“Almanlarda ‘Goethe’den sonra büyük bir şair çıkar mı?’ sorusu yaşanmaktaydı. İşte, yaklaşık yüzyıl sonra böyle bir sorunun yanıtı Rilke olmalıdır! Goethe 1832’de Rilke 1926’da pürüzlü küreye veda etmişlerdir.”
1.10.1905’te Paris’ten eşi Clara’ya yolladığı bir mektupta şöyle yazmış: “Artistik gözlem… Dehşet uyandıran ve salt tiksinti veren nesnelerde bile varolan’ı görme…” O sıralarda kekre bir şey yaşanıyordu hayatında: Dualar Kitabı’nı ve daha önceki kitaplarını okumaktan mutluluk duyan örneğin Ellen Key gibi pek çok okur, Yeni Şiirler’den bu yana ozandan yüz çevirmiş, ona yabancılaşmıştır hatta. Yeni şiirlerde karşılaştıkları biçim değişiklikliği olarak gösterilmiştir. Okurlarının tutkuyla bağlı olduğu şairlerden bir Rilke, bu ara yeni dostluklar kurar. Öykülerini, dilimize çeviren Kâmuran Şipal’in kitabın sonunda verdiği yaşamöyküsünde (Say Y.) Rilke’nin 1902’de bir karar aldığı yazılı; kararını verir: “ekmek parası” kazanmak için işe koyulursa, kalemiyle “kendi öz çalışmasını” sürdüremiyecek, “omuzlarına yüklenmiş artistik görevin “gereğini yerine getirip artık yalnızca “görevin sesine” kulak verecektir. Bu, “yaşam ile çalışma arasında bir çatışmadır. Kişilik ve hedef yerli yerindedir. Onu değerlendirenler; “doğrusu Rilke’ninkinden daha yürekli bir kararın seyrek alındığı” kanısını taşımışlar hep. Onuruna düşkün oluşu sayesinde Rilke, kendisine kapılarını açmak isteyenlerin yaşamında eksik olmadığı görülür. Yoksulluğun da sınırında yaşar fakat Avrupa’da sürekli gezerektir. Kimi hayranlarının dâvetlerini kabul eder. Bir eleştirmen yazmış: “Yoksulluktan duyulan dehşet, ilerde Malte Laurids Brigge’nın Notları’nın mayasına karışacaktır.”
Aydınlar arasında adı giderek yayılmakta, hayran okurları Avrupa’da komşu ülkelerde de görülmektedir.
Mümkündür ki Almanlarda Goethe’den sonra büyük bir şair çıkar mı sorusu yaşanmaktaydı. İşte, yaklaşık yüzyıl sonra böyle bir sorunun yanıtı Rilke olmalıdır! Goethe 1832’de Rilke 1926’da pürüzlü küreye veda etmişlerdir.
Yaşamöyküsünde “Gezi Yılları” diye bölüm görüyoruz. Hikâyelerini çeviren Kâmuran Şipal, sona koyduğu doyurucu bir yazıda (1902-1907)’deki bu gezileri vermiştir: “Paris gelecekte en verimli çalışmaların yapıldığı yer olur; ozan burada ustalık aşamasına ulaşır.” Beş yılda bitirilen Malte Laurids Brigge’nin notları. Kierkegaard’ı aslında okuyabilmek için Dan’caya başlıyor, ilerletiyor da.
Şiirlerini okuyan kızlar da bağlanıyor ona. Türkiye’de durum bu… Her ülke aynı olur kanımca. Çünkü o ruhunun çok derinlerine işleyen yaşantılarını keşfede keşfede yazmışlardandır. En derin lirikler arasında. Kendi özünden çıkardıklarıyla- Batı Uygarlığında çağımızda T.S. Eliot, Ezra Pound, Valery’den ileri bence. Kendözünden insanlara sundukları kendini aşkınlaştırdığı oranda onu okuyanlarla da ruhî-bilinçlenme yapıyordur.
BÜYÜK YALNIZLIK İÇTE VE DIŞTA
Diriliş dergisi yazar ve çevirmenlerinden, lirik bir denemeci olarak değerlendireceğim Kamil Öztürk, 9 Haziran 1989 tarihli haftalık Diriliş’de Rilke’nin gezilerini ele alırken: “Rilke yalnızdır; bir an, çevresine, dış âleme dönerse, dışarıda yine kendi yalnızlığından başka bir şey bulamaz(...) Rilke ona “büyük yalnızlık” diyordu, Rilke büyük yalnızlığından korkuyordu ama onu yitirmekten de korkuyordu. Bu yalnızlık, dünyadan kaçmak, ıssızlığın bükülümüne sığınmak değil, Kierkegaard’ın dile getirdiği gibi, hayatın manasını anlama zorunluğunda, ne kadar harabedici de olsa, yalnızlığında iç sağlığını bekleyecektir.
Birçok deneme ve tartma yazısını okuduğumuz merhum Öztürk bu nüfuz edici bakışını biraz da hukukçu, bir avukat oluşuna borçlu olduğunu düşünürdüm. Bu nefis yazısıyla Rilke’yi derin duyumsama ve yetkin bir değerlendirme örneği vermiş oluyor.
Rilke’nin hayata bakan yüzünde bu seyahatler, onu yeni ‘şey’lerle karşılaştırmış. İyi ki çıkmış zira çok geçmeden Avrupa’da büyük kapışma başlayacaktır. (ortalama her yetmiş senede bir ve işte günümüz!)
Kuzey Afrika gezilerini şöyle nitelendiriyorlar: Malte’sinin Avrupası gözlerini dikmiş, bön bön kendisine bakmaktadır. Rilke başka bir kıtaya, büsbütün yabancı bir çevreye kapağı atıp izini kaybettirmek için güçlü bir istek oluyor… tevafuk mu? Bir davet üzerine bir gezi grubuyla Kuzey Afrika’ya gider. Cezayir, Biskra, El Kentara kendisine Arap dünyasının kapısını açar. Kur’an’ı anlamak için Arapça’ya çalışır.
Stefan Zweig: (…) “kendi şöhretinden bile kaçtığında, meraklı dalgalar onun kişiliğine ulaşamıyordu” diyor. [Dünün Dünyası, Can Y]
İSLAM’A OLAN İLGİSİ
Önemli eleştirmen Selden Rodman, Rilke şiirini: “Yeni Bir İnanç Arayışı” şeklinde nitelendirir. Ve onu Batı şiirinde en dindar şair “ilân” etmiştir.
Mısır’ı, Tunus’u yaşayan, gönül odaklı bu şairin hayatında örtülü kalmış bir emelini akrabası Anna Grossni Rilke’nin anılarında buluruz. (İstanbul’da Bir Hoş Sada çev. Deniz Banoğlu, İş B.)
“Annesi oğlunun, Tanrı’nın kutsadığı bir dâhi olduğuna dair sarsılmaz bir inancı vardı(…) Beethoven’in Birinci Piyano Sonatı’nı çalıyordum. Birden, minik bir elin okşar gibi elimin üzerine yerleştiğini hissettim; küçük Rainer “Mama müzik” diye bağırdı... her defasında da “Lütfen, lütfen müzik” diyordu. Yıllar sonra beni İstanbul’da ziyaret etmek istediğinde orada değildim.”
Goethe’nin Muhammed şiiri içimizdeki avrupalılaşmışları üşütür dersek yeridir. Rilke hiç rahatsız olmamış. Gerçi Goethe’yi ancak otuzunda merak etmeye başlamış fakat Mısır’da içinde duydukları üzerine yazdığı Muhammed’in Beratı şiirinde elbette Goethe’ye borçluk payı da vardır. Kâmil Öztürk yukarıdaki yazısında bir tık ilerisini işaret eder: “Rilke’nin İspanya anıları izlenirken özellikle onun burada İslâm’a duyduğu sempatiyi dile getirmesi hatırlanacaktır. Avrupa’nın bu Katolik ülkesinde Kahireli iken İslâm’a başlayan ilgisinin arttığını yazarken çok heyecanlıdır: “Bu şehirde: oradaki rüzgarın bir ses-Kur’an-beni bürüyor:…dağların en dibinden gelen bir nehir gibi yine en yakın olan İslâm burada.” Çok gençken yazdığı bir şiirdeki: “Ben Meryem Ana’yı çok seviyorum ancak neden onunla benim arama resmini koyuyorlar” demesini, Rilke’deki Tevhide yatkınlığın ilk belirtisi olarak hissetmiştim.
Büyük şiiri belki ilk şiirlerinden işaretini vermişti:
Toprak oldu kemikler,
Bize kaldı yine de- ruhu!
Nesnelerde manevi âlemin yoklamaları görülür. Eşyada saklı bir dili sezmektedir:
Her pencere her sütun
Konuşuyor halâ kendi ağzını
“Rokoko” yapılar “erotik;
“Gotik ise “Dua ediyor” diyecektir.
Anne baba 11 yaşındayken ayrılmış, ve elbette yaralı bir çocuk. Babasına demiş ki: işte gelinin! Baba: “Vay be! İyiymiş seçimin!” diyecek ve gelini öpecek. Rilke de Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl gibi annesiyle yaşamış.
1896’daki Düşten Taç [TRAUMGEKRÖNT] kitabına kadar, hafiften dokunuşlarla adeta çekingenliği bir imkan gibi kullanırcasına, hilkatden verilmiş ev ödevi gibi, her gün çalışarak şiirinin bülbülünü çağırmaktadır. Şair Vrchlicky’i okur, yazdığı şiirde sorar:
Sanki, tanrısal sorunların
Çözümünü dinledim şimdi,
Soluğu mu kasımpatların
Vrchlicky’nin kitabı mı beni esritti?