Pazar gününü neden sever veya nefret ederiz? Yazar Hatice Bilen Buğra buna çok net bir yanıt veriyor: “Gün’ü bize sevdiren ya da nefret ettiren adının cuma ya da pazar oluşu değil, o günde yaşadıklarımız ve yaşananların bizde bıraktığı duygular, izlenimler ve hatıralardır.”
Salih, Demirci Hamdi Usta’nın, Niko da Terzi Yani’nin yanında çalışıyordu. Biri cuma, öteki pazar günleri tatil yapardı. Salih beş vakit namazını kılar, Niko kilisesine devam ederdi. Fakat bütün bu ayrılıklara rağmen arkadaşlıkta değişen bir şey yok gibiydi. Bu hafta pazar gününün anlamına, farklı bir noktadan yaklaşalım diye sizi Tarık Buğra’nın, Küçük Ağa’sından bir alıntıyla karşıladık. Bu alıntıyla başlamamızın bir başka nedeni de var. Bugün Pazarları Hiç Sevmem’de konuğumuz Hatice Bilen Buğra. Buğra’yı pek çok okurumuz Umursanmayan Kadınlar, Geçmişin Aynasında, Elde Kalan, Bir Tokada Bir Koca, Ayın Uysal Işığı, Aynadaki Boşluk gibi kitaplarından hatırlayacaktır. Aynı zamanda Buğra’nın 1914’lerden 1940’lara Türk Resim ve Romanında Gerçeklik üzerine bir çalışması da var. Yine son yıllarda Tarık Buğra’nın çeşitli gazete ve dergilerdeki makalelerini de okurla buluşturmaya devam ediyor. Tarık Buğra’nın eşi Hatice Bilen Buğra’dan ilk olarak klasik bir pazar gününü tarif etmesini istiyoruz. Buğra, tam da Küçük Ağa’daki bu anlatıyı anımsatacak şekilde bize şunları söylüyor: “Bilirsiniz, Cumhuriyet’le birlikte, eski ‘gün’ümüzün ölçüsü de değişti. Ahmet Haşim’e edebiyatımızın en güzel denemelerinden birini yazdıran bu değişimle tatil günümüz de pazar oldu. Ama ‘gün’ü bize sevdiren ya da nefret ettiren adının cuma ya da pazar oluşu değil, o günde yaşadıklarımız ve yaşananların bizde bıraktığı duygular, izlenimler ve hatıralardır. Hatırlamak aynı zamanda hissetmek ve düşünmek demek olduğuna göre şimdi düşünüyor ve yaşadığım ‘pazar’ ları ikiye ayırıyorum: Çocukluğumun ve erginliğimin pazarları.”
Mevsim yazsa...
Buğra, çocukluğunun pazarlarında annesi, babası ve kardeşleri olduğunu söyleyerek bize o günlerine ait anılarını aktarıyor: “Mevsim yazsa, pazar sabahları babam, ön bahçeye bakan balkonda semaveri yakar ve çayı hazırlar, annem de mutfakta, kuzinede yanan odun ateşinin üstüne yerleştirdiği bakır tavada, bol tereyağlı ve peynirli bir kuymak pişirirdi. Ağır ağır helmelenen kuymağın kokusu ortalığı sararken annem bir yandan da sofrayı hazırlar, bu arada biz çocuklar da odalarımıza sızan nefis rayihalar yüzünden teker teker uyanırdık. Daha büyüklerden biri ‘Haydi sofraya!’ diye seslenmeden de biz, elimizi yüzümüzü yıkamış, pijamalarımızı çıkarmış, üzerimize geçirdiğimiz rahat kıyafetlerle sofranın başına üşüşmüş olurduk.
Mekânın rolü önemli
Pazarları favori mekânını sorduğumuzda ise ayrıntılı bir yanıt veriyor bize: “Genelde arkadaşların davet ettiği yere giderim, itiraz etmem. Bazen de yeri ben seçerim, arkadaşlarım katılır. Böyle buluşmalarda mekân önemli bir rol oynar, farkına varmadan sohbeti tatlılaştırır, geçirilen saatleri huzurlu anlara dönüştürür. ”En güzel ve en kötü geçen pazar gününü soruyoruz. “Kişisel hayatımda, şükür ki, hatırladığım öyle bir pazar günü yok” diyor ama önemli bir eklemede bulunuyor: “Ülkemizde 16 Şubat 1969’da İstanbul Taksim’de meydana gelen olayı ve daha sonraları ‘Kanlı Pazar’ diye anılan günü hatırlıyorum. Allah bu ülkeye öyle günleri bir daha yaşatmasın.”
Okurken günü ve getirdiği sıkıntıları unutuyorum
Buğra’nın hem çocukluğunun hem de yetişkinliğinin pazarlarını dinledikten sonra, pazarları sıkıntılı bulanları hatırlatıyoruz. Bu sıkıntıdan kurtulmak isteyenler için bir önerisi var mıdır? “Öneride bulunamam, ama kendi tecrübelerimden söz edebilirim” diyor Buğra. Ardından da şunları anlatıyor: “Hayatım boyunca kitaplar en iyi dostum, arkadaşım oldu. İyi yazılmış bir kitapla baş başa kalmayı bir arkadaşla boş boş laflamaya her zaman tercih ederim. Bu alışkanlık sayesinde pazar sıkıntısı, daha doğrusu can sıkıntısı nedir, bilmiyorum; çünkü okurken günü ve getirdiği sıkıntıları unutuyorum. Okuduğum her kitap önüme benim dünyama karşı, ona uymayan, ondan ayrı bir dünya getirir; bu yüzden okurken tuhaf bir heyecan duyarım; o heyecanla zihnim aydınlanır, içim genişler, sükûnete kavuşurum. Evde yapılması gereken işler varsa onları da genelde pazar günlerine bırakırım, bir işle uğraşırken günü ve saatleri unuturum, bu unutuş da beni oyalar. Arada sırada hasta ziyaretlerine giderim, bazen de arkadaşların çağrılarına ‘evet’ derim.” Buğra’ya sizce pazar günü izlenecek en iyi film hangisidir, diye de soruyoruz: “Biri dramdan hoşlanır, öbürü aksiyondan, biri trajediden, öbürü bilim-kurgudan; o yüzden pazarları izlenecek en iyi film ‘şudur’ diyemem, ama daha başında sonucu öngörülen filmlerden hoşlanmam.”
Kendini herkese beğendirmek zorunda hisseden biri
Peki diyoruz, acaba pazar günleri çalışır mısınız? Hatice Bilen Buğra, bu soruya da “Dışarıda bir yere gitmeyeceksem, o sırada üzerinde çalıştığım işi sürdürürüm, ama genelde çalışmak için güne bağlı biri değilim. Çalışmak için gün değil, ruh durumum yönlendirir beni” cümleleriyle yanıt veriyor. Geldik son soruya... Pazar günü bir insan olacak olsa nasıl biri olurdu? Buğra’nın cevabı ise şöyle: “Kendini herkese beğendirmek ve sevdirmek zorunda hisseden ezik biri olurdu.”