Tarihçi-yazar Önder Kaya, İstanbul folklorunda ilk iftarın zeytin, hurma, sirke ya da su eşliğinde açıldığı Oruç Baba türbesinin Ramazan ile özdeşleştiğini, ancak bu salgın ortamında bu geleneğin sekteye uğrayacağını söylüyor ve ekliyor: “Uğraması da gerekir, eskiler her şeyin başı sağlık diye boşuna dememişler.”
Önder Kaya araştırmalarını daha çok İstanbul üzerine yoğunlaştıran bir tarihçi. Son kitabı ‘Yitip Giden İstanbul’un izlerini takip ederek Kaya ile eski İstanbul’da Ramazanları, türbe ziyaretlerini ve sosyal medyadaki tarihî mirasa duyarlığın boyutlarını konuştuk.
Malumunuz Ramazan yaklaştı. Salgından dolayı herkes evlerinde. Yalnızca zaruri hallerde dışarı çıkıyoruz çoğunlukla. Haliyle Ramazan hazırlıklarını da eskisi gibi şenlikli yapamıyoruz. O zaman maziye dönelim dedik. Eski İstanbul’da Ramazan yaklaştığında ne tür hazırlıklar olurdu, buradan başlayalım…
Farklı kesimlerin Ramazanları da farklı oluyordu haliyle ama sanırım ortak nokta tüm Müslümanlar açısından Ramazan’ın bir dizi hazırlığı da beraberinde getiriyor olması. Öncelikle herkes maddi gücü elverdiğince yiyecek alışverişi yapardı. Zahirecilerin, peynircilerin, kahvecilerin, pastırmacıların, tatlıcıların bu ayda bayram ettiğini söylememe gerek yok. Eski İstanbul’u görüp yaşayan bir yazar olan Münevver Alp, senenin 11 ayında idareli ve tutumlu hareket eden, fazla masraf ve israftan korkan, kuyruk yağı, yerli pirinç, çekirdekli üzüm, balkabağı hoşafı yiyen ve içen, yağ ve ispermeçet (balina yağı) mumu yakan orta halli ailelerin bile Ramazan’a hürmeten tereyağı, pilav için Mısır pirinci, erişte yerine kaygam makarnası ve yakmak için balmumu aldığını söyler. Yine Ramazan öncesinde evler yıkanır aklanır paklanırdı.
Öncelikle tabii mahyalardan bahsetmeliyiz: Camilerin minarelerindeki mahyalar Ramazan’ın alamet-i farikasıdır. İstanbul kadısının Ramazan’ın girdiğini işaret etmesiyle evvela Süleymaniye Camii’ne mahya gerilirdi. Tabii Ramazanda sadece camilerin içi değil avlusu da şenlendirdi. Gerek iftara kadar olan süreçte gerekse de iftar sonrası ziyaret edilebilecek sahaf, ıtriyat, tespih sergileri açılırdı. Günümüzdeki en son Sultanahmet’te yapılan Dini Yayınlar Fuarını da biraz bu kapsamda değerlendirmek lazım sanırım. Tabii salgın nedeniyle bu yıl açılamayabilir bu fuar…
İlk akla gelen meşhur gelenek “diş kirası”. Daha ziyade zengin konaklarında uygulanan bu gelenek gereğince, ev sahibi mahalle halkı ve konu komşu için sofralar kurardı. Bu sofralara yoldan geçen insanlar da davet olunurdu. Ev sahipleri sevap kazanmalarına vesile olan misafirleri ayrılırken onlara güçleri nispetinde genellikle para kabilinden bir miktar hediye takdim edilirdi. Bu, aynı zamanda iftar sahibi için bir itibar göstergesiydi.
Bu kutsal ayda çocuklar da unutulmazdı elbette. Karagöz sergileri kurulurdu. Esasen çocuklar dediğime bakmayın, Karagöz büyüklerin de ilgi gösterdiği bir oyundu. Tabii 19. yüzyılın sonlarına doğru buna Direklerarası’ndaki tiyatro kumpanyaları da eşlik edecektir. Bu tarz gece eğlenceleri sahura kadar olan süreçte şehir halkının hayatı daha canlı bir şekilde yaşamasına da vesile olurdu.
Çoğu zaman devlet daireleri ve işyerleri geç açılır ve erken kapanırdı. Dolayısıyla Ramazan ayları iş hayatı açısından görece donuk bir devreyi teşkil ederdi. Modern dünyada ise insanlar bir yandan koşuşturmak bir yandan da bu farizayı yerine getirmek durumunda kalıyor. Ancak evde geçirdiğimiz bu günlerde nasıl bir Ramazan geçireceğiz, hep birlikte göreceğiz.
Salgın dolayısıyla Ramazan ayında, bu ziyaretler de mecburen kesintiye uğrayacak. Türbeler bahsinde İstanbul folklorunda bu kutsal ayla özdeşleşen bir türbe var: Oruç Baba. Bazı farizaların belli mekanlarda ifa edilmesinin daha büyük sevap getirisi olduğuna inanılagelmiştir. Bundan dolayı da Ramazan ayının ilk iftarının Topkapı’ya yakın bir mevkide yer alan Oruç Baba türbesinde zeytin, hurma, sirke ya da su eşliğinde açılması İstanbul halkı tarafından önemsenir. Ama dediğim gibi bu salgın ortamında sanırım bu gelenek de sekteye uğrayacak. Esasen uğraması da gerekir. Eskiler “her şeyin başı sağlık” diye boşuna dememişler.
İlk akla gelenler Eyüp Sultan, Zeyrek’teki Mehmet Emin Tokadi, Üsküdar’daki Aziz Mahmut Hüdai olsa gerek. Bu mekânlar bugün de İstanbulluların en çok rağbet gösterdiği kutsal alanlar. Ama bir de bir kısmı bugüne gelemeyen, unutulan ya da popülerliğini kaybeden türbeler var. Aynı isimde birden çok türbe de var. Mesela Tezveren Dede. Langa’da, Cağaloğlu’nda ve başka yerlerde bu ismi taşıyan birden çok türbe mevcut. Üstelik bu kişilerin bir kısmının tarihsel kimliği belli, ama halk Tezveren Dede demeyi tercih etmiş. Daha geçenlerde yolum Çatalca’ya düştü orada da bir Tezveren Dede çıkıverdi karşıma. Anlaşılan bizim halkımız biraz sabırsız.
Elbette. En bilineni Aziz Mahmud Hüdayi mesela. Denizde boğulmaktan korkanlar buraya gidiyorlar. Kocamustafa Paşa’daki Uyku Dede uyumayan, yaramaz çocukları sakinleştiriyor. Maçka sırtlarındaki Şenlik Dede kavgalı çiftleri şenlendirir, onların çatırdayan yuvalarını kurtarırdı. Eşi akşamcı olan kadınlar ise çareyi Eminönü Yemiş iskelesindeki Bekri Mustafa türbesinde alırlardı. Akşamcıların piri olarak tanınan Bekri Mustafa’dan medet umarlardı ki bu cidden paradoksal bir durum. Şişli’de bugün de halihazırda var olan Loğusa Hatun türbesini hamile kadınlar kolay ve kazasız doğum yapmak amacıyla ziyaret ederlerdi. Çemberlitaş yakınlarındaki Keçecizade Fuat Paşa camisinin avlusundan yatan Uzun Dede’nin sınav öncesi çocukların zihnini açan bir mekân olduğuna inanılırmış.
Evet. Dolmabahçe’ye bakan bir yokuş üzerinde yer alan Ahmet Turani Dede’nin mezarı mesela. Buraya Rumlar da gelirdi. Müslümanlar mezarın Emevi ordularının başkumandanı Battal Gazi’nin telkini ile Müslüman olan bir Rum’a ait olduğuna inanırlardı. İhtimal burada var olan eski bir Ortodoks Rum ziyaretgahı zamanla Müslümanlarca da sahiplenilmiş.
Pandeli’nin müdavimlerinin başında Atatürk geliyor. Harbiye’den yeni mezun olduğu yıllarda genç bir subayken tanımış Pandeli’yi. Parası çıkışmadığı zamanlar dükkân sahibi Pandeli “Zararı yok beyim aybaşında verirsin” dermiş. Cumhurbaşkanı olduğunda bir gün lokantasına gelen Atatürk’e Pandeli boş bulunup “Beyim aybaşında versen de olur” şeklinde bir pot kırar. Ama bu pot Gazi’nin gülmesine ve keyiflenmesine yol açar. Atatürk dışında Adnan Menderes, Celal Bayar, İstanbul valilerinden Lütfi Kırdar ve Fahrettin Kerim Gökay, şair Yahya Kemal de Pandeli’nin müdavimlerinden. Hatta Yahya Kemal Pandeli’de yediği elli kat yufkadan mamul baklavayı övmek için şiir bile kaleme almıştı: “Cennette de böyle tatlı olmaz / Bir baklava elli kat olmaz.” Pandeli İstanbul’a gelen yabancıları da ağırlar sıklıkla. Bunlar arasında Ağa Han, oyuncu Peter Ustinov, Kirk Douglas, Audrey Hepburn, Burt Lancester, Robert De Niro, siyasetçilerden Gorbaçov ve İspanya kralı 13. Alfonso ilk akla gelenler.
Sosyal medyadaki paylaşımlar romantik
- ‘Yitip Giden İstanbul’da tarihî mirasımızı korumak için istekli olmadığımızı söylüyorsunuz. Ancak son dönemde sosyal medyada insanların duyarlığını görüyoruz. Acaba bir değişmemi söz konusu artık?
- Açıkçası ben bu konuda çok iyimser değilim. Sosyal medyadaki paylaşımlar daha ziyade romantik boyutta kalıyor. Sosyal medyanın bu konuda bir ölçüt olup olmadığından emin değilim. Dahası sosyal medya spekülatif bir alan. Berbat bir restorasyonu hizmet gibi takdim edebilirsiniz ya da gayet temiz bir işi kötülemeniz de mümkün. Sahaya inmeden, gezmeden, görmeden, okumadan bu konuda kişilerde bir farkındalık oluşması zor.
- Peki ne yapılmalı bu farkındalığın oluşması için?
- Bence bir şehirli kimliği oluşmalı önce. Bunun için de zannımca iki şey elzem: Biri şehrin tarihine ve geçirdiği sürece hakim olmak. Bu size kaybettiklerinizi gösterir ve elde kalanların kıymeti hakkında bir fikir verir. İkincisi ise şehri gezmek, arşınlamak. Bu da pek sıklıkla olan bir şey değil. Onu bırakın insanlarda yaşadıkları semtin tarihine dair bir ilgili olup olmadığından dahi emin değilim. Kitabın girişinde de belirttiğim gibi İstanbul kendi tarihçilerini çıkaran bir şehir. Mesela Cabir Vada’nın Kanlıca tarihi, İbrahim Hakkı Konyalı’nın Üsküdar tarihi, Mehmet Rebi Hatemi Baraz’ın Beylerbeyi tarihi ya da Mehmet Nermi Haskan’ın Eyüp tarihi gibi yapıtlarını düşünün. Şimdilerde bu evsafta semt biyografisi kaleme alacak kaç babayiğit var? Varsayalım ki aldınız kaç kişinin kitaplığına girecek? Bazı yayınevleri semt monografileri yayınladı. Bunlar ne kadar satıyor? Esas bunlara bakmak lazım.