÇIKTA YÜZMEYİ SEVDİ
Soyadı gibi zihnen de bedenden de gençti. Biz kendisiyle uzun tatiller yaptık. Milletvekilimiz Cengiz Aydoğdu’yla beraber üçümüz Assos’ta tatil yapardık. Tüm okuyacağımız kitapları oraya taşır, günün belli saatlerinde yüzer, sonra sadece okurduk. Hoca profesyonel düzeyde çok iyi bir yüzücüdür. Ama sahilde yüzmeyi hiç sevmezdi. Biz gençlerin cesaret edemeyeceği kadar açılırdı.
O hiçbir şekilde derinliği olmayan bir meseleyle uğraşmadı. Hayatı boyunca da böyle devam etti. Hangi meseleyi ele alıyorsa onu da tüm boyutlarıyla ele alırdı. Gündelik hayatında bile felsefi derinliği elden bırakmazdı. Sürekli çalışırdı, yemek yerken bile makale okurdu. Ele aldığı meseleyle yatıp kalkar, asla o meseleye ihanet etmezdi.
- Yurtdışı seyahatlerimiz sırasında dikkat çektiği önemli bir husus vardı. Şunları anlatırdı: Dünya’nın sulh iklime kavuşması için, Osmanlı tarzı bir sulh iklimine ihtiyaç vardır. Tarihi müktesebatıyla bunu başarabilecek tek ülke Türkiye’dir. Yeter ki ilme ehemmiyet verilsin ve imkanlar seferber edilsin. Ayrıca, ülkemizin büyüklüğünü her gezide teyit ederdi.
Seyahatlerde hocanın ilk görmek istediği yerlerin başında kütüphaneler gelirdi. Ya da şehrin büyük kitapevlerine gitmek isterdi. Kitapevlerine girdiğimizde hoca kendini kaybederdi ve zaman mefhumu kalkardı. Hocayı biz ikaz etmezsek uçağı kaçırırdık, başımıza her şey gelebilirdi. Tarihi yerleri ziyaret etmeyi çok severdi. Bosna’dayken, bir akşam Travnik’te tepedeki Osmanlı kalesini soğuk havaya aldırış etmeden, hasta olma pahasına da olsa görmek istedi. Nihayetinde maalesef hasta oldu. Böyle tutkulu bir merakı vardı. Bir varak, bir at nalı bile olsa varıp görmek isterdi.
PANDEMİ ONU YIPRATTI
- Hoca günde en az 16-17 saat çalışırdı. Yemek yerken dahi önünde bir makale olduğunu görürdünüz. Akşam haberlerini izlerken de çalışır, gündemle alakalı meselelerin cevabını bile hep meşgul olduğu ana problemde arar, oralardan veri toplardı.Hastalık sürecinde son birkaç aya kadar sürekli çalışmaya devam etti. Hastane yatağında arşiv belgeleri okurdu. Onun için ilmî hakikatin üzerinde bir hakikat yoktu. Çalışma tarzını ifade ederken tek bir maddeye indirgemek mümkün değildir. Mehmet Genç her şeyiyle istisnai bir insandır.Mizahında dahi çalıştığı konunun izlerini görürdünüz. Zihnindeki ana problemi hep zihninde taşır, günlük yaşamında da hep bu problemle hemhal olarak yaşardı. Onun için çalışma saatleri diye tarif edilebilecek farklı bir zaman dilimi yoktu.
- Yaklaşık 20 bin ciltlik bir kütüphanesi olmakla birlikte asıl önemli olan Hoca’nın çok kıymet verdiği evrak-ı metrukesidir.Başlı başına bir Osmanlı araştırmaları enstitüsüne kaynak olabilecek hacmi ve mahiyeti olan 150 klasörlük bir arşivi bulunuyor.Bu arşiv için Cumhurbaşkanlığı’yla bir protokol imzalanmıştı henüz bu girişim nihayete kavuşmadı.
NEŞREDİLMEMİŞ BİR MAKALESİ BASILACAK
Bana vasiyeti uzun yıllar önce yazdığı ama hiçbir yerde neşredilmeyen bir makalesini yayınlanması ricasıydı. Nasyonal sosyalizm üzerine olan bu makale yakın gelecekle inşallah yayınlanmış olacak. Nerede yayınlanacağı ilerleyen günlerde netleşecek.
CUMHURBAŞKANLIĞI MAAŞ TAHSİS ETTİ
- Mehmet Genç herhangi bir kalıba, ekole, ideolojiye ve kliklere mensup birisi değildi. Bu konuda da hep titiz davranmıştır. Nezaketi bazı zümreler tarafından yanlış anlaşılsa da Hoca böyle biriydi.Kimse gücenmesin, Hoca’nın vefatından bir müddet önce ve vefatından sonra, mülga bir üniversitenin mensuplarının onu üniversitelerinin bir mensubuymuş gibi göstermeye çalışmaları kanaatimce hakikati aksettirmiyor. Bu bağlamda internette dolaşan bir videonun hangi şartlarda çekildiğini biliyorum.Hocanın emekli maaşı dışında geliri yoktu. Son çalıştığı üniversite kapatılınca Cumhurbaşkanlığı Hoca’ya bir maaş tahsis etti. Bunun da bilinmesi gerekir.
Osmanlı’nın üç temel ilkesi
Mehmet Genç, Osmanlı idari ve iktisadi sistemini üç temel ilke üzerinden izah eder. Bunlar sırasıyla; gelenekçilik ilkesi, iaşecilik ilkesi, maliyecilik ilkesi. Bu nazariye yalnızca Hoca’ya aittir ve dillere pelesenk olmuştur. Gelenekçilik ilkesini Hoca şöyle ifade eder; Osmanlılar 1300’lerin başında kurulduktan tam iki asır sonar “ebed müddet” tabirini kullanmaya başlarlar. Yani kıyamete kadar yaşayacak bir düzen. Bu hükmü o günün zirai devrim şartları çerçevesinde vermişlerdi. Bu meselenin izahını bir röportaj sınırları içinde yapmak mümkün değil. İlgilenenler hocanın Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi kitabına baş vurabilirler. Ama bu hususla ilgili o kitapta yer almayan bir noktayı dillendirmek istiyorum. Hoca son yıllarda bu üçlemesine dördüncü ilke olarak vakıfları da ekledi. Vakıflarla ilgili görüşleri yayımlamayı düşündüğümüz bu kitabın ikinci cildinde bir bölüm olarak yer alacak.
- Şöyle: Binli yılların başında Türkler Anadolu’ya geldiler. Bu gelen nüfus bir milyon civarındaydı. O dönemde Anadolu’nun nüfusu takribi on milyon dolaylarındaydı. Gelen Türkler Anadolu’yu bir asra varmadan Türkleştirdi, İslamlaştırdı, Türkçe konuşan bir millet haline getirdi ve Anadolu’yu vatan kıldı. Bu Türklerin ilk muhteşem çıkışıdır.İkincisi Osmanlı’nın kuruluşu ve Viyana kapılarına dayanmaya varan süreçtir. Devamlı yükseliş hali, fütuhat becerisiyle genişleyen coğrafyanın neticesinde büyük bir çeşitliliği hakimiyeti altına alması ve bünyesinde barındırabilme kabiliyeti ikinci büyük çıkışıdır. Üçüncü ve en büyük çıkışı da şöyle ifade eder; Viyana önlerine kadar gelen Osmanlılar’ın geri çekilmesi üç asra yakın bir sürede gerçekleşti. Karşısında duran siyasi, özellikle iktisadi güce rağmen bekasını muhafaza ederek ustaca çekildi.Paradoks gibi gözükse de, bu da üçüncü ve en önemli çıkışıdır. Bir hatıramı da buraya ekleyelim. 2010 yılında Urumçi seyahatimiz esnasında uçsuz bozkırlara, kupkuru bir çöle bakarak bu üçlemenin en başına gelecek bir madde daha ekledi Hoca; “Türklerin en muhteşem çıkışı her şeyin başında bu coğrafyadan çıkmalarıdır” demişti.
Cumhuriyet 80’den sonra kapitalistleşti
Hoca Osmanlı’nın çökmesi ifadesini hiç kabul etmezdi. İnsanlık tarihinin en uzun ömürlü, tek hanedanlı devletidir Osmanlı Devleti. Osmanlı, Cumhuriyet ile birlikte yalnızca rejim değiştirdi ve varlığına devam ediyor. Bayrak aynı bayrak, toprak aynı toprak, millet aynı millet, coğrafya aynı coğrafya. Tarih sahnesinden çekilmesi gibi bir ifadeyi kabul etmek mümkün değildir, bu hususlara bakınca. Yine kendisi bu nazarla çok önemli bir hususu da vurgulardı; Cumhuriyet bile 1980’lere kadar kapitalistleşmemişti. “Sağlam yerin tamirine” girişmeyen Osmanlı, kapitalizmi de temel ilkelerine aykırı bulduğundan reddetmişti.