Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, "Kelimeler dünyamızı nasıl renklendirir?" başlıklı bir yazı kaleme aldı. Ülker, 'Bu imla adamı D'li eder diyerek başladığı yazısında, Konuştuğumuz dil algılarımızı etkiler mi? Dil ile düşünüş tarzlarımız arasında anlamlı bir bağlantı var mı? Kavramlar düşünüş şekillerimizi nasıl etkiler? Bir dildeki bütün kavramlar diğer bütün dillerde ifade edilebilir mi? Toplumların dilleriyle kültürleri arasında nasıl bir ilişki vardır? Peki, bir dilin karmaşıklığını, yabancı birinin o dili öğrenmek için çektiği zorluk olarak tanımlayabilir miyiz? sorularına cevap verdi.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, "Kelimeler dünyamızı nasıl renklendirir?" başlıklı bir yazı kaleme aldı. Ülker, yazısında şu ifadeleri kullandı.
Bugünkü konumuz bence ilginç; konuştuğumuz dil ve kültür ilişkisi.
Konuştuğumuz dil algılarımızı etkiler mi? Kitap Türkçe’ye 2019 yılında çevrilmiş, “Through the Language Glass: Why the World Looks Different in Other Languages”. Yani kısaca “Dünya Diğer Dillerde Niye Farklı Görünüyor?”
Yazar Guy Deutscher araştırmacı ve akademisyen, kitabında şu sorulara cevap arıyor:
Dil ile düşünüş tarzlarımız arasında anlamlı bir bağlantı var mı?
Kavramlar düşünüş şekillerimizi nasıl etkiler?
Bir dildeki bütün kavramlar diğer bütün dillerde ifade edilebilir mi?
Toplumların dilleriyle kültürleri arasında nasıl bir ilişki vardır?
Peki, bir dilin karmaşıklığını, yabancı birinin o dili öğrenmek için çektiği zorluk olarak tanımlayabilir miyiz?
Kitaptaki fikirler bana kısa süre önce okuduğum “Usta Kalemlerden Unutulmayan Yazılar” kitabından bir yazıyı (1) aklıma getirdi:
“Bir dostumuzun ifşaatına göre yeni hazırlanan İmlâ Lûgatï’ne uymamız lâzım gelirse ben artık “Halid”i “Halit” şeklinde yazacakmışım; Mehmed ve Ahmed’ler de öyle yapacaklarmış. Fakat bu isimler birer mef’ul alınca yeniden tebdil-i suret edecekler, yine “d”li olacaklarmış. Deli olmamak işten değil! Meselâ Bay Halit, iki satır ötede “Bay Halid’e” veya “Halid’i” şekline girecekmiş. Bir yaşıma daha girdim! Has isimlerin değişmesi de ne demek? Velev ki, tek ve son harfi tebeddül etse, o ismin haslığı, hususîliği nerede kalır?
İmlâ Lûgati bize sadece imlâmızı değil, anlaşılan bu gibi nev icat kaidelerle bazımıza adımızı da şaşırtacak. İnşallah, kitapta, bir kısmımızın yazdığı gibi “tahin helvası”, “tahan helvası” telaffuzunu alarak tadından kaybetmemiştir. Daha neler var ya?
Lâkin ceza kanununa bir madde ekleninceye kadar kendi adımı “d”li yazmaktan vazgeçmem. “d”liyim amma artık kanuna karşı koyacak mertebede değil! REFİK HALİD KARAY (1888-1965)”
Benim hiç böyle şahsi bir derdim olmadı. Ama yabancı dil imla sınavlarından daha yüksek not alırdım öz dilim Türkçe sınavlarına nazaran. Babama danıştığımda mesele etme oğlum Türkçemizdeki istisnalar zaten imla kurallarını aşkındır demişti. Neyse benim derdim sözlükle, tercüme ile…
Bir örnek; alignment = hizalanmak diyor sözlük. Doğru gibi gözükse de yanlış, mantıksız hatta tehlikeli! Dil, sözcükler ve manası çok mühimdir, hem o toplumun gelişiminde hem de o toplumu anlamak için… İşte bunu irdeleyen bir kitap ve etrafındaki düşünceler, anlaşılıyor ki dil araştırmacıları arasında bu tartışmalar bitecek gibi de değil. Bakalım bu konu sizin için calibi dikkat mi?
Dilbilimci Guy Deutscher Through the Language Glass (Dilin Aynasından) (2) isimli kitabında dil konusunda birçok soruya yanıtlar aramış, pek çok konuya açıklık getirmeye çalışmış. Öyle anlaşılıyor ki dilbilimciler dil ve düşünce biçim farkları konularını uzun zamandır irdeliyorlar.
Yazar kitaba şöyle başlıyor: “Farklı milletlerden filozoflar, halkların karakterlerinin kullandıkları dile yansıdığını yıllarca öne sürdü. Düşünürler genel ilkeyi ortaya koyduktan sonra, belli bir dilin belli özellikleri üzerine ve bu dilsel özelliklerin belli bir halkın özelliklerine ilişkin ne anlattığı üzerine akıl yürütmeye başlar başlamaz bu düşünce dağılıverdi.”
Yazar, kültürel farklılıkların dilde anlamlı biçimde görüldüğünü ve anadilimizin düşünme ve dünyayı algılama tarzımızı etkilediğine dair büyüyen bir bilimsel araştırma külliyatının sağladığı somut kanıtlar bulunduğunu savunuyor.
Dil Aynası
1871’de İngiliz antropolog Edward Tylor çığır açan kitabı Primitive Culture’a (İlkel Kültür) şu tanımla başlıyormuş: “Geniş etnografik anlamıyla kültür insanın bir toplumun üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, gelenek ve benzeri başka yetenek ve alışkanlıkları içeren karmaşık bütündür.” Dil kültürün bu yönlerinden biri midir? Kültür tarafından mı biçimlendirilir, doğadan mı devralınır? Dile zihnin aynası olarak bakarsak ne görürüz orada, insan doğasını mı, toplumumuzun kültürel uzlaşanlarını mı?
Diller dünyanın bir yerinde başka, bir diğerinde başkadır ve bir çocuğun öğrendiği dilin, hangi kültürün içine doğmuşsa o kültürün dili olduğunu herkes kabul eder.
Bostonlu bir bebek, Bostonlu genleri taşıdığı için değil, Boston İngilizcesi ortamında doğduğu için Boston İngilizcesi konuşarak büyüyecektir. Yeni doğmuş bir Pekin sakini, genetik bir yatkınlık sebebiyle değil, Mandarin ortamında büyüyeceği için zamanla Mandarin Çincesi konuşmaya başlayacaktır. Eğer bebekler değiştirilirse, zamanı gelince Pekinli oğlan mükemmel bir Boston İngilizcesi, Bostonlu kız da mükemmel bir Mandarin Çincesi konuşacaktır. Bu önermeyi destekleyecek milyonlarca kanıt dolaşıyor her tarafta.
Dahası, diller arasındaki en bariz fark, nesnelere ve kavramlara farklı adlar, farklı etiketler takmalarıdır ve herkes bilir ki, bu etiketlerin kültürel uzlaşmalar olma dışında hiçbir iddiası yoktur.
Hiçbir çocuk “Bu bir kedi mi, köpek mi?” diye sormaz. Yaşadıkları toplumun dilinde bu kavramları çocuklara öğretmek gerekir ancak, onları nasıl birbirlerinden ayırt edeceklerini söylemek gerekmez. Çocukların bu içgüdüsel kavrayışı, benzer nesneleri kümelere ayırmaya yarayan güçlü bir kalıp tanıma algoritmasının, insan beyninin doğuştan gelen yeteneklerinden biri olduğunu gösterir.
Böylece yazar, “Dil kültürü mü yoksa doğayı mı yansıtır?” sorusuna basit bir cevap vermiş bulunuyor. Dili iki kısma ayırıyor: etiketler ve kavramlar alanı. Etiketler kültürel uzlaşmaları gösteriyor, ancak kavramlar insan doğasını.
“Kedi ve gül gibi fiziksel nesnelerden mesela “zafer”, “hakkaniyet” veya “haset” gibi soyut kavramlara geçtiğimizde sizce ne olur?”. Bu kavramlar doğada var mıdır? Yoktur, bu nedenle kültür işin içine girer.
İlgi çekici bir örnek alanı daha: Hayatta en çok önem taşıyan basit vücut kısımları arasında eller, ayaklar, parmaklar ve boyun bulunuyor.. Ama bu farklı olduğu söylenen vücut parçalarının, doğa tarafından bilinçli şekilde birbirinden ayrıldığını söyleyemeyiz. Mesela el ve kol, tek bir şey midir yoksa iki ayrı şey mi? Cevap yine hangi kültürde yetiştiğinize göre olarak değişir.
“İbranice konuşan biri, çocukken eline iğne yapıldığını söylerse size, aslında el-kol ayrımı yapmayan bir dilde düşünüyor ve bizim ısrarla “kol” dediğimiz elin o bölümünden söz ederken farklı bir kelime kullanmıyor.
İşte kültür, dilleri bu gibi yönlerden etkiliyor. Dolayısıyla bu alan, doğa ve kültür taraftarları arasında yıllardır süren bir çatışma halini sürdürüyor. Renklerin dili üzerinden kopan savaş daha büyük, çünkü renkler algımızın oldukça derin bir düzeyinde yer alıyor.
Renkleri adlandırma şeklimiz bir doğa kanunu mu? “Sarı” ve “yeşil” kavramları gözümüzün ve beynimizin biyolojik yapısı tarafından tayin edilen, insan soyunun evrensel kabullendiği bilgiler mi?
Buraya kadar, dilin bir dizi kavram ve bu kavramlara ait etiketlerden yani isim vermelerden ibaret olduğu anlamı çıkabilir. Dil bilgisi kuralları olmadan, cümle içinde kelimelerin sıralamasına ilişkin kurallar olmadan, istediği kavramları istediği kadar kullansa da insan düşüncelerini uyumlu bir biçimde iletemez.
Dilbilimciler arasında, günümüzde Noam Chomsky ve ondan etkilenenlere göre baskın görüş, genel olarak gramerin yani bütün insan dillerinin gramerinin büyük ölçüde doğuştan geldiğini söylüyor. Doğuştancı olarak bilinen bu fikir akımı, evrensel gramer kurallarının genlerimizde kodlanmış olduğunu belirtiyor.
Azınlıktaki karşıt görüş sahiplerine göreyse herhangi bir özel gramer kuralının beyne kazınmış olduğunu gösteren bulgular yetersizdir.
Yazar, hem doğuştancı, hem kültürcü, her görüşten dilbilimcinin, “Bütün diller eşit ölçüde karmaşıktır” sözünü tekrarlayarak boş bir tartışma içerisinde olduklarını ifade ediyor ve diyor ki: gramerin bazı alanlarındaki karmaşıklığının o dili konuşanların kültürünü yansıttığına dair çok sayıda kanıt var!
Peki şimdi başka bir çarpıcı soru soralım: Farklı diller o dilleri konuşanların algılarını farklılaştırır mı? Dilimiz, içinden dünyayı gördüğümüz bir mercek midir?
Yazarın belirttiğine göre yakın zamanlardaki araştırmalarda ortaya çıkan bulgular anadilin kendine özgü niteliklerinin zihni gerçekten nasıl şaşırtıcı biçimlerde etkilediğini göstermeye başlamış.
Yazar burada Gladstone ve Geiger’in araştırmalarına atıf yapıyor. (3) Mesela Geiger modern Avrupa dillerinde önceleri “mavi” kavramının kendi başına bir kavram olarak tanınmadığını, siyah ya da yeşilin içinde düşünüldüğünü ortaya koymuş. Mavi öncesi dönemden de önce gelen dönemde yeşilin sarıdan ayrıştırılmadığı bir dönemin bulunduğunu da öne sürmüş. Daha da önceki bir dönemdeyse “sarı” bile bugün bildiğimiz “sarı” değilmiş, çünkü daha sonra sarı anlamına gelecek kelimelerin kökeninde kırmızımsı renkler için kullanılan kelimeler bulunuyormuş.
Geiger buradan yola çıkarak sarı öncesi dönemde, “renk duyusunun en ilkel aşaması olarak bir siyah-kırmızı ikiliği ortaya çıkmıştır” diyormuş. Araştırmacılar insanın renk algısının “renk tayfı şemasına uyarak” aşama aşama arttığını öne sürüyorlar. Önce kırmızıyı algılama yeteneği geldi, sonra sarı, sonra yeşil, en sonunda da mavi… Ve buradaki asıl konu bu gelişmenin bütün dünyadaki farklı kültürlerde tamamen aynı sırayla gerçekleşmiş olması, diyorlar.
Yani, Geiger ve Gladstone yıllar boyunca kültür-doğa tartışmasının merkezinde kalacak olan temel meseleyi, yani gözün görebildikleriyle dilin anlatabildikleri arasındaki ilişkiyi açıkça ortaya atmışlar…
Renk kavramları Gladstone, Geiger ve Magnus’un inandığı gibi doğrudan doğruya doğamızla mı belirleniyordu, yoksa sadece kültürel uzlaşmalar mıydı bunlar? İşte Magnus’un görüşleri etrafında dönen tartışma, dilin kavramları üzerine doğanın ve kültürün hak iddia ettiği açık savaşın başlangıcı oldu. Görme duyusunun kendisi değişmiş olamayacağına göre, tek açıklama eskilerin renk tasvirlerindeki muğlaklığını dillerinin kusurlu oluşuna bağlamaktı. Başka bir deyişle, öne sürdükleri görüş eskilerin dillerinden hangi renkleri algılayabildiklerinin çıkarılamayacağıydı.
Morla siyah, yeşille sarı ya da yeşille mavi arasındaki farkı görebilen insanların, dillerinde bu ayrımları ifade etmeye zahmet etmeyebileceği nasıl düşünülebilinirdi? İlkel kabileleri incelediklerinde renkleri ayırt edemeyen tek bir kabile bile bulamadılar. (4)
İnsanlar renkler arasındaki farkı görmelerine rağmen onlara farklı adlar vermeyebiliyorlardı.
Renkler konusu, alışılmış olmayanın her zaman doğal olmayan anlamına gelmediğini apaçık ortaya koydu. Mesela sarıyı, açık yeşili ve açık maviyi aynı rengin farklı tonları olarak alan bir dil bize anlaşılmaz ölçüde yabancı gelebilir; ama ana vurguyu renge değil parlaklığa yapan, ayrı bir yer verilen tek ana rengin kırmızı olduğu, bir kırmızılık taşımayan bütün parlak renkleri doğal olarak aynı kavram altında toplayan bir dilde bu ayrım oldukça anlamlıdır.
Bu noktadan sonra Deutscher tartışmayı gramer alanından örneklerle sürdürüyor. “Gramer sistemlerinin belli başlı diller arasında bile farklılık gösteren çarpıcı bir yönü, kelimelerin sıralanmasına ilişkindir.” diyor ve ekliyor: Mesela Japonca ve Türkçede kelimelerin ve gramer unsurlarının dizilimi İngilizce ile taban tabana terstir.
Doğuştancılar için genetik olarak kodlanmış gramer, birkaç parametre yani “aç- kapa” düğmesi gibi düşünülebilecek, önceden programlanmış bir dizi seçenek içerir. “Çocuklar anadillerini edinirken gramer kurallarını öğrenme gereksinimi duymaz; beyin, içinde bulunduğu dile uygun biçimde, önceden programlanmış parametreleri ayarlar sadece. Doğuştancılar bu birkaç aç-kapa düğmesinin farklı biçimlerde ayarlanmasının, dünyadaki bütün dillerin gramer yapılarındaki çeşitliliği açıklayabileceğini iddia ediyorlar. Doğuştancıların gramerin doğuştan geldiği yolundaki inatçı iddialarının, kültürcülerin aynı ölçüde kararlı itirazıyla karşılaştığını söylüyor yazar.
Dilin karmaşıklığı, dilbilimcilerin ileri sürdüğü gibi, insan soyunun doğasını yansıtan evrensel bir sabit midir; yoksa konuşanların kültürünü ve toplumunu yansıtacak biçimde değişken midir?
Basit kabilelerde konuşulan yüzlerce dilin derinlemesine incelenmesi sonucunda, tek bir kabilenin dilinin bile “Ben var uyumak burada” gibi bir düşük düzeyde olmadığı görülmüş. Yazara göre: aynı şekilde, kuşaklar boyunca iletişim aracı olarak iş görmüş hiçbir dil belli bir karmaşıklıktan yoksun olamaz; ama bu, bütün dillerin eşit ölçüde karmaşık olmasını da gerektirmez.
Dillerin, fikirleri ifade etme yeteneğine pek bir faydası bulunmadan karmaşıklığı artıran anlamsız düzensizliklerle dolu olduğunu, bir yabancı dil öğrenmeye çalışmış olan herkes zor bir şekilde öğrenmiştir. Öğrenme güçlüğüne dayanarak bir dilin karmaşıklığına ilişkin bir ölçü geliştirmenin açık bir yolu yoktur, çünkü her şey hangi noktadan başladığınıza bağlıdır.
Uzun lafın kısası, iki dilin genel karmaşıklığını kıyaslamak için keyfi olmayan nesnel bir ölçü tasarlamanın yolu yoktur.
Mesela sadece dilin sahip olduğu fonemleri (farklı sesleri) sayarak ses sisteminin büyüklüğünü ölçebiliriz. Ya da fiil sistemine bakarak fiillerde kaç farklı kipin bulunduğunu ölçebiliriz. Bu yolla karşılaştırıldığında dillerin, gramerlerinin belli özel alanlarındaki karmaşıklık açısından ne kadar değişkenlik gösterdikleri ortaya çıkar. Dilin, karmaşıklığı kültüre bağlı olarak değiştiği genel olarak kabul edilen bir alanı varsa o da kelime dağarcığıdır. Buradaki bariz ayırt edici çizgi, okuma yazması olmayan toplumlarla yazılı geleneği olan toplumlar arasındadır.
Yazısı olmayan küçük toplumların dillerini tanımlayan dilbilimciler, kelime hazinelerinin ortalama büyüklüğünün üç ile beş bin kelime arasında olduğunu tahmin ediyorlar. Buna karşılık büyük Avrupa dillerine ait iki dilli bir küçük sözlük tipik olarak en azından elli bin madde içerir. Daha büyüklerinde bu sayı yetmiş-seksen bine çıkar. Orta büyüklükte tek dilli İngilizce sözlüklerde yüz bin civarında madde bulunur.
Baştaki soruya tekrar dönelim. Anadilimiz düşünme ve dünyayı algılama tarzımızı belirliyor mu?
Diller arasındaki gerçek fark, bir dilin neleri ifade edebileceği noktasında değil, “bir dilin kendi içsel gücüyle, o dili konuşanları ne yapmaya teşvik ve tahrik ettiği” konusuydu. Dilsel biçimlerin dünyaya uyum sağlama çabamız üzerinde zorbaca egemenliği gerçek miydi?
Nietzsche’nin söyleMEdiği sözlerin en meşhuru şudur: “Dil hapishanesinde düşünmeyi reddediyorsak, düşünmeyi bırakmamız gerekir.”
Aslında tam olarak söylediği neydi, Deutscher’ın açıklamasına odaklanarak: “Dilsel kısıtlar altında düşünmek istemiyorsak, düşünmeyi bırakmamız gerekir”
“Dilsel görelilikte yanlış olan ne varsa hepsini güzelce özetleyen bir cümledir bu.” diye belirtiyor yazar.
Elbette George Orwell’in 1984 romanından verdiği örnek çok şey anlatır: “Söz edilmezse, böyle bir falsolar listesi eksik kalır. Bu romanda siyasi iktidardakiler dilin gücüne öyle inanırlar ki, aykırı kelimeleri kelime dağarcığından silerek bütün siyasi muhalefeti ortadan kaldırabileceklerini varsayarlar. Sonunda düşünce suçunu kelimenin tam anlamıyla imkânsız hale getireceğiz, çünkü böyle bir şeyi ifade edecek kelimeler olmayacak. Peki ama burada durmak neden? “Açgözlülük” kelimesini yok etsek de dünya ekonomisinin sorunlarını hallediversek, “ağrı” kelimesini atsak da parasetamole harcanan onca paradan tasarruf etsek, “ölüm” kelimesini çöpe atsak da evrensel ölümsüzlük için pratik bir çözüm bulsak iyi olmaz mı?”
Humboldt’un iki yüz yıl önce bizzat fark ettiği gibi, herhangi bir dilin o dili konuşanlara herhangi bir şeyi düşünmeyi yasakladığına dair hiçbir bulgu olmadığına göre, anadilin etkisi, farklı dillerin o dilleri konuşanların ne düşünmelerine izin verdiği sorusunda aranamazdı.
Rus asıllı Amerikalı dilbilimci Roman Jakobson, Boas’ın fikrini bir özlü sözle ifade ediyor: “Diller esas olarak neyi aktarabildikleri açısından değil, neyi aktarmak zorunda oldukları açısından ayrışırlar.”
Başka bir deyişle kuramsal olarak her dil her şeyi ifade edebileceği için diller arasındaki can alıcı fark, her dilin konuşanlara ifade etme imkânı tanıdığı şeylerde değil, konuşanları ifade etmek zorunda bıraktığı şeylerdedir.
Kamusal rolü açısından dilin, o dili konuşanların oluşturduğu topluluğun, etkin bir iletişim sağlamak amacıyla üzerinde anlaştığı bir uzlaşımlar sistemi olduğunu düşünüyor yazar.
Dilin etkin bir iletişim aracı olarak işe yaraması için o dili konuşanların zihinlerindeki özel bilgi sisteminin, kullanılan dil sistemiyle bir uyum içinde olması gerekir. İşte bu sayede zihnimizde olan bitenin yansımalarını dille ifadelerde bulmak mümkün oluyor.
Dilimizin dünyayı kavramlara bölme tarzının doğa tarafından belirlenip bize sunulan bir şey olmadığı ve neyi “doğal” bulduğumuzun büyük ölçüde hangi uzlaşılarla yetiştirildiğimize bağlı olduğunu açıklığa kavuşturan bu kitap, dikkatlice okunmayı hakediyor. Neyin öğrenilebilir ve iletişiminin nasıl olduğunu belirleyen kısıtlarla, en basit kavramların nasıl tanımlandığını eğlenceli bir dille karşılıklı örneklerle anlatıyor.
Dilin düşünce üzerindeki kanıtlanabilir etkisi, daha önce herkesin kulaktan duyma bilgilerle bildiklerinden çok daha farklı görünüyor. Özet olarak, anadilimizin entelektüelliğimizi sınırladığı ya da başka bir dilde kullanılan kavram ve ayrımları anlama yeteneğimizi kısıtladığı yönünde hiçbir bulgu bulunamamış. Anadilin asıl etkisi belli tür deyişlerin sık kullanımı ile oluşan düşünce alışkanlıklarında gizli. “Farklı görmek üzere eğitildiğimiz kavramlar, anadilimizin bizi sürekli vermek zorunda bıraktığı bilgiler, dikkatli olmamızı istediği ayrıntılar ve bizi maruz bıraktığı tekrarlanan çağrışımla bütün bu konuşma alışkanlıkları, dilin kendisine dair bilgimizden daha fazlasını etkileyen düşünce alışkanlıkları yaratabilir.” diyor yazar.
Toplumun yapısıyla gramerin yapısı arasındaki bağlantılara ilişkin araştırmalar ise henüz netleşmiş görünmüyor.
Bana göre de hiçbir dil diğerinden daha zengin, daha fakir, ya da daha güzel diye küçümsenmemeli ya da üstün görülmemeli. Öyle görünüyor ki diller gereksinim duydukları sözcükleri üretiyor ya da ödünç alıyorlar. Türkiye’de elektiriğin köylere, kasabalara ulaşmadığı dönemde aydınlatmayı sağlayan gaz lambası, şinanay, ispirto ocağı, lüks günümüzde yok olmuştur. Teyyare’nin yerini de uçak almış, Teyyare diyene de bir süre “demode” gözüyle bakılmıştır. (6) Diller kültürleri özetler. Ben dilin yaşayan organizma olduğunu sanıyorum.
Yazmaya başladıktan sonra farkettim; Türkçemiz çok özellikleri olan gelişmiş ve pratik bir dildir. Tercihim daima Türkçe yazmak olacaktır sanırım. Umarım “dil” merakınızı uyarabilmişimdir. Eğer öyleyse yorum ve önerilerinizi bekliyorum.