Yeni Dünya Vakfı’nda gazeteci İrfan Atagün için düzenlenen bir etkinlikte Özer Ravanoğlu ile tanıştım. Ankara’dan İstanbul’a program için gelen Ravanoğlu ile kısa bir sohbetin ardından ertesi gün buluşmak için sözleştik. Türkocağı’nda 60 yıllık dostlarıyla üç farklı buluşmasında biraraya geldik. Geçmiş günleri uzun uzun yad ettiler bu buluşmalarda. Ailesiyle birlikte İstanbul’a göç eden, lise ve üniversite eğitimini İstanbul’da tamamlayan Ravanoğlu arkadaşlarıyla birlikte harçlıklarını denkleştirerek önce Yaprak Kitabevi’ni ardından da sağ kesimin ilk yayınevlerinden biri olan Ötüken Yayınları’nı kurmuş. Yayınevi’nin ilk kitabı Necip Fazıl Kısakürek’in Reis Bey kitabı olmuş. Yayıncılıktan, siyasete uzanan 80 yıllık bir hikaye onunki. Babıali’deki milliyetçi kanadın temsilcilerinden olan ve ömrünün büyük bir kısmını Ortaasya’da Türk Cumhuriyetlerinde geçiren Ravanoğlu ile epey uzun bir röportaj gerçekleştirdik. Ama burada ilk gençlik yıllarındaki kültür sanat ortamını, yayınevinin hikayesini okuyacaksınız.
Biz ailece Mersi’nin Silifke ilçesindeniz. 1948 yılında ailece Adana’ya taşındık ve ilkokulu burada bitirdim. 1954 yılında yine ailece İstanbul’a taşındık. 1954 yılında İstanbul’a taşındığımız zaman 16 yaşındaydım ve Vefa lisesinin talebesi olmuştum. Rahmetli Nurettin Bey Vefa lisesinde hocam oldu.
Benim neslim dini eğitim görmedi. Sonraki yıllarda öğrendiğime göre 1946 seçimleri olmuş ve o günkü CHP iktidarı, Yeni kurulan DP. Karşısında beklenmedik şekilde oy kaybetmiş. Valilerin CHP il başkanlığı yaptığı, oyların aleni kullanıldığı, gizli tasnifin yapıldığı 1946 seçimlerinde DP’nin bu beklenmedik durumu mevcut iktidarı telaşa düşürmüş. Müteakip seçimler CHP iktidarının sonu olabilir düşüncesiyle, en çok tenkit edildiği din eğitimi konusunda bir takım yeni adımlar atmaya sevk ediyor. 1946-47 yılında okullara ilk defa din dersi konuldu. Ben o günlerde ilkokul üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçmiştim. Ama şunu söylemeliyim ki bu dersler son derece muhtasar bilgilerden oluşuyordu.Talebe üzerinde hiç bir iz bırakmıyordu. Türk olmanın müslüman olmanın hazzı bu derslerde yoktu.
Adana’da ortaokulda iken kimsenin telkini olmadan çocuk dergileri alıyordum. O günlerde yayınlanan Kahramanlar dergisini düzenli bir şekilde takip ediyordum. Genellikle İstiklal savaşı hikâyelerini yayınlayan derginin tamamını iki günde okuyor bir hafta sonra yayınlanacak ikinci sayısını sabırsızlıkla bekliyordum. Çalıkuşu romanını yine o günlerde Belediye kütüphanesine okudum. Bazen de Ramazanoğlu kütüphanesine giderek Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihi romanlarını okuyordum. Herhalde Ortaokul ikinci sınıfta iken Serdengeçti dergisine rastladım. Serdengeçti dergisi bana çok heyecan verdi. Beni yönlendirecek kimse olmadığı için okuduklarımı yerli yerine koyamıyordum. Zaten Serdengeçti Dergisi devamlı çıkan bir dergi değildi. Gerek Kahramanlar dergisinin ve gerekse Serdengeçti dergisinin bana verdiği heyecan ve milli ruh okulumuzda yoktu.
1954 yılında İstanbul vefa semtine yerleşince bende Vefa lisesinde ikinci sınıf talebesi oldum. Vefa lisesi İstanbul’un önde gelen beş altı lisesinden biriydi. Herhalde o yıllarda İstanbul’da da ancak o kadar lise vardı. Felsefe ve Mantık derslerine Nurettin Topçu geliyordu. Ailece demokrat partiliydik. Benim Türkiye de ki fikir mücadelesinden hiç haberim yoktu. Belli bir seviyem olmadığı için herhalde Rahmetli Topçunu konuşmalarından da bir sinyal almamıştım veya alamamıştım.
Lise son sınıftayken Ramazan ayında bazı arkadaşlarla Teravih namazlarına gitmeye başladım. Bu teravih namazlarından sonra benim olaylara bakışım değişmeye başladı. Beraber namaza gittiğimiz arkadaşlarımız vasıtasıyla camilerimizi de tanımaya öğrenmeye başladım.Önce Zeyrek sonra İskenderpaşa diye anılan cemaat benim ilk durağım oldu. Artık birçok olayı milli ve manevi değerlere göre düşünen bir insandım. Eskiden kara cahildim ve bunun farkında değildim. Şimdi ise cahildim ve bunun da farkındaydım. Bundan sonra her gün yeni bir şeyler öğrenmek için uğraşmaya başladım. Çemberlitaşta Milliyetçiler Derneği, Marmara Kahvesi benim devamlı irtibat kurduğum yerler oldu. Milliyetçiler Derneği Nurettin Topçunun özel okulu gibiydi. Her cumartesi öğleden sonra munzam sohbet toplantıları yapılıyordu. Bir şeyler öğrenmek için o toplantıların müdavimiydim. Ayrıca ev toplantılarına da katılıyordum. Sınıf arkadaşlarımdan ve mahalle arkadaşlarımdan bazılarını da bu toplantılara götürmeye çalışıyordum. Hem etrafımızda ki insanlara bir şeyler öğretmeye çalışıyor hem de kendimiz bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum.
Ayda bir belki biraz daha aralıklı Marmara’ya Necip Fazıl Bey de gelirdi. O geldiği zaman Şef Garson Hulusi Efendi herhangi bir garsonun gelmesine fırsat vermeden kendisi gelir, üç adam mesafede durur ellerini göbeğinin üstünde bağlar, ne emredersiniz beyefendi derdi. Hulusi Efendi gerçekten son derece Beyefendi kişiliğine sahip bir insandı. Bu gün bir çok akademisyenin veya yazar takımının halini tavrını görünce hemen aklıma Hulusi Efendi gelir. Marmara kahvesine devam etmek benim dünyamın değişmesinde büyük rol oynadı. Zihnimizde en büyük deprem Sultan Abdülhamid konusunda oldu. Biz ders kitaplarında müstebit, zalim, fikir hürriyetine fırsat tanımayan, milletine düşman bir padişah diye okuduk öğrendik. Hatta o günlerden aklımda kalan bir şiir var. Dünyanın hiçbir ülkesinde geçmişine böyle hakaret eden geçmişini böyle aşağılayan bir topluluk olduğunu düşünemiyorum. Dünyanın en büyük medeniyetini kuran atalarımız için söylenen sözlere bakınız.
Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,
Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.
Ondan evvel geçen günler, bilsen yavrum ne siyahtı,
Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;
Hâlbuki o zaman sultan, insan değil, canavardı,
Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bizardı!
Bize mekteplerde hain diye anlatılan Sultan Abdülhamid Han Marmara kahvesinde bir kahramandı.
Marmara’da konuşulan kitapların çoğu Osmanlıca yazılmış kitaplardı. Veyahut da yıllarca önce yayınlanmış mevcudu kalmayan kitaplardı. Bu konuşulan kitapların yeni nesillere ulaşması gerekti. Bize büyüklerimizin tavsiye ettiği kitaplar parmakla sayılacak kadar azdı. Kültür emperyalizmine hizmet eden birçok gönüllü kuruluş vardı. Türk kültürüyle alakalı kitaplar yerine batı klasikleri peş peşe yayınlanıyordu. Serdengeçti, Hilal, Orhun veya büyük Doğu gibi dergilerin hepsinin yazarları mahkeme salonlarındaydı. Bu dergilerin hiç biri de zaten çeşitli sıkıntılardan dolayı düzenli yayınlanamıyordu. Ya parasızlıktan, ya yazarının hapse düşmesinden dolayı yayınlanması oldukça güç olan bu dergileri, dağıtım şirketleri problem çıkarıyor, satılmıyor diyerek dergileri aynen geri getiriyordu. Ayrıca gazete bayileri de başka problemdi, onlarda tezgâh altı yapıyor satılmıyor diyerek aldığı gibi iade ediyordu. Demek ki gazete çıkarmak, dergi yayınlamak yetmiyor, ayrıca dağıtım şirketinin de kurulması gerekiyordu. Bu konuları Marmara da her akşam konuşur çözüm yolları arardık. Günlük gazete çıkarmak bizim camia için uzak bir hayaldi. Binbir güçlükle çıkarılan dergilerde adım başı sabote ediliyordu.Netice Marmara’dan bir süre sonra dört beş yayınevi çıktı. Bu yayınevlerinden birisi de Ötüken Yayınevidir. İlk adım olarak Büyük Reşit Paşa caddesinde Yaprak Kitabevini açtık.
İlk teşebbüsümüzde Ali İhsan Yurt, Ahmet Nuri Yüksel ve ben vardım. Hiç birimizin mali imkânı yoktu. İçimizde para kazanan sadece Ahmet Ağabeydi. Teknik Üniversiteye asistan olmuştu. Asistan maaşları çok düşüktü. Ahmet ağabey yeni evliydi yani aylık belli bir gideri vardı. Ben annemden kolundaki bileziklerini istedim hemen çıkarıp verdi. Benim bozdurduğum bu bileziklerin karşılığı iki bin liradan ibaretti. Hedeflerimiz arzularımız sınır tanımıyordu ama imkânlarımız son derece kısırdı. Bir süre sonra bizim Yaprak kitabevi bir buluşma yeri, bir sohbet mekanı haline geldi.
Ayda bir Necip Fazıl Bey mutlaka kitabevine gelirdi. Fethi Gemuhluoğlu, Nuri Karahöyüklü hocalarımızda arada sırada kitabevine uğrayan müdavimlerimizdi. Karşımızdaki üniversiteden gelip giden bir sürü asistan arkadaşlarımız vardı. Aşağı yukarı hemen hemen her gün kurulan sohbet meclisleri ile bir merkez haline gelmişti. Osman Ağabey ne zaman İstanbul’a gelse ilk uğrak yeri yaprak kitabevi olurdu. Serdengeçti merkezli yaprak kitabevinde başlayan sohbete akşam Marmara kahvesinde devam edilirdi.
1955 belki de 1956 yılında radyoda ilk defa Mevlüt okundu. Bu büyük bir olay oldu. Devlet Radyosunu kullanarak Adnan Menderes Din istismarı yapıyor isnadıyla Babı Ali ayağa kalktı. Ezanın asli şekliyle okunması, Hacca gidiş yasağının kaldırılması, Türbe ziyaretleri yasağının kaldırılması Adnan Menderesi adım adım idam sehpasına götürüyordu.Kısa bir süre sonra bu mahut zevat yeni bir kampanya başlattı. Kuran Türkçe okunmalı, namazlar Türkçe kılınmalıydı. O zaman bütün Babıali toptan Müslümanların üzerine geliyordu. Günlük tirajları milyona yaklaşan o günkü basına karşı Abdullah Işıkların çıkardığı Ali İhsan Yurt ’un, Ziya Nur Aksun’un yazdığı Yarım gazete boyunda, iki yaprak Fetih gazetesi ile cevap vermeye çalışıyorduk. Benimde dahil olduğum beş altı Üniversite talebesi kapalı çarşıda, mısır çarşısında, galata köprüsünde Fetih gazetesini sattık. Bu mücadelede biz devlerle mücadele mecburiyetinde kalmıştık. Adeta dolma tüfek bizim elimizde, karşımızda ise namütenahi makinalı tüfek vardı. Ama yürekten inanıyorduk ki Allah bizimle beraberdi. Bugün bu tartışmalar yaşanmıyorsa bu inananların zaferidir.
1964 yılında asker oldum. Yedek subay okulunu bitirdikten sonra kurada Erzurum’u çekince yolumuz Erzurum’a düştü. 1955 yılı mart ayında Erzurum’a ulaştık. İlk iki gün ordu evinde kaldık. Sonra birlikte geldiğimiz üç arkadaşla bir otel odasına yerleştik. O arada sınıf arkadaşım Yaşar’a rastladım o beni Hemşin Pastanesine götürdü. Bu Pastaneyi Yaşarın iki ağabeyi ile Yeğeni Nail işletiyordu. Burası bazı talebelerinde devam ettiği bir yerdi. Çevreye hemen ısındım. Burası tam banim istediğim gibi bir yerdi. İşten çıkınca doğru buraya geliyor kitap okuyordum. Birinci haftanın sonunda burası birçok talebenin ve birazda bazı esnafın devam ettiği bir mekân haline geldi. Müteakip günlerde aşağı yukarı her akşam bu dost meclisleri kurulur oldu. Benim askerliğim bittikten sonra da bu sohbetler bir süre devam etmiş.
Hatırladığım isimler arasında Nuri Karaavcı’nın ve Yunus Burgut’un çok ayrı bir yeri vardır. Nuri Amca manifatura işiyle uğraşan orta halli bir tüccardı. Cebinde her zaman Pakistanlı şair İkbalin kitapları bulunurdu. Esrarı Hodi veya Esrarı bihodi kitaplarının çok değerli olduğunu söyler kaybolur endişesiyle üç takım aldığını çok keyifli bir şekilde anlatırdı. Bir takım mağazada, bir takım evde, bir takımda daima yanındaydı. Fırsat buldukça açar okur, okuduğunu da büyük bir vukufiyetle izah ederdi. Tasavvuf ehli oldukça vasıflı bir insandı. Allahın rahmeti ve siyaneti üzerinden eksik olmasın. Hemşin Pastanesinin müdavimleri içinde çok vasıflı gençler de vardı. Bu gençler sayesinde solun nefes alamadığı birkaç şehrimizden biri olan Erzurum’un her zaman özel bir yeri olmuştur.
Marmara Kıraathanesi o dönemlerin aynı zamanda bir okulu, üniversitesi olarak biliniyor. Siz ilk olarak burayı nasıl keşfettiniz? Kimler gelirdi, neler konuşulurdu? Nasıl bir ortamı vardı? Neler anlatırsınız? Marmara kahvesinin önünden çok gelip geçtim ama oranın değerli bir yer, adeta bir özel okul veya bir üniversite olduğunu çok geç farkettim. Marmara kahvesi, okulun verdiği yanlış bilgileri tashih eden bir mekan olarak çok kimsenin hayatına yön vermiştir.
Aynı dava aynı inanç aynı yazarları okumak mı sizi bir arada tutuyordu? Şöyle söyleyeyim: Bir irtica yaygarası başlayınca Babı Ali sakinleri hep birlikte hücuma kalkıyorlardı. Bu yaygaradan birçok insan etkileniyordu. Esas hedef İslamiyet’ti. Çeşitli bahanelerle çeşitli yalanlarla din adamlarıyla alay ediliyor toplum içinde itibarsızlaştırılıyordu. Biz bir avuç üniversite talebesi birbirimize sarılarak varlığımızı muhafaza etmeye çalışıyorduk. Bu birbirine sahip olma duygusu Adnan Menderesin idam edildiği günlerde doruk noktasına çıkmıştı. Cebinde Yeni İstanbul gazetesi bulunan iki kişi kırk yıllık ahbap gibi birbirlerine sarılarak gözyaşı döküyorlardı. Sadece ayni gazeteyi almak bile bir kaynaşma, anlaşma vesilesi oluyordu. Menderesin idamına milyonlarca insan gözyaşı döktü ve gün milli bir matem günü olmuştu. Tahsilim bitmek üzereydi. Muhtemelen en geç bir yıl sonra yedek subay olacaktım. O günkü atmosferin etkisiyle babam bana subay elbisesi ile eve gelme demişti. O günkü dostlukları bu gün arıyorum. O günlerdeki arkadaşlarımızda sadece vatan millet endişesi vardı. Sağ kesimin bölündüğü beş altı parti yoktu. Daha doğrusu hepimiz bir aradaydık.
Kitabevinde bizim her türlü kitabımıza, dergimize isteyenler ulaşabiliyordu. Ama bizim esas hedefimiz yayıncılık idi. Bu arada O günkü hükümetinde, basınında kuyruklar diye her gün hakaretler ettiği muhalifler kuyruk olmadığını milletin asli unsuru olduğunu kabul ettirmeye başlamıştı. Birçok Fakültelerde talebe derneği seçimlerini bizim arkadaşlarımız kazanmaya başladılar. Bu hareketli ortamda yeni yeni dostlar edinmeye başladık. Bu arkadaşlarımız içinde özellikle bazı arkadaşlar dikkatimizi çekiyordu. Bu arkadaşların ekseriyeti hukuk fakültesi talebeleriydi. Gerçi diğer fakültelerde de çok vasıflı mücadele adamı olan arkadaşlarımız vardı ama esas organizasyon merkezi hukuk fakültesiydi. Hukuk fakültesinde gece gündüz sol militanların elinden talebe derneklerini kurtarmak için çalışan bu arkadaşlarımız Mehmet Niyazi. Nevzat Kösoğlu, İsmail Kahraman, Rasim Cinisli, Abidin Sungur, Fehim Üçısık, Ahmet İyioldu, Ali Karcı, Nevzat Görücü, Cavit Kalpaklıoğlu, Gündoğdu Serhatlıoğlu, İsmet Karaoğlu, Halil Duruk ilk aklıma gelen arkadaşlarımız. Bu arkadaşlarımız o kâbuslu günlerin kahramanlarıdır. Bizim yapmayı düşündüğümüz işler için yeni ortaklar almamız gerekiyordu. Ali ihsan Yurt ağabey bizden ayrılmış Sönmez Neşriyat’a geçmişti. Ahmet Nuri ağabeye yaptığım teklif kabul gördü ve Zaman içinde Mehmet Niyazi Özdemir, Nevzat Kösoğlu, Fehim Üçışık, Ahmet İyioldu ve Mustafa Yıldırım yeni ortaklarımız oldular. Sonra adi ortaklık durumundan Ötüken Yayınevi şirket haline geldi. Aramıza katılan Nurhan Alpay da yeni bir ortağımız olarak, verimli çalışmasıyla Ötüken Yayınevi Türk Kültürüne büyük hizmetler yapan bir kuruluş haline geldi.
2500 lira telifle anlaştık ve ilk kitabınız Reis Bey ve hikâyeler kitaplarını Vecdi Bürün ’ün nasıl öldüler kitaplarını yayınladık. Vecdi Bey Yemen fatihi Özdemiroğlu Osman Paşanın ahfadı olduğunu söylüyordu son derece mükemmel Osmanlıca’yı bilen beyefendi bir insandı. Alkole zaafı vardı. Kendisi ile konuşarak 1957 yılında Büyük Doğu dergilerindeki Osmanlı Padişahları hakkındaki tefrikasını yayınlamak istediğimizi söyledik. Çok memnun oldu. Yalnız kendisinden rica ederek birkaç Osmanlı padişahını daha yazmasını, böylece kitabın biraz daha hacimli hale getirilmesini istedik. O’da kabul etti. Teşvik etmek için bir miktar avans da verdik. Her gün gelecek yazıyı bekledik ama haftalar geçmesine rağmen beklediğimiz yazılar gelmedi. Biz heyecanla beklediğimiz yazılar gelmeyince Vecdi Beyi sıkıştırmaya başladık.
Bir gün geldi, her zaman olduğu gibi bütün nezaketiyle ben sizin yayınlamayı düşündüğünüz yazıları her hangi bir kitaba bakarak yazmadım. Sultan Fatihin Türbesine gittim, mezarının ayakucunda gönlüme ne doğdu ise onları yazdım. Ama şimdi yine gidiyorum yazıyorum. Yazdıklarımı beğenmiyor yırtıyorum. Tekrar yazıyorum yine olmuyor dedi. Bizde onun Osmanlıya duyduğu bu saygıya itibar ettik ve kitabı sadece o günden önce yazılıp yayınlanan halini kitaplaştırdık. Osmanlı Padişahlarının son anlarını anlatan ‘’Nasıl Öldüler’’ kitabı böyle meydana geldi.
Bizim 1957 yılında en revaçta olan dergimiz ‘’Büyük Doğu’’ dergisiydi. Büyük Doğu haftalık dergiydi. Ben azami iki günde tamamını okurdum. Bize heyecan veren ikinci yayın Serdengeçti Dergisiydi. Serdengeçti’nin başlığı altında yazıldığı gibi nerde ve ne zaman çıkacağı belli olmaz yazan dergiyi de bir solukta okurduk. Genellikle müteakip sayının ne zaman elimize geçeceği belli olmazdı. Şimdi fikir hürriyeti çığırtkanlığı yapan sahtekârların çoğu o zamanki yayınlarıyla Serdengeçti daha mahkemeye çıkmadan mahkûm hale getiriliyordu. Dikkatli bir okuyucu bu çifte standardı her zaman görebilir. Sol güçlü ise hasmına hiç söz hakkı tanımaz, linç işlemi hazırdır. Eğer güçlü değilse fikir hürriyeti esastır. Son derece munis hale gelir sende konuş bizde konuşalım, tartışalım havasına dönüverir. Bir anda kuzu postuna bürünüverir. Büyük Doğu ve Serdengeçtinin dışında Aylık Salih Özcan tarafından yayınlanan Hilal Dergisi, Aziz şehidimiz İlhan Darendelioğlu’nun yayınladığı Toprak Dergisi ile Nihal Atsız Hocanın çıkardığı Orhun dergileri vardı ama Büyük Doğu hariç bu dergilerin tirajları oldukça düşüktü. Ayrıca yayın hayatları da düzenli değildi. Biri batar biri çıkardı. Mutlaka her birinin birçok zamanı mahkeme koridorlarında geçerdi. Henüz o netameli yıllarda günlük gazetemiz yoktu.