40 yıllık bir takiye ile bir gün devleti ele geçirmek hazırlık yapan FETÖ'nün terör örgütü olduğu 17/25 Aralık döneminde ortaya çıkmış olsa bile kan akıtmaları 15 Temmuz gecesi oldu. Toplumun her kesiminden insanın darbeyi püskürtmesiyle birlikte bu kalkışmanın sadece bir darbe girişimi olmadığı, bir işgal hazırlığı olduğu da açığa çıktı. Ben de bu bağlamda Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ile 15 Temmuz'u, tüm boyutları ile konuştum.
15 Temmuz'da TSK'nın içine 40 yıllık çabayla sızmış ve komuta kademelerine gelmiş olan ajanlar, amacı iç savaş çıkarmak olan bir darbe girişimini başlattılar. Bu amacın ne olduğunun görülmesi TC'nin sonrasında yaptıklarının meşru müdafaa refleksi içinde gerçekleştirildiğini anlamaya yarar.
Amaçlanan, TSK'nın ve Emniyet Teşkilatı'nın kendi içinde paramparça olup birbiriyle kimin hangi safta olduğunun dahi birbirine girdiği kaotik bir iç savaş yaşamasıydı. Eğer şehit Ömer Halis Demir olmasaydı, Zekai Paşa o kritik emri o şerefli askere vermeseydi, Özel Kuvvetler ele geçirilecekti ve Doğu, Güneydoğudan binlerce özel kuvvet askeri ne olduğunu bilmeden ama bu terörist ajanların emrinde Ankara'ya intikal edecekti. Bunun iki sonucu olacaktı. Bir, Ankara'da korkunç bir iç savaş yürüyecek ve ikinci olarak Doğu'da ve Güneydoğu'da şehirlerimizi, sınırlarımızı müdafaa eden güçlerimiz çekilmiş olacaktı. Tüm plan ülkeyi paylaşmaya ve bölmeye hazır hale getirmekti. İşte PKK'nın çok iyi hazırlandığı, çok büyük miktarlarda bombalar kullanılan saldırıları görüyoruz. Bunlar planlanmıştı.
15 Temmuz iç savaş çıkarma noktasında başarılı olsaydı dün Elazığ'da, Van'da, evvelki gün Batman'da, Diyarbakır'da patlayan bombalar askersiz ve polissiz bırakılmış bir vatan parçasını koparmak amaçlı patlatılacaktı. Ve neticede sadece Güneydoğu değil, Doğu Anadolu'yu da kapsayacak şekilde bir bağımsız devletin ilanına kısa sürede sıra gelecekti. 24 saat içerisinde bu girişim bastırılmasaydı ordu birlikleri birbirleriyle çarpışmaya başlayacaktı. Köprüdeki 70 askerden falan söz etmiyoruz. 650 bin kişilik ordu, 2-3-4 parçaya bölünüp birbiriyle savaşacaktı ve hal böyleyken PKK, zaten üst kadrosunun yüzde yüz bilgi sahibi olduğu ve hazırlık yaptığı bu iç savaşın hemen arkasından Serhildan ilan edip savunmasız bırakılmış vatan parçasını Türkiye'den koparacak ve bağımsızlık ilan edecekti.
Bu kadarla kalınmayacaktı. Eğer 15 Temmuz kalkışması bastırılmasaydı emin olunuz BM Güvenlik Konseyi Türkiye'ye müdahale kararı alacaktı. Şunu da ilave edeyim; Doğu ve Güneydoğu'da PKK, askersiz, polissiz bırakılmış vatan parçasında bağımsızlık ilan ettiğinde, orada bunu kabul etmeyen halkla karşı karşıya kalacak ve bir kıyım yaşanacaktı. Bu kıyım Ankara'da, İstanbul'da, İzmir'de, Muğla'da düşündüğümde tüylerimi diken diken eden bir Türk-Kürt iç savaşını başlatacaktı. Hemen akabinde Alevi-Sünni çatışması başlatılacaktı. Bunlar iç içe geçecekti. Bütün fay hatları o anda aktif hale gelecekti. O andan sonra senin kim olduğun değil, kimden olduğun önemli olacaktı.
Bu Tayyip Bey'e veya hükümete karşı değil, vatana karşı bir hareketti. O yüzden şezlonglarında denizi seyrederken “Serinlemeden önce bir çakayım da ondan sonra denize gireyim" diyen iyi niyetli kardeşlerimize, vatandaşlarımıza, “Olaylar oradan görüldüğü gibi değil" diye seslenmek istiyorum. 15 Temmuz'da yaşadığımız darbenin ötesinde bir şey. Bu Türkiye'yi parçalama hareketiydi. O sebeple neyin kenarından değil, dibinden geri çıktığımızı görmemiz lazım.
Güneydoğu'da TSK sivil can kaybı asgari olsun diye şehit sayısının artmasını göze alarak ev ev girip terörist temizliği yaparken emin olunuz FETÖ propaganda mekanizmasından destek alarak PKK'nın yarattığı bir uluslararası kamuoyu oldu. Türkiye, Güneydoğu'da soykırım yapıyor algısını yerleştirmeye çalıştılar. Bu sırada basına sızdırılan çok korkunç görüntüler de vardı. Şimdi dilerim savcılarımız buğdayı samandan ayıklar ve teferruatla uğraşmak yerine, örneğin bu görüntülerin hangi operasyonlarda hangi timlerin operasyon yaptığı yerlerden çıktığını tespit eder. İddia ediyorum arkasından FETÖ'nün ajanları çıkacak. Burada Suriye politikamıza da değinmek gerekiyor. Sayın Numan Kurtulmuş geçtiğimiz günlerde “Suriye politikamız yanlıştı" dedi. Biz Suriye politikasının yanlış olduğunu çok uzun zamandır söylüyoruz. Türkiye'nin dış politikasında, sınırlarının ötesinde acaba bir fiili egemenlik sağlayabilir miyiz şeklinde, bazı kesimlerde, o zamanki Dışişlerinde oluşan bir kanaat, bir proje, bizi bu yanlışa sevk etti. Tabiri caizse bir havuç uzatıldı bize emperyal güçler tarafından. Biz, o havuca, son 300 yıllık tecrübemizle uzanmamalıydık.
Bazıları, dış politikada sıkışmışlığın herhalde salt iktidarı ilgilendirdiğini sanıyorlar ki bundan mutluluk duyanlar var. Ben bunlara muhalif demiyorum. Ben bunlara hangi ülkede yaşadığından habersiz insanlar diyorum, ya da yönlendirilmiş diyorum. Bakın ben bunun özellikle yazılmasını da istiyorum sizin gazetenizde, ben sapına kadar Atatürkçü bir insanım.
Hiç kimse de Atatürkçülüğümü sorgulayamaz, sorgulatmam. Atatürkçülük her şeyin başında milli olmaktır. İç politikada siyasi iktidar sıkıştığında bundan rakip siyasi partiler yararlanmak isterler ve yararlanmalıdırlar, bu doğrudur. Çünkü iktidara gelebilmek için iç politikadaki yanlışların yine yapıcı bir dille, doğrusu önerilip kullanılması gerekir. Ama dış politikada, Türkiye'nin sıkışmasından mutluluk duymak kabul edilemez. İşte orada aynı gemideyiz. Bu Mustafa Kemal Atatürk'ün yaklaşımıdır, akılcı, bilimci bir yaklaşımdır ve her şeyin üstünde vatan sevgisini üstün tutmaktır, vatan söz konusuysa gerisi teferruattır.
O kadar küçük şeyler ki bunlar. Sayın Cumhurbaşkanı geçmişte üzüldüğümüz bir tepki verdi. Biz de kendisine kendi tepkimizi verdik. Bitti gitti. Türkiye 15'inde iç savaşa sürüklenmek istenmiş. Benim ne yapmamı bekliyorlar?
Malta valisine gidip Türkiye'yi şikayet etmemi mi istiyorlar? Bu kadar körlüğü kabul etmiyorum. Mesela bir de şu var; 'Ayağına getirdi, diz çökertti' diyenler var. 15 Temmuz ruhunun ne olduğunu anlamamış bunlar. Bir kere Sayın Cumhurbaşkanı zaten gelmez, Cumhurbaşkanına gidilir. Elbette Türkiye Cumhurbaşkanı ile nezaket sınırları içinde konuşulur. Üstelik burada biz sokak kavgası yürütmüyoruz. Burada söz konusu olan devlet işidir. Türkiye, ciddî bir tehditle karşı karşıyayken yapılması gereken budur. Biz devletimize desteğimizi sunduk, vatan için sunduk.
Ben bunda Türkiye'nin Suriye'de Kürdistan'ın kurulmasına karşı çıkmasının etkili olduğunu düşünüyorum. Şimdi bunu ne kadar önleyebilecek güce sahibiz? Türkiye bir an önce yurtta barış - dünyada barış ilkesinin müeyyidesi olacak caydırıcı askeri gücünü tekrar kazanmak zorundadır. Şu anda hiç kuşkusuz sıkıntıdayız. Fakat şunu belirteyim; 15'inden sonra yaratılan kucaklaşma ve milli beraberlik ruhundan mutluyum. Bunu bir Kuvayi Milliye ruhu olarak görüyorum.
Tayyip Bey'in 15'inden önce iç politika sebepleriyle toplumu gerdiğini hep söyledim. Düşüncem budur. Ve bir kutuplaşmaya yol açtığını düşünüyorum. Muhalefet de aksini yapacağına o da kutuplaştırmaya gitti. Her ikisini de eleştirdim. “Muhalefet de kutuplaştırma yapmamalı, Cumhurbaşkanı da yapmamalı" dedim. 15'inden sonra ise Cumhurbaşkanı “Ben dahil hiç kimse 14'ündeki gibi konuşmamalı" dedi. Bu sözler güzel mi? Güzel. Altına imza atıyor muyuz? Atıyoruz. Bu sözlere cevap olarak “Hayır sen samimi değilsin, kötü niyetlisin, senin başın sıkıştı da ondan yapıyorsun" demek uygun olmaz. Üstelik Tayyip Erdoğan'ın, Başbakanın başı sıkışmadı; hepimizin başı sıkıştı. Buradan çıkış 79 milyonu kutuplaştırmadan bir araya getirmek. Dün eleştirdiğimizi bugün düzeltmek isteyene “Hadi o zaman hep birlikte düzeltelim" denir. Biz üzerimize düşeni yapalım, devletin ve milletin üstün menfaati için devletimizin arkasında duralım. Bu çerçevede doğru olduğunu düşündüğümüzü en yapıcı şekilde söyleyelim. Bunu almayan, bu eli tutmayan, tuttuğu eli sonra iten olursa, bunu da milletimiz takdir etsin. Umutsuz ve karamsar olmamıza gerek yoktur.
Son derece olumlu yaklaştı ve zaten programda olmamasına rağmen resmi kısım bittikten sonra yukarıya bir çalışma toplantısına çıktık. Bundan sonra temaslar olacak. Temas noktaları belirledik, diyalog kanallarını, açtık. Zaten şu anda da yürüyor.
Avrupa idam cezasını kaldırdı ve biz de idam cezasını Avrupa'yla bir olduğumuz için kaldırdık. Eğer idam cezasını geri getirirsek, Avrupa Konseyi'nden de ayrılmamız gerekir. AB adaylığımız da tamamen sonra erer. Devlet politikası olarak AB'ye girişi hedeflemeliyiz, tıpkı AK Parti hükümetinin ilk döneminde çok doğru olarak yaptığı gibi. Ayrıca idam cezası bugün getirilirse 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştirenler için zaten uygulanamaz. Bu tartışmayı en yukarıdan gündemde tutmak emin olun FETÖ mensuplarının ve en başta Gülen'in iadesini çok zorlaştırıyor. Bir kere Avrupa'ya sığınan FETÖ mensuplarının hiç biri bu idam tartışmaları varken Türkiye'ye iade edilmez.
Alınan kararlarda olası bir darbeyi önlemek için TSK'yı siyasi otoriteye yüzde yüz tabii kılmak için yola çıkıp, TSK'yı harp imkan ve kabiliyetlerinden yoksun kılacak bir noktaya getirmemek lazım. Çünkü TSK düşman değil. Yani içeride iktidara yönelik bir girişimi önlerken TSK'nın dışarıya karşı caydırıcılığını örselememek lazım. Ordusuz bırakılmış bir devletin bu topraklarda yaşaması ihtimalinin bulunmadığı bilincinde yaklaşmak lazım konuya. Ben o yüzden ısrarla diyorum ki, elimizde milli oluşundan şüphe duymadığımız, FETÖ'nün salt milli diye tasfiye ettiği muhteşem subaylar var. Bunları kullanalım. Tayyip Erdoğan'la bunu konuşmadık. Sizin vasıtanızla dile getirmiş olayım. Sayın Cumhurbaşkanı eminim zaten bunları düşünüyordur. Geçen gün Balyoz, Ergenekon, casusluk mağduru 60'a yakın subayımız geldi. Hepsi, bu devlete hizmete hazır, gözlerinde o ışığı okuyorsunuz, “Bizden faydalanılsın" diye yanıp tutuşuyorlar.
O sebeple Sayın Cumhurbaşkanının sırtını yaslayacağı isimler bunlar. Bu isimlerden birisini de pekala yanına danışman olarak alabilir. Onların bir öfkesi yok devlete. Tam aksine öfke FETÖ'ye ve bu yapıyla mücadele saflarında kendilerine yer verilsin istiyorlar.
Bakın benim yaşadığım değil ama bana birinci elden aktarılan bir tecrübe var. İsmet İnönü, Allah rahmet eylesin, Başbakanken Talat Aydemir ayaklanıyor. Bu ayaklanmada İsmet Paşa, rahmetli babam ve bir kaç kişi, sonradan Hava Kuvvetleri binası olan Türk Hava Kurumu binasına sığınıyorlar. Ben o gece yaşananları birinci elden defalarca dinlediğim için, köprüdeki manzaraları ve Ankara'da olanları izleyince olayı kavradım ve “Eyvah" dedim.
İsmet Paşa darbenin başlangıcında rahmetli babama “Türkiye bunu bastıramazsa kanlı çatışma olur. Bunun bastırılması lazım" demiş. Çünkü ordu birlikleri birbirleriyle savaşmaya başlarsa sonunun nerede biteceğini kestiremezsiniz. Ve İsmet Paşa'nın dirayeti ile önlendi o darbe girişimi. Talat Aydemir'in darbe girişiminde bulunduğu geceden önemli bir anekdot aktarayım. İsmet Paşa'nın ve beraberindekilerin sığındığı bina, darbeye katılan Harp Okulu öğrencileri tarafından sarılır. İçeridekilerin kendilerini savunacak silahları da yok. Fakat darbeciler içeriye giremiyorlar. İsmet Paşa'nın tarihi kişiliği bunu önlüyor. Bu şartlar altında İsmet Paşa Talat Aydemir'e telefon eder ve “Teslim olursan hayatını bağışlarım" der. Sonra da rahmetli Metin Toker'in çektiği tarihi bir fotoğraf vardır, saat 9 gibi şezlonga yatar uyur. Rahmetli babam, “Paşam nasıl uyuyacaksınız bu ortamda" deyince, “Bak, üç saat önce bunlara 'teslim ol' dedim. Hala hayattayız. Bunlarda o cesaret olsaydı bizi çoktan yok etmişlerdi. Sabaha aldık, siz de yatın uyuyun" der. Sabahleyin Talat Aydemir teslim olur. Böyle anlarda ülkeyi yönetenin “Komuta bende" demesi iç savaşı önler. Ben Cumhurbaşkanının sesini duyduğumda bundan ferahladım. Böylece Türkiye'de iç savaşa ramak kala askerin komutasının kimde olduğu karmaşası ortadan kalkmış oldu. Bu, bir dönüm noktasıdır. Şimdi anlatabildim mi niçin ferahladığımı... Biz Türkiye'de çok uzun zamandır farklılıklarımızın altını epey bir çizdik. Ne kadar ortak noktamız varsa da tamamen üstünü çizdik. Şimdi o ortak noktaların altını çizme zamanı.
Avrupa ve ABD hükumetleri sınıfta kalmıştır. Ancak şunu ortaya koyalım, Avrupa ve ABD'de sivil toplum faaliyetini sadece FETÖ yürütmektedir. Bunun da bu tavırda çok ciddi bir etkisi var. Ben sayın Cumhurbaşkanımıza ziyaretimizde “Ben en ön safta Dünyaya Türkiye'nin ne ile karşı karşıya olduğunu anlatmakla görevlendirilmek istiyorum" dedim.