Ebru sanatçısı Hikmet Barutçugil, ailesinde herkesin sanata ilgisi ve yeteneği olduğunu ancak kimsenin sanatı bir meslek olarak seçmediğini söylüyor. Kendisi “Aileden tek zıpır ben çıktım” diyerek işi şakaya vursa da Ahmet Yüksel Özemre’nin bir yazısında “Bir sanatın, ebrunun helal bir rızık kapısı olabileceğini de ispat eden kişi” olarak kendisini gösterdiğini hatırlatıyor.
Benim için hafta içi yağmurlu bir günde yapılacak en güzel iki şey vardır: İstanbul’un en güzel semtlerinden birinde yürümek ve bu yürüyüşün sonunda çok keyifli geçeceğine inandığım bir röportaj için konuğuma varmak. İşte ebru sanatçısı Hikmet Barutçugil ile yağmuru bol bir günde ebrunun İstanbul’daki evi Ebristan’da böyle buluştuk. Ben sözleştiğimiz vakitten yarım saat erken gelince ebru kursunun da öğle molasına denk gelmişim. Hikmet Barutçugil, eşi Füsun Hanım ve öğrencilerle birlikte her gelene bir tabak konulan bu bereketli sofralarına beni de buyur etti. Yemekle beraber sohbet de akıp giderken bir yandan ses kaydını da başlattık. Yemek sonunda sohbetimize de bir mola verince bu kez Barutçugil’in öğrencileriyle beraber ben de teknenin başına geçtim. Bu ilk denememde yapmak istediğim ve yapabildiğim arasında hayli fark vardı ama yine de öğrenciler ebrumu beğendiklerini söyleyerek beni motive ettiler. Ebrumu kuruması için tel bir kurutmalığa bıraktım. O kendi kendine kururken ben de röportajımızı tamamlamak için Hikmet Barutçugil’in yanına döndüm.
Kayısı ağaçlarının tepesinde
Malatya’da sırtını Beydağı’na yaslamış iki katlı kerpiç, müstakil bir ev. Bahçesinde yirmi çeşit kayısı ağacı. Kayısıları toplamak evin ortanca ve haşarı oğlanı Hikmet’in görevi. O çeşit çeşit kayısılar sanmayın ki rastgele toplanıyor. Diyelim ki sıcak yaz günlerinde hamamdan dönülüyor, o zaman “Hadi acık meyhoş mişmiş getir” denip Hikmet’ten tadı epeyce ekşi olan “meyhoş mişmiş” isteniyor. Hikmet, sepetiyle ağaçların tepelerine tırmanıyor, kayısıları topluyor ve bahçenin ortasındaki havuza bırakıyor. Kayısılar o akan havuz içerisinde hem yıkanıyor hem serinliyor. Hikmet de o yüzen kayısıları, dalları, yaprakları kendince su yüzeyinde kompozisyonlar yapıyor, oynuyor. Barutçugil, yıllar sonra kendisini televizyonda görerek tanışmak ve hikâyesini yazmak isteyen yazar Cahit Uçuk’un tüm bu su yüzeyi oyunlarının onun gelecekteki ebru sevdasının başlangıcı olabileceğini keşfettiğini söylüyor.
“Küçüklükten beri hep el becerimin olduğunu söylerlerdi. Bir de görerek öğreniyordum. Benim öğrenme şeklim oydu” diyor Barutçu ve beş yaşındaki tavuk kesme anısını bizimle paylaşıyor: “Epey hareketli bir çocuktum ama ‘yaramaz’ demezlerdi bize. Çünkü işe yarardık. Hatta o kadar çok işe yarardık ki ben beş yaşındayken bahçede tavuklarımız vardı ve annem tavuk pişireceğimiz zaman, bana semirmiş bir tanesini gösterirdi. Ben tavuğu yakalar, babama getirirdim. Babam o tavuğu keserken ben de dikkatle izlerdim. Bir gün annem, ‘Şunu yakala, yoldan geçen bir amcaya ver av bıçağıyla bunu kessin, getir’ dedi. Ben yakaladım tavuğu. Bıçak elimde, sokağa çıktım. Sağa baktım, bir sola baktım. Hiç kimse yok. Babamdan öğrendiğim gibi tavuğu güzelce yatırdım ve kestim. Tavuğu getirdiğimde annem kimin kestiğini sordu. ‘Ben kestim’ deyince bir dayak yedim tabii…”
Erken başlayan okul hayatı
Annesiyle çok ayrı bir muhabbeti olduğunu söyleyen Barutçugil, “Ben ana tarafına çekmişim. Dayıma çok benzerdim bir de annemin babası Sarıkamış gazisi dedeme çok benzetirlerdi beni” diyor. Barutçugil, dört buçuk yaşında iken aileye bir de küçük kız kardeşi katılmış. Aynı yıl ağabeyi de birinci sınıfa başlayacakmış. Evde hem çocuk hem de minik bir bebek ile ilgilenmenin zor olduğunu düşünen ilkokul öğretmeni Sebahat Hanım, annesine “Hikmet’e de bir önlük dik de ben ağabeyini okuturken onu da okulda oyalarım” demiş. Böylece henüz beş yaşında iken okul sıralarında yerini almış ve on yaşına varmadan ilkokuldan mezun olmuş. Yaşından önce derslerle baş etmek biraz zorlamış olacak ki Barutçugil, okul hayatı boyunca pek iyi bir öğrenci olmadığını, derslerinde başarısız olduğunu söylüyor. Ancak bu başarısızlığın tek nedeni eğitime erken başlamak değil. Doğayı, bahçeyi, ağaçları çok seven bu Barutçugil henüz on yaşında iken aile radikal bir karar alarak İstanbul, Fatih’e taşınıyor. 1960’lı yılların Fatih’i bugüne göre elbette daha yeşil daha sakin olsa da Malatya’nın bahçelerinden gelen özgür bir ruha yeter mi? Elbette yeterli olmuyor. İlkokulu erken mezuniyetle bitirse de ortaokulda sınıfta kalarak yaşıtlarıyla arasını kapatıyor. “Büyük şehre, apartman dairesine intibak edemedim… Bahçede, ağacın tepesinde bir çocuk apartmanda oturur mu?” diyen Barutçugil, rüyalarında hala Malatya’daki o evlerini, o yemyeşil bahçeleri gördüğünü anlatıyor. Ailenin İstanbul’a gelmesinin ise Barutçugil’e göre iki sebebi var. Sebeplerden ilki ortaokula geçen oğullarının İstanbul’da daha iyi bir eğitim almalarının istenmesi. Aile Fatih’e yerleşince Barutçugil de günümüzde liseye dönüştürülen Gelenbevi Ortaokulu’na yazılıyor. İkinci sebep ise 1960 İhtilali sonrasında ailenin Malatya’da kalmak istememesi. Barutçugil, “1960 İhtilali sonrasında babam sebepsiz yere Demokrat Partili, mütedeyyin, sevilen biri olduğu için bir sürü iftiraya uğradı. Bilmiyorum belki de bir küstü kendi şehrine” diye açıklıyor.
Süleymaniye’de ilk karşılaşma
“Bizim zamanımızda çocuklar yaz tatillerinde mutlaka bir işe girerlerdi. Aileler bunu aileye maddi bir getiri olsun diye değil, çocuk bir zanaat öğrensin, hayatı öğrensin diye yaparlardı” diye anlatıyor Barutçugil. Kendisi de erken yaşta mücellithaneye girip çalışmaya başlamış. O günden beri de peşini bırakmamış bu zanaatin, hâlâ atölyesinin bir bölümünde mücellithanesi var. Sonraki yıllarda da babasının yanında çalışmış. Avukat babası noterliğe başladığında Barutçugil de onun yanında katiplik yapmış. Hatta 19 yaşında genç bir başkatip olarak yemin ederken hakimleri de şaşırtmayı başarmış. Babasının izinden gitmeye karar vermişken yolunu sanata yönelten şey ise kuzenini ön kayıt için götürdüğü Güzel Sanatlar Akademisi olmuş. Ankara’dan akademi sınavlarına girmek için gelen kuzenini Güzel Sanatlar Akademisi’ne götürdüğünde gördüğü okul manzarası onu adeta içine çekmiş. Bir yanda seramikler bir yanda tuvaller, geniş masalı atölyeler… Okul puanının yüksek olmasına güvenerek hemen başvurmaya karar vermiş. Akademide hangi bölümler var bilmediğinden oradaki bir memura sormuş. Memur saymaya başlayınca o heykel ya da resim yerine o yıllarda yükselen bir değer olarak görülen tekstil okumaya karar vermiş. Sınava girmiş ve hiçbir altyapısı, hazırlığı olmamasına rağmen ilk beşe girerek bölümü kazanmış.
Akademideki temel eğitim derslerinden biri de yazı dersleriymiş. Bu dersin hocası ise hepimizin yakından tanıdığı, hattat Emin Barın’mış. Barutçugil, öğrencisi olunca Barın’ın bir de mücellit olduğunu öğrenmiş. Barın Hoca’ya karşı ayrı bir muhabbet duymaya başlayan Barutçugil, onun sayesinde ebru ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “Emin Barın’ın hem mücellitliği hem de eski sanatlara olan ilgisizlikten böyle tatlı tatlı şikâyet etmesi, hikâyeler anlatması çok hoşuma gitti. Hocaya karşı ayrı bir muhabbet duydum. Daha sonra da fark ettim ki yazı çok üst düzey bir sanatmış. Ve bize ait çok geniş, zengin bir sanat hazinemiz varmış. Tabii bizim, o zamanki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi’nde aldığımız eğitim, Romen ve Grek estetik kurallarına göre yani uluslararası Avrupa standartlarında bir eğitim. Fakat bizim sanatlarımız o kalıplara uymuyor. Hocamız da bize eski hattatlardan menkıbeler anlatması beni özendirdi. ‘Yazı sanatını öğrenmek için ne yapabilirim?’ diye kendisine danıştığımda hocam beni Süleymaniye Kütüphanesi’ne gönderdi. İşte orada, o kıymetli eserlerin arasında ebru ile karşılaştım. Bir aşktı gönle düştü. O gün bugündür de bu işin peşindeyim.”
Helal rızık kapısı sanat
Ebru ile ilk karşılaşmasının ardından, “Bu sanat nedir?”, “Nasıl icra edilir?” sorularının peşine düşmüş Barutçugil. Düşmüş ama bu soruları yanıtlayabilecek kimseyi bulamamış. Mustafa Düzgünman gibi yanıt verecek ehil kimseler ise o dönem için haklı olarak kırgın ve küskünlermiş. Hiç bilmediği bu sanatta Barutçugil’in boya ve estetik bilgisi ona Akademi’de okumasının avantajı olmuş. Deneme yanılma yöntemi ile ebrular yapmaya başlamış. Birkaç sene sonra Prof. Uğur Derman’ın “Türk Sanatında Ebru” kitabı ile hiç bilmediği bilgilere ulaşmış. Bir dönem de geleneksel yöntemlere başvurarak çalışmalar yapmış. Herkesin sanata ilgisi, yeteneği olduğu halde kimsenin hayatını sanatla kazanmadığı bir ailenin tam zamanlı sanatçısı olarak yolunu çizmiş. Kendisi de “Aileden tek zıpır ben çıktım” diyerek işi şakaya vuruyor. İlk atölyesini Süleymaniye’de açmış. O zaman kağıt üzerindeki ebrular değer görmediğinden bir geçim sağlaması için hediyelik eşyalar üzerine ebru uygulamaya başlamış. Bir süre sonra da atölyesinin Sultanahmet’e taşımış. Ebrudan kazandığının yanında eşiyle bir de Sultanahmet’te bir otel işletmeye başlamış Barutçugil. “Otel” dediysem sakın sadece otel sanmayın, elbette içerisinde bir de ebru atölyesi var. “On beş sene kadar otel işletmeciliği yaptık eşimle beraber. Ama ben ebru sanatını hiçbir şekilde bırakmadım. Otel sayesinde iaşemizi temin ettik. Ama esas benim gelirlerim gene sanatımdan oldu” diyen Barutçugil, rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’nin bir yazısında “Bir sanatın, ebrunun helal bir rızık kapısı olabileceğini de ispat eden kişi” olarak kendisini gösterdiğini bizimle paylaşıyor ve ekliyor: “Daha evvel hiçbir kimse tek başına bunu meslek edinmedi. Hepsinin başka işi vardı. Hattatların da büyük bir kısmının hep başka bir mesleği var. Hamit Aytaç, örneğin sadece hat ile uğraştı, hat sanatını Osmanlı’dan günümüze bağlayan bir zincir halkasıydı. Onun başka bir işi yoktu sırf hat ile geçinirdi. Geçtiğimiz akşamki müzayedede İstiklal Şiiri’ni talik bir yazıyla yazdığı bir eseri, 1.5 milyon lira ile açık artırmaya çıktı. O, bu yeteneğin hiç nimetini göremedi. Sirkeci’de Ankara Han’da ufacık bir odada çalışır, orada yatar orada kalırdı. Ama işte o şevki, sevgisi, aşkı hiç ölmedi ki o sanatı bugünlere getirmeye vesile oldu.”
Uluslararası olmak için Önce ulusal olunmalı
Akademide aldığı klasik akademik eğitimin kendi sanatlarımızın eğitimiyle bir türlü ruhen bağdaşmadığını fark eden Hikmet Barutçugil, “Sanat nedir?”, “Modern sanat nedir?”, “Geleneksel sanat nedir?” sorularının yanıtlarını aramak üzere 1978 yılında birkaç aylığına Londra’ya gitmeye karar vermiş ve 1981 yılına kadar kalmış. Londra’nın hakikaten gerçek anlamda bir dünya kültür başkenti, bütün kültürleri barındıran bir şehir olduğunu söyleyen Barutçugil, burada Akademi’de gördüğü eserlerin bir çoğunun gerçek sanat eserlerinin kötü kopyaları olduğunu fark etmiş. Hocalarının elinden çıktığına inandığı, “Ne güzel şeyler yapmış, bunu nasıl bulmuş? Nereden bulmuş?” dediği eserlerin birer alıntı olduğunu görmüş. Ancak bu durum onda hayal kırıklığıyla birlikte motivasyon da sağlamış. “Orada da çok iyi fark ettim ki biz eğer uluslararası olmak istiyorsak önce kendimiz olmalı, ulusal olmalıyız. Biz hep başkası olmaya gayret ettikçe hiçbir şey olamadığımızı da gördük. Bir dönemin siyasi görüşleri, stratejileri bizim sanatlarımızı aşağılayıp, Batı sanatlarını yükseltti ama bir sonuca varamadık, ortaya bir şey çıkmadı. Uluslararası çok büyük sanatçılar yetiştiremedik” diyor Barutçugil.
Oldum dersem tekamül durur
London School of Economic sience ın düzenlediği Art in Action sanat festivalinde “BEST OF THE BEST” 2012 ve 2016 ödüllerini alan ilk ve tek Türk sanatçı olan Hikmet Barutçugil’e hocası olmadan öğrendiği bu sanatta ne zaman “Herhalde ben oldum” diyebildiğini soruyorum. Barutçugil sonumu şöyle cevaplıyor: “Öyle bir iddiam hiç olmadı. Olamaz da çünkü yaptıklarımı beğenirsem devreye ego girer, nefs girer. Hâlâ beğenmiyorum, çünkü yaptıklarımın her zaman bir iyisi daha olmalı ve ben onun peşinde olmalıyım. ‘Tamam oldum, bu bitti’ dersem dururum. O zaman tekamülüm durur. Oysa sanatın özünde bir ilahi güzellik arayışı vardır. O arayışında sonu yok.”
Yaşayan bir müze hayali
Barutçugil, 1992 yılında Amerika’da düzenlenen uluslararası ebru kongresine katılan tek Türk isimmiş. “Orada farkettim ki bu sanatlar uğraşanlar, bu sanatın kökeninin Türk olduğunu, ‘Türk kağıdı’ adıyla Batı’ya gittiğini biliyorlar. Bana gösterdikleri ilgi sonucunda ebrunun bir kalıcı merkezi olmalı, bu sanatı yaşayan yaşatan bir yer olması gerektiğine inandım” diye anlatan Barutçugil, eşi Füsun Hanım’ın keşfi ile bugün çalışmalarını, atölyelerini yürüttüğü tarihi konağı bulmuş. 1993 yılında taşındıkları bu konağın adını “İstanbul Ebru Evi” yani “Ebristan” koymuş. Çift, yaklaşık 28 senedir yaşadıkları bu evde şimdi ufak bir dönüşüme gidiyor. Bu ev-atölye konağı tamamen bir vakıf ve müze haline getirmek gayesi ile kısa bir süre önce taşınmışlar. Barutçugil, “Hedefimiz yaşayan müze olması. Statik bir müze değil. Burası bu sanatın icra edildiği, seminerler, konferanslar, sempozyumlar olduğu. Ebru ve ilgili tüm İslam sanatlarını yaşayan ve yaşatan bir yer olsa hayali kurdum. Şimdi onun hazırlıkları içerisindeyiz” diyor.
Dünyaca ünlü bir ‘Barut’ daha
Hikmet Barutçugil dışında ailede “Barut” soyadını uluslararası anılmasını sağlayan bir kişi daha var. Asım Orhan Barut. Barutçugil’in amcası olan Barut, kendisi gibi Malatya’da doğmuş, Malatya Lisesi’ni bitirmiş ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’nden sonra İsviçre’ye eğitim için gitmiş. Türk teorik fizikçi olarak dünya çapında ün sahibi olmuş Barut, aynı zamanda dünyada çok az kişiye verilen “World Professor” unvanına sahipmiş. Asım Barut’un ne yazık ki Türkiye’de çok az tanındığını söyleyen Barutçugil, “World Professor unvanı ile dünyanın herhangi bir yerinde dilediği üniversitede çalışabilirdi ama rahmetli amcam Türkiye’ye gelmek istedi ve kabul edilmedi. 500’ün üzerinde teori üretmiş bir isim. Bu bir insan hayatına sığmayacak bir zenginlik” ifadesinde bulunuyor. Amcası ile ilgili babaannesinin anlattığı bir anıyı da bizimle paylaşıyor: “Rahmetli babaannemden duydum, henüz yeni konuşmaya başlamışken babası amcamı Tahtalı Minare Camii’ne teravih namazına götürmüş. Teravih dönüşünde eve geldiğinde her rekatta okunan Fatiha Suresi’ni baştan sona ezbere okumuş.”
İslam sanatlarının evrensel prensibi
Barutçugil, elli yıllık sanat hayatında halen teknenin başına büyük bir şevk ve aşk ile geçiyor. Teknenin başına her geçişinde ise kendisine Ahmet Yüksel Özemre’den intikal ettiğini söylediği ve “Bu sadece bir ebru duası değil de İslam sanatlarının evrensel prensibi gibi. Sanatımızın özü bu duada saklı” sözleriyle tanımladığı şu duayı okuyor: “Bismillâhir-rahmânirrahim. İlâhî, ya Rabbî! Ezel’deki hükmüne uygun olarak bu teknede zuhur edecek olan nakışların, Hilkat’inin nakışlarında meknûz olan Hikmet’ini idrakten âciz olan bu fakîrin nefsini teşhir edip de enaniyyetini azdırmasına izin verme! Nefsimi, senin gibi bir hâlık olma vehminden de bu vehmin tevlîd edeceği bir şirk-i hafîden de hubb-i riyâsetten de koru, ya hafîz! Fakîri, ‘Lâ fâile illâllāh’ sırrının edebiyle teçhiz et! Bu tekne başındaki mesaiyi senin zikrinle taltif ve sana olan kulluğumun bir nişânesi olarak kabul et! Destûr ya Hakk!”