Yaklaşık on yıldır New York’ta yaşayan piyanist Emir Gamsızoğlu, Geveze Piyanist konseptinde verdiği konserleriyle dinleyenleri kendisine hayran bırakıyor. Amerika’da yapılan konferans konserlerden esinlenerek kendine özgü bir konser formu geliştiren Gamsızoğlu, bir yandan klasik eserler çalarken bir yandan da dinleyicileriyle sohbet ediyor. Konferans konserlerde bir müzik profesörü bir müzisyen bir araya geliyor, bazen müzisyenin kendisi de profesör olabiliyor. Eserler hakkında ayrıntılı bilgiler vererek konserler yapıyorlar. Gamsızoğlu, konferans konserler gibi meselenin derinine inmeden klasik müzik hakkında dışarıda atıp tutacağınız ipucu bilgiler veriyor. Bu konsepti Türkiye’de ilk kez 15. Antalya Piyano Festivali’nde denedi ve dinleyiciden güzel tepkiler aldı. Gamsızoğlu’nun piyano ile tanışması ise yirmili yaşlarına tekabül ediyor. Basketbol oynayan Gamsızoğlu geçirdiği bir kaza sonrasında evde sıkılmamak için piyano çalmaya başlıyor ve kendisini bir anda konservatuvarda buluyor.
Bugün aynı anda bir sürü işin yapıldığı bir hayat yaşıyoruz. İnsanlar artık ikinci bir şey yapmadıkları zaman boş hissediyorlar kendilerini. Konser salonları da 19. yüzyılın, 20. yüzyılın eğlence mekanı. Şu an konser salonunda oturup müzik dinlemek insanlara az bir şey gibi geliyor. Ayrıca zaten müziğin muhabbeti çok güzel. Bize etrafındaki bilgiler, besteciler hakkında bilgiler, eserlerin hikayeleri, bestecilerin hikayeleri de ilginç geliyor. Birtakım yaşanmışlıklardan ortaya çıkıyor bu müzikler sonuç itibarı ile. O yüzden bu hikayeleri bilmek müzikle iletişimi arttırıyor. Ben de ezelden beri bunlardan bahsetmek istiyordum. Biz iki arkadaş müzik dinliyorsak durup dinlemeyiz, devamlı bir şeyler konuşuruz. İşte bütün bunları yapabilmek için uydurduğum bir format, Geveze Piyanist. Bir şekilde ekranlar vasıtasıyla iletişim kuruyorum izleyiciyle. İnsanlar müzikle daha farklı bir iletişim kurduklarını söylüyorlar. Daha önce de farklı projeler denedim ama bu üzerime yapıştı.
Açık olmamak bana saçma geliyor. Dediğim gibi elinizdeki bir cihazla okyanusun öbür tarafındaki insanlarla konuşmaya açık olup da başka bir formatla müzik hakkında bilgi edinmeye açık olmamak bana saçma geliyor. Sadece birtakım alışkanlıklar var, gelenek adı altında dayatılıyor. Ben bunları çok takmıyorum açıkçası. Mesela bu akşam gayet spor bir şekilde sahneye çıkacağım. Ben Amerikalıların deyimiyle ‘hardcore’ bir klasik müzikçiyim. Yaptığım müzikle smokinin hiçbir alakası olmadığını düşünüyorum. Chopin dediğinizde insanlar, piyano tuşları üzerinde kırmızı bir gül, mühürlü bir mektup, mum ışığı falan düşünüyorlar. Kardeşim bunun Chopin’in müziğiyle ne alakası var? Hiç alakası yok. Müziğin kendisi çok kıymetli, o ayrı. İnsanların geliştirdiği manalar gereksiz. Ben pijamayla da çalsam müzik değişmiyor ki.
Müziğin ayrıntısıyla ilgili şeyler de olabiliyor. Bazı Geveze Piyanist konserlerini öyle bir tasarlıyoruz ki sadece spesifik bir bestecinin eserlerinin en ince ayrıntısına kadar irdeliyoruz. Ama bu festival için “Müzik ve Sınırlar” dedik. Müziğin, sınırları kırmak için, genişletmek için veya korumak için ne gibi etkileri oluyor sorusuna yanıt arıyoruz. İlk yarıda klasik müzik bestecileri, ikinci yarıda da New Yorklu besteciler var. Bunlardan bir tanesi de benim. New York da sınırları kıran bir şehir. Müziğin sınırları kıran bir yapısı var; dilleri, ırkları, renkleri aşan bir yapı. Sınırlar konuşulduğunda hep onları aşmak düşünülür ama bence sınırları korumak da çok önemli. Sınır kelimesi insanların icat ettiği bir şey. O yüzden de çok çeşitli yönlere çekilebiliyor. Müzik o sınır kelimesini ‘bağlantı’ya çeviriyor. Çünkü düşündüğünüzde müzik bir lisan fakat başka hiçbir lisana tercüme edemiyorsunuz. Ben dünyanın her yerinde müzik vasıtasıyla insanlarla iletişim kurabilirim. Ama Türkçe veya İngilizce konuşarak herkesle iletişim kuramam.
Bu festival için değil ama başka zamanlarda oluyor. Ben bir süredir New York’ta Woody Allen’ın, Al Paçino’nun filmler çektiği, Uma Thurman’ın takıldığı Kafe Vivaldi’de konserler veriyorum. 45 sandalyesi olan küçücük bir yer. Kafenin sahibi de müthiş bir klasik müzik aşığı. Orada daha spontane şeyler oluyor. Katılım da oluyor. Açık söyleyeyim, bana konser salonlarından çok daha cazip ve sıcak geliyor. O ortamlarda tabii daha spontane şeyler olması da daha normal.
Klasik müzik yirminci yüzyıldaki Amerikan keşfi pop gibi bir müzik değil. Limitsiz denebilecek kadar geniş bir repertuarı var. Barok dönemden yirminci yüzyıl müziğine kadar arada üç yüz, dört yüz yıl var. Yüzlerce besteci, binlerce eser yazmış. Herkesin kendi zevkine göre bulabileceği bir eser var. Bir değil bir sürü var hatta. “Klasik müzik dinliyorsanız çok bilgi sahibi olmanız lazım. Bunlar yüksek zümre müzikleri...” gibi söylemler çok yanlış. İtalya’da Verdi aryaları mırıldanan otobüs şoförleri gördüm. Bu bir alışkanlık meselesi. Ama tabii bazı alışkanlıklar için zaman gerekiyor. İyi şeylere alışmak nedense insanlara zor geliyor. Klasik müzik bir zevk meselesi değil. Klasik müzik diğer müziklerden daha iyi bir müzik. Daha dolu bir müzik. Herkes klasik müzik sevebilir. Birtakım geleneksel duvarlara bugüne uyarlamak gerekiyor. Dans da edebilirler. En çok da “dinlendiriyor” lafına gülüyorum, vallahi Bach’ın müziği hiç de dinlendirmiyor, kafanın içini kurcalıyor.
Bugün sınırların müzik için ortadan kalktığını söyleyebiliriz. Myspace, Deezer ve Spotify gibi müzik dinleme siteleri sayesinde milyonlarca şarkıyı hemen dinleyebiliyoruz. Dünyada dinlediğimiz tarz müzikler adına neler yapılmış, bu programlar hemen kucağımıza bırakıyor. Buradaki milyonlarca şarkıyı görüp dünyanın küçüklüğüne şaşmayan yoktur galiba. Bu sitelerde klasik müzik eserleri genelde ‘easy listening’, yani kolay dinleme adı altında sıralanıyor. Gamsızoğlu, müzisyenlerin eskiden albümlerini tanıtıp ondan para kazanmak için konserlere katlandığını, şimdi ise albümden para kazanılamadığı için konserlerden para kazanabilmek amacıyla albümlere katlandıklarını söylüyor.
Gamsızoğlu, bugünkü her şeyin çoğunluk için yapılmasının bir standardizasyon oluşturduğunu söylüyor ve bunu da Amerika’nın dünyayı kültürel olarak kirletmesi olarak değerlendiriyor. “Bu sadece Türkiye için değil Japonya, Fransa gibi ülkeler de etkileniyor bu kötülükten. Hollywood dünyayı kirleten bir kötülük. Bundan kurtulmak lazım” diyen Gamsızoğlu, kültürel zenginliklerimize bu yüzden sahip çıkmamız gerektiğinin altını çiziyor ve ekliyor: “Bütün dünyada kikstarter.com gibi bir fenomen var mesela. Herhangi bir mesele için para toplanıyor. “Parka bank alacağız” deyip para topluyorlar. Amerika’da neredeyse her şey için bu tür kampanyalar yapıyorlar. Bunun sözlüklerde Türkçe karşılığı yok deniliyor ama var arkadaş; ‘imece’. En son ne zaman imeceyle bir şeylerin yapıldığını duydunuz? İnsanların insanlarla iletişimi kalmadı artık. Bunu tekrar hatırlamamız gerekiyor”