Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel sitesinde "Hepimiz Hz. Adem'in ve Havva'nın çocuklarıyız' başlıklı bir yazı yayınladı. Ülker yazısında, aile hayatı ve İslâm toplumu konusundaki değerlendirmeleriyle tanınan ilâhiyatçı Rabia Gürer ile hukukçu ve psikolog olan Mehtap Altıntaş tarafından hazırlanan "Kutsal Kitaplarda Kadın" isimli eseri ele aldı.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, 'Hepimiz Hz. Adem'in ve Havva'nın çocuklarıyız' başlıklı yazısını okurlarıyla paylaştı. Ülker yazısında, ilâhiyatçı Rabia Gürer ile hukukçu ve psikolog olan Mehtap Altıntaş tarafından hazırlanan "Kutsal Kitaplarda Kadın" isimli eseri ele aldı.
KUTSAL KİTAPLARDA KADIN
Bu eser, aile hayatı ve İslam toplumu konusundaki değerlendirmeleriyle tanınan Kur’an-ı Kerim kursu hocası, ilâhiyatçı Rabia Gürer ile bir hukukçu ve psikolog olan Mehtap Altıntaş tarafından hazırlanmıştır. Uzun süredir ülkemizde ve dünyada kadın hakları üzerinde kafa yoran ve bu konuda onların sıkıntılarını yakından izleyen kişiler olarak böyle bir çalışma yapmayı dinî, millî ve evrensel bir görev edindikleri anlaşılıyor, diyor kitaba yazdığı önsözde Prof. Dr. Hamdi Döndüren.
Çalışmada, ülkemizde ilk defa Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran’da karşılaştırmalı olarak kadının yaratılışı ve ailede, ibadette, hukukta, toplumdaki yeri incelenmiştir. Bu inceleme bizim bugün Batı’da revaç bulup tüm dünyaya yayılan feminizm vb hareketleri anlamamıza yardımcı olacaktır.
Kur’an’da kadınların yaratılış sebebinin ailede sükûnet ve huzur kaynağı olarak gösterilmesi anlamlıdır (Rûm, 30/21). Toplumda sevgi, merhamet ve nezaket duygusu ve davranışları kadınlar sayesinde gelişir ve şekillenir.
Hz. Muhammed’in (sav) Veda Hutbesi’ndeki şu sözlerine bakınız:
“Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır…” (Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56; İbn Mâce, “Menâsik”, 84; Dârimî, “Menâsik”, 34; Ahmed b. Hanbel, V, 72).
Bu kitapta dört büyük kitabın hangi zaman, mekan ve toplumlara, hangi amaçla gönderildiği açıklanırken, İslam’ın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de İslam’ın zaman, mekan ve toplumları aşan bir yaşam dini olduğu vurgulanıyor.
Gürer ve Altıntaş tarafından kaleme alınan Kutsal Kitaplarda Kadın (1) kitabında Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran’da karşılaştırmalı olarak kadının yaratılışı, ailede, ibadette, hukukta ve toplumdaki yeri incelenmiş. Bu inceleme bizim Batı’da yaygın olan ve bugün tüm dünyaya yayılan feminizm vb hareketleri analiz ve anlamamıza yardımcı olacaktır. Kuran’da kadınların yaratılış sebebinin ailede sükûnet ve huzur kaynağı olarak gösterilmesi anlamlıdır (Rûm, 30/21). Toplumda sevgi, merhamet ve nezâket duygusu ve davranışları kadınlar sayesinde gelişir ve şekillenir. Hz. Muhammed’in (sav) Vedâ Hutbesi’nde de bu konulara değinilmektedir.
Tevrat’a Göre Kadının Yaratılışı
Tevrat’taki yaratılış kıssasında erkek ve kadın birlikte ‘insan’ı oluşturmaktadır. Kadın’ın statüsü ile erkeğin statüsünde herhangi bir farklılık görülmez.
Kitabı Mukaddes’te zikredilen en talihsiz olay, yine yaratılış esnasında meydana gelen, kadının yılan tarafından aldatılması ve Âdem’le birlikte cennetten çıkarılma olayıdır. Kadının Âdem’le birlikte cennetten kovulması, insanlığın kovulmasının sebebi olarak görülecektir. Yenmesi yasaklanmış olan iyiyle kötüyü bilme ağacının meyvesinden yılanın kandırmasıyla yiyen ve yanındaki kocasına yediren kadına, aynı zamanda yeryüzünde çekeceği sıkıntıların sebebinin de kendisi olduğu hatırlatılacak ve bunun ‘ilahi bir ceza olduğu’ belirtilecektir.
İncil’e Göre Yaratılış
“Dünyayı ve içindekilerin tümünü yaratan, yerin ve göğün Rabbi olan Allah… Herkese yaşam, soluk ve her şeyi veren… Allah, bütün ulusları tek insandan türetti ve onları yeryüzünün dört bucağına yerleştirdi.” (Elçilerin İşleri, 17: 24-25).
“İlk insan Âdem, yaşayan can oldu?” (Pavlus’tan Korintlilere 1. Mektup, 15: 45-47)
Allah, yaratılışın başlangıcında, “İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.” (Markos,10: 6)
“İsa şu karşılığı verdi: ‘Kutsal Yazılar’ı [Allah’ın vahyini] okumadınız mı? Yaradan [Allah] başlangıçtan insanları erkek ve dişi olarak yarattı.” (Matta, 19: 4)
“Ne var ki, Rab’de ne kadın erkekten ne de erkek kadından bağımsızdır. Çünkü kadın erkekten yaratıldığı gibi, erkek de kadından doğar. Ama her şey Tanrı’dandır.” (Korintliler 13, 11-12)
Kur’an-ı Kerim’e Göre İnsanın Yaratılışı
“And olsun, biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak’ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir” (Mü’minûn, 23/12-14).
Mevdudi, Nisâ suresi 1. ayeti tefsir ederken; müfessirlerin genellikle Hz. Havva’nın Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığını söylediklerini, Kitab-ı Mukaddes’te de aynı olaydan bahsedildiğini, Talmud’da bundan başka Hz. Âdem’in on üçüncü kaburga kemiğinden yaratıldığının belirtildiğini, ancak Kuran’ın bu konuda sükût ettiğini, bunu destekler nitelikteki hadisin ise anlaşılandan farklı bir anlama delalet ettiğini belirtir. Ayrıca, ‘kaburga kemiği’ olarak tercüme edilen (ed-dil’u) kelimesinin Arapça ve İbranice orijinalinin ‘fıtrat, mizaç, bünye’ anlamlarına da geldiğini savunan ve bunun erkekle kadının aynı özden yaratıldığını ifade ettiğini belirten bilginler de vardır. Zaten Kuran’da Allah, Âdem ve eşini aynı özden yarattığını söylemektedir: “Ey insanlar! Sizi bir tek özden (nefs) yaratan, onun bir kısmından da eşini (zevcehâ) yaratan ve ikisinden pek çok erkek ve kadın türeten Rabbinizden sakının.” (Nisâ, 4/1; ayrıca bk. En‘am, 6/98; A‘râf, 7/189; Zumer, 39/6).
Tevrat’ta Kadın
Kadının birinci görevi ve varlık sebebi çocuk doğurmak ve yuvaya bakmaktır. Anne olarak kadının özel bir yeri vardır ve ona saygı gösterilmesi istenir.
Kutsal kitabın pek çok kurallarının kadını görmezden geldiği, yasal bir kimlik olarak değerlendirmediği anlaşılıyor. Yasalar sadece erkeklere mahsus kılınmıştır. Özellikle Talmud döneminde çok eşliliğe izin verilmiştir. Kadınların sadece tek bir eş edinmeleri müsaade edilirken, erkeklere birden fazla eş edinmeleri için olanak tanınmıştır. Ataerkil poligami, zamanla yerini monogamiye bırakmış çünkü kısırlık boşanmak için yasal neden haline gelmiştir.
Tevrat, kadınlara erkekler gibi, erkeklere de kadınlar gibi giyinmeyi yasaklamıştır. Yahudilikte kadın diğer ataerkil kültürlerde olduğu gibi görünmeyen bir sınıf olarak yorumlanır ve sınıf temsilinden yoksundur. Toplum içinde alt topluluk olarak desteklendiğinden, kadın ve erkek arasında gerçek eşitlikten bahsetmek imkansızdır.
Miriam, Deborah, Hulda gibi kadın peygamberler veya Ruth, Ester gibi önemli rol üstlenmiş kadınlar da olmasına rağmen yine de İsrail cemiyetinde kadın kamu alanının dışında bırakılmıştır.
Yahudilik’te, Ortodoks olmayan çevreler yeni şartlara ve feminizmin etkisine daha açıktır ve bunlar da kadınların Yahudi ibadetindeki rollerini daha da artırmakta ve sağlamlaştırmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde Hebrew Union College 1972’de ilk kadın hahamı tayin etmiştir.
Ortodoks Yahudilik ise kadınla ilgili kurallarda köklü değişiklikler yapma arzusuna sahip değil. Ancak bazı Ortodoks çevreler kadının ibadete, Tevrat tetkikine katılımını artırmışlar ve sinagogun bölümlerini yeniden düzenlemişlerdir. Amerika’daki bazı sinagoglarda okuyucu kadınlardan oluşan korolar kabul edilmiştir. Kadınlar Tevrat okumaya ve koroya iştirak edebilmekte, hatta daha az olmak üzere rabbi bile olabilmektedirler. İsrail’de, tepkilere rağmen rabbileri seçecek kurula kadınlar da alınır.
İncil’de Kadın: Genel Bakış
Yeni Ahit’te verilen bilgilere göre, Hz. İsa’nın etrafında onun sohbetlerini ve tavsiyelerini dinleyen kadınların olduğu görülmektedir. Zina suçundan sadece kadınların ölüme mahkûm edildiği bir toplumda, mabette böyle bir infazın gerçekleşeceği esnada Hz. İsa, “İçinizde günahsız olan,!! kadına ilk taşı atsın!” sözü ile infazın yapılmasını engeller. (Yuhanna, 8: 3-11.) İlk dönem Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın kadınları öğrenci olarak seçtiğinin, onlara dostça davrandığının, değer verdiğinin farkında olmuşlardır. “Bundan kısa bir süre sonra İsa on iki öğrencisiyle birlikte köy kent dolaşmaya başladı. Tanrı’nın egemenliğini duyurup müjdeliyordu. Kötü ruhlardan ve hastalıklardan kurtulan bazı kadınlar, içinden yedi cin çıkmış olan Mecdelli Meryem (Maria Magdalena), Hirodes’in kâhyası Kuza’nın karısı Yohanna, Suzanna ve daha birçokları İsa’yla birlikte dolaşıyordu. Bunlar, kendi olanaklarıyla İsa’ya ve öğrencilerine yardım ediyorlardı” (Luke 8: 1-3).
Hıristiyanlığın mimarı kabul edilen Pavlus (2), kadının Hıristiyanlık tarihindeki yerini ve kaderini de belirleyecek olan kişi olacaktır. Kutsal Kitap’ın bu bölümünde kullanılan dile bakıldığında, anlatımın adeta anlaşılmamak üzere girift, karmaşık, muğlak ifadelerle zorlaştırıldığı görülmektedir ki, bu yönüyle ifadelerin insan elinden çıktığı izlenimi uyandırılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de geçen ifadelerin açık seçik ve anlaşılır oluşu ise başlı başına bir mucizedir. Öte yandan Hıristiyanlıkta büyük önem taşıyan ‘ilk günah’ Hıristiyanlık dininin sahip olduğu kadına bakış açısının da temelini oluşturmaktadır. Kadın, haram meyveyi Âdem (a.s.)’a yedirerek cennetten kovulmasına ve böylece insan neslinin günahkâr olmasına neden olmuştur. İnsanın alın yazısını, Tanrı’nın Âdem ve Havva çiftinin suç işlemelerine kızarak düzenlediğine inanılmıştır. Hıristiyanlıkta kadın kötülüğü, şeytana uymayı ve ayartıcılığı temsil etmektedir.
Hıristiyanlık geleneğinde kadına biçilen rol, erkekten üstün olmamaktır. En önemli görevi ise çocuk doğurmak, erkeğe itaat etmektir. Kilise papazları evliliği kötülemişlerdir.
Pavlus, kadına çözülmez bir bağla bağlandığı kocasına itaati tavsiye eder. O, kurtuluşunu annelik görevlerini yaparak, çocuklarını imanlı yetiştirerek, iyi işler yaparak sağlayabilir.
“Kızlara gelince, Rab’den onlarla ilgili bir buyruk almış değilim. Ama Rabb’in merhameti sayesinde güvenilir biri olarak düşündüklerimi söylüyorum. Öyle sanıyorum ki, şimdiki sıkıntılar nedeniyle insanın olduğu gibi kalması iyidir. Karın varsa, boşanmayı isteme. Karın yoksa, kendine eş arama. Ama evlenirsen günah işlemiş olmazsın. Bir kız da evlenirse günah işlemiş olmaz. Ne var ki, evlenenler bu yaşamda sıkıntılarla karşılaşacak. Ben sizi bu sıkıntılardan esirgemek istiyorum.”
Pavlus evlenmemenin ideal olduğunu, ancak hem zinadan korunmak hem de çocuk yapmak için evliliğin olabileceğini ifade etmektedir. Ona göre erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır ve bu sebeple kadınlar Rabb’e bağlı olduğu gibi kocalarına bağlı olmalıdır. Çünkü Mesih nasıl kilisenin başı ise erkek de kadının başıdır.
Ben şöyle anlıyorum: Kendisine İncil vahyedilen Hz. İsa (as), yani Mesih, önceki kitap olan Tevrat’ın şeriatı (hüküm ve kanunları) ile hükmediyordu. İncil’de iman, güzel ahlak gibi hususlar vurgulanmaktaydı. Ayrıca Roma İmparatorluğu bilinen dünyanın hâkimiydi. Roma pagan inancına sahipti. Tıpkı firavunlar gibi üst yöneticilerini hatta senatörlerini bile ilahlaştırmaktaydılar. Bu ortamda Hıristiyanların yaşam hakkı yoktu. Onlar uzun süre yeraltında, gizli yaşamışlardı. İslam’ın Mekke döneminden farkı Hz. İsa’nın havarilerinin yani onun öğretisini yayacak aziz arkadaşlarının tüm dünyaya yayılmış ve hicret ederek, kaçak göçek yaşamak zorunda kalmış olmalarıydı. Üstelik peygamberleri de öldürülmüştü. Ancak yüzyıllar sonra nihayet Roma hükümdarları da Hıristiyan olmuşlardı (MS 380). Ama Hristiyanlıkta tabi oldukları Yahudi şeriatı da özünden çok şey kaybetmişti. İşte bu zor şartlar altında daimi bir hicret ve saklanma halinde bugünkü Ortadoğu’da yaşayan İsa (as) peygamberin havarileri, evlenmeden, aile kurmadan yaşamışlardı. Bugün papazların evlenmemeleri acayipliği herhalde buna dayanıyor.
Kur’an-ı Kerim’de Kadın
İslam toplumlarında kadının gerek aile hayatında gerek siyasi, hukuki, sosyal ve ekonomik alanlardaki konumunu bir taraftan dini kurallar ve diğer yandan geleneklere göre yani sosyal ve siyasi çevre, etnik yapı ve İslam öncesinden gelen kültür mirası (örf ve âdetler) belirlemiştir. Bu sebeple İslam dünyasında kadının her yerde ve her dönemde aynı konumda olduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta aynı bölgede ve aynı zaman dilimi içinde yaşayan kadınlar arasında bile şehirde veya kırsal kesimde bulunmalarına hatta coğrafyaya göre farklılıklar olmuştur. Ancak bu, İslam toplumlarındaki kadınların bütünüyle farklı kimlikleri temsil ettiği anlamına da gelmez; onlar sosyal, hukuki ve ekonomik konum bakımından her dönemde belirli ortak çizgilere sahip olmuşlardır.
İslam Öncesi Arap Toplumu
Namus olgusunun sadece kadının sorumluluğu olarak algılandığı bu durum, İslam öncesi cahiliye dönemi özelliğidir. Birey ve toplum için yaşamı rahat, huzurlu ve ferah bir hale dönüştürme amacı taşıyan İslami anlayışa zıt bu uygulamalar, Kur’an’a değil ama geleneklere sinerek dinin bir parçası gibi algılanmaktadır. O zamanlarda kadınların aile içindeki konumları büyük ölçüde aile reisi olan erkeğe bağlıdır. Günümüzde adetlere göre evlenme çağına gelen kızlar, dul kadınlar kendi başlarına evlenemez, müstakbel eşini çok defa kendisi seçemez; bu yetki velinin elindedir.
Halbuki Hz. Peygamber zamanındaki uygulamalar böyle değildir. Asr-ı saadette dul kadınlar bir kere tecrübe edindikleri için re’sen evlilik kararı verebilirdi. Bakireler, hayat tecrübesine sahip olmadıkları ve bu hassas konuda yanlış yapabilecekleri gibi sebeplerle, onayları alınmak suretiyle velileri tarafından evlendirilirdi.
Ancak bu dönemde şehirli kadının sosyal ve ekonomik durumu göçebe kabilelerindekine nispetle farklıdır. Şehirli kadın toplum içinde etkin bir yere sahiptir, mallarını bizzat yahut bir ortak vasıtasıyla işletebilir. Ebu Sufyan’ın eşi Hind’in Mekke’de saygın ve özellikle Müslümanlarla mücadelede etkin konumu, Hz. Peygamber’in ilk eşi Hz. Hatice’nin Mekke aristokrasisinin varlıklı bir üyesi olarak temayüz etmesi ve ekonomik aktivitesini sürdürmesi bunun örnekleri arasındadır.
Cahiliye devrinde kadın erkek ilişkilerinin biçimini toplumun göçebe veya yerleşik olması da belirlemekteydi.
Klasik İslami Dönem
Kuran, insan olması bakımından kadını erkekle eşit bir varlık olarak kabul eder. Kuran’ın hitabı erkek ve kadına müşterektir. Zaten Arapça’da dil olarak umumi hitaplar erkeğe yapılmakla beraber aynı zamanda erkek ve kadına hitap etmektedir. Bir çok ayette de erkek ve kadınlar beraberce zikredilmiştir. Kadın ve erkeğin dinen hak ve sorumlulukları benzerdir, mesela: “Rableri dualarını kabul etti: Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam…”Âl-i İmrân, 3/195; “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder kötülükten kaçındırırlar; namazı kılıp dururlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Elçisine itaat ederler…”(Tevbe, 9/71), “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.”(Hucurât, 49/13).
İslam’da önce kadın tarafından işlenen ve sonra erkeğin işlemesine kadının sebep olduğu ilk günah anlayışı yoktur. Kur’an-ı Kerim, Adem’le Havva’nın şeytan tarafından beraberce kandırıldığından bahseder. Erkek olsun kadın olsun her doğan kişi günahsız ve İslam fıtratı üzerine doğar, sonradan işlediği fiiller sebebiyle sorumlu olur.
Tesettür (örtünme) konusunda kadın ve erkeğin farklı hükümlere tabi olduğunu gösteren Nur suresinin 31. ayetinde kadınların ırzlarını, namuslarını korumak için cazip yerlerini açmamaları gerektiği bildirilirken, aynı surenin 30. ayetinde erkeklere de aynı sorumluluğun yüklendiği görülür. Zaten kadınların örtünmeleri hakkındaki âyet Müslüman kadınların şikayeti üzerine inmiş (Hâzin, Tefsîr, III, 436), etek boyları dizlerinin altına inecek ölçüsü de Müminlerin annesi Ümmü Seleme’nin talebine binaen açıklanmıştır (Mâlik, el-Muvatta’, “Libâs”, 6; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 28; İbn Mâce, “Libâs”, 13; Tirmizî, “Libâs”, 8).
Asrı Saadet’te kadınlar ticarî, idarî ve siyasî hayatta aktif rol alırlardı. Öyle ki Hz. Peygamber ve Hz. Ömer pazarlara sayıları azımsanamayacak kadar çok kadın satıcı ve alıcıları denetlemek üzere zabıtalar görevlendirmişti ki bunlardan ikisinin ismi: Semrâ (bint Nüheyk el-Esediyye) ve Şifâ (bint Abdullah) idi.
Ayrıca Resûlullah kadınlardan özel biat almıştır. Biat hakkındaki tek âyet onlara hitap etmektedir: “Ey Peygamber! Mümin kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, gebelikleri hakkında yalan isnatta bulunmamaları ve uygun olanı işlemekte sana isyankâr olmamaları şartıyla biat etmek üzere geldikleri zaman, onlarla biatleş; onlar için Allah’tan bağışlanma dile; çünkü Allah, bağışlayandır, merhametlidir.” (Mümtehine, 60/12).
Hz. Peygamber isabetli görüşleri sebebiyle eşi Ümmü Seleme’ye danışırdı. Meselâ Hudeybiye Antlaşması’nda Mekkeli müşriklere ağır tavizler verildiği zannına kapılan şok içindeki Müslümanlar, Resûlullah kurbanlarını kesip tıraş olarak ihramdan çıkmalarını art arda üç defa emrettiği halde âdeta tepkisel pasif direniş yaptılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Ümmü Seleme ile üzüntüsünü paylaştı. Eşi ona kurbanını kesip tıraş olmasını, ardından ashabının mutlaka kendisini izleyeceğini söyledi. Hz. Peygamber onun tavsiyesine uyunca sonuç Ümmü Seleme’nin dediği gibi oldu (Buhârî, “Şürût”, 15).
Kur’an-ı Kerim’e Göre Ailede Kadın
İslam hukukunda aile yapısı ve bireylerin hak ve sorumlulukları bir bütün olarak düzenlenmiştir. Mesela aile reisliği denebilecek ‘kavvâm’ olma yetki ve sorumluluğu kocaya verilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah’ın insanların bazılarını diğerlerine nispetle farklı yeteneklere sahip olarak yaratması ve ailenin geçimi için çalışıp harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınlar üzerinde kavvâmdır.” (Nisâ, 4/34) denilmektedir. Hatta kadının doğurduğu çocuğu emzirmek, bakmak, yemek yapmak, ev işlerini yerine getirmek gibi günümüzde öngörülen işleri yapması mecburi değildir.
Ama erkeğe de Nisâ, 4/75’te zikredildiği gibi verilen ağır ek sorumluluklar vardır. “Size ne oluyor ki size bu kudret verilmişken kadın ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” ilahi buyruğu ile erkeğe hesap sorulmaktadır. Erkeğe, kadın için savaşma sorumluluğunun yüklendiği bu ayet, Nisa suresi 34. ve Bakara suresi 228. ayetiyle (“… O [kadı]nların hakları, örfe uygun bir şekilde, yükümlülüklerine denktir. [Yine de hak ve ödevler bakımından] erkeklerin onlar üzerinde bir derecesi vardır…”) birlikte değerlendirildiğinde, erkeğin kadın nazarında ‘bir derece’ üstün oluşunun ilahi mesnedini oluşturmaktadır. Bu ayetlerde erkek için kullanılan ‘bir derece üstünlük’ kavramının fiziki güce atfen kullanıldığı anlaşılacaktır. Erkek, kadın ve çocuklar için koruyuculuk vazifesini ifa etmektedir ve sözü edilen üstünlüğün dayanağı budur. Nitekim kavvâm kelimesinin kökünde “kalkmak, dikilmek, kalakalmak, kararlı olmak, yerleşmek, başlamak, kıvamında olmak, doğru / adaletli yapmak, düzelmek, himâye etmek” gibi anlamlar vardır. Kavvâm sözcüğü başka ayetlerde de geçmektedir: “… Allah için şahitler olarak adaletperverler (kavvâmine bi’l-kıst) kesilin…” (Nisâ, 4/135); “… Allah için dik duran dengeci (kavvâmine li’llâh) şahitler olun… ” (Mâide, 5/8). Aşağıdaki iki ayette de boşanma konusunda bile erkeğin bu sorumluluğu vurgulanmaktadır:
İslam’a göre, usulüne uygun biçimde kurulmuş evlilik akdi karı ve koca için şahsî ve mali birtakım hak ve vecibeler doğurur (Bakara, 2/228; Nisâ, 4/20-21; Talâk, 65/7). Karşılıklı iyi muamele, sevgi, saygı ve sadakat, birbirinden cinsel yararlanma, birlikte oturma, çocukların bakım ve terbiyesi, eşlerin ortak hak ve görevlerindendir. Kuran ve Sünnet, insan olarak erkekle kadını eşit kabul ettiği gibi, fıkıhtaki düzenlemeler de kadının kocasına karşı bağımsız bir kişiliğe sahip bulunduğu esası üzerine kurulmuştur. Fakat ailede huzurun temini ve karmaşanın önlenmesi için bir yandan kadın ve erkeğin fitrî özellikleri, öte yandan erkeğin aile ve toplum hayatında yüklenmiş olduğu ağır sorumluluklar göz önünde tutularak aile reisliği kocanın uhdesine verilmiş, kocaya, aile ilişkilerinde kadına göre nispî bir üstünlük tanınmıştır (Bakara, 2/228). Haklı veya haksız bir gerekçeyle kocanın karısına fena muamelede bulunması, erkeğe nispetle nüşûz (geçimsizlik) kavramını gündeme getirmektedir. İslam âlimleri kamu otoritesinin (hâkim) devreye girip erkeğin bu gibi yanlış davranışlarına engel olması, gerekirse cezai yaptırımlar uygulaması ve kadını korumak için önlem alması gerektiğinde birleşmektedir. Kadının korunması bir kamusal görevdir.
Anlaşılmaktadır ki, erkekler, yetenekleri oldukça ailede genel sorumlu/kavvâm olarak kadınlar üzerine yönetici ve koruyucudurlar. Bu da Allah’ın cihad, imâmet ve aile reisliği gibi şeylerde kimini kimine üstün kılması ve bir de erkeklerin kadınlara mallarından sarf etmesi görevi verildiği içindir. Burada ‘kavvâm’ kelimesi koruma ve yönetme hak ve yetkilerine müştereken sahip olmayı ifade etmektedir. Aile reisliğinin kocaya verilmesi, toplumun bu en küçük biriminde ortaya çıkacak karmaşayı önleme ve huzuru sağlama hedefine yöneliktir. Dolayısıyla burada varoluşsal bir üstünlükten ziyade fonksiyonel bir yetki farklılığının söz konusu olduğunu söylemek gerekir. Erkeğin yeteneği hakikaten tayin edici bir özelliktir. Örfte bunun istisnası veya kadının sosyal statüsünün, zenginliğinin getirdiği eşitsizlikler ise “iç güveyi” tabiriyle karşılanmıştır.
Kuran’da Kadınları Dövün Diyor mu?
Ailede eşler arasında şiddetli geçimsizlik olduğunda bugünkü mahkemelerde hâkimler boşanma öncesi ayrı yaşam tavsiye etmektedirler. Belki burada Nisâ suresi 34. ayette eşlere boşanma öncesi yatakların ayrılmasından bir sonuç alınamazsa, eşlerden birinin evi bir süre terk edip, kendilerine farkındalık oluşturarak düşünme fırsatı tanımak anlamı kastedilmiş olabilir mi? Nitekim günümüz beşerî hukuklarında, mahkeme, eşlerin barışma umudu varsa, boşanma öncesi ‘bir yıldan üç yıla kadar’ ayrılık kararı verebilmektedir (3). Bunun, öğüt verme ve yatakları ayırma tedbirinden sonra, hakeme gitmeden önce Kur’an’da yer alması böyle bir uygulamayı akla getirmektedir. İslam’da kadının eşi tarafından bugün anladığımız manada dövülmesini uygun gören açık bir ayet yoktur. Hukuk sosyolojisinde, taraflara hayatı zehir eden bir tarafın nüşûzu yani sürekli geçimsizlik/uyuşmazlık hali özellikle aile, şirket, meslek vb sırları ortaya dökülmeksizin kendileri veya arabulucular tarafından giderilemezse, o zaman; “Eğer ikisinin arasının açılmasından endişelenirseniz, kocanın ailesinden bir hakem ve karının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf da uzlaşma isterse, Allah aralarını buldurur…” Nisâ, 4/35) ayetiyle açıklandığı gibi bir otorite son sözü söyleyerek tartışmayı bitirir. Nitekim yargı sisteminin ve devletin varlığının bir gerekçesi de uzlaşmazlık çözümüdür. Allah birçok külfet yüklenen ve ayrıca genelde fizikî gücü karısına baskın olan kocaya adil bir şekilde bitirici hüküm verme yetkisi tanımıştır. Çünkü ailenin devamı masum çocuklar için de fevkalade önemlidir. Eğer erkek karısına haksız şiddet kullanırsa karısının bir üst otorite olan yargıya başvurarak boşanma talep etme hakkı saklıdır.
Tüm bunlar günün anlayışına göre, toplumun o günkü kabulüne göre, örf ve adetler ve hatta bunları gözeten yürürlükte olan medeni kanuna istinaden şekillenmektedir. Bunun için geçmişte çok eşlilik yaygınken, çok eşlilik İslam’a uygundur denmiş. Bugün ise İslamiyet, esas itibariyle tek eşliliği önermiş, ancak gerektiğinde adaletli davranmak şartıyla çok eşliliğe de izin vermiştir, denilebilmektedir. Nisa suresinin 3. ayetinde çok evliliğe şartlı ruhsat verilmesi monogaminin esas olduğunu gösterebilir. Veda Hutbesi’ne baktığımızda ise kadının erkek nezdindeki konumunun ‘Allah’ın emaneti’ kavramıyla inşa edildiğini görmekteyiz.
Kadınların bazı haklarına gelince; “Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri, kadınların da kazandıklarından nasipleri var” mealindeki ayet (Nisâ, 4/32), her iki cinsin sadece manevi kazanımlarını değil maddî kazanımlarını da vurgulamaktadır. Hukukî işlemleri yapma hususunda kadın esas itibariyle erkeklerle aynı konumdadır; nitekim evlilikte eşlerin mal birliği, mal ortaklığı ve mal ayrılığı rejimleri benimsenmiş ve tarafların tercihine bırakılmıştır. Bugün ülkemizde son yıllarda yapılan medeni kanun düzenlemelerindeki daha iyi gelişme ve değişiklikler örfün zaman içinde nasıl değiştiğini bize açıklamaktadır. Ama bugün kocaların mahkemede boşanmış karılarının namusları, hatta yaşamlarının şekil/şartları üzerinde hak iddiaları, zulüm ve teröre varan uygulamaları ise bu değişen anlayışın toplumun her kesimine sirayet etmemesinden kaynaklanmaktadır. Yani kısaca, kadının hala bir birey olarak görülmemesi, boşanmaya müracaat edememesi, mahkemenin kadını boşamasının kabul edilmemesi yanılgısı buna sebeptir. Aile meclisi, aile kararları ve nihayetindeki kanunsuz uygulamaların sebebi toplumda hukukun üstünlüğünün ve kanunun hakimiyetinin kabul edilmemesidir. Bu anlayış ise “Büyük Aile”nin reisinin iktidarının, “Büyük Aile”nin mal varlığının bütünlüğünün korunması ve sürdürülmesinin devamı için muhafaza edilmektedir. Bu tip eski çağlara ait gelenek ve göreneklerin ısrarla sürdürülmek istenmesinin altında ise toplumun kendilerine tabiiyetini sürdürmesini isteyen yerel otoriteler vardır. Tüm bunlarsa aslında bir takım dünyevi menfaatlerdir.
Kocaların zina etmemeleri ve metres tutmamaları (Mâide, 5/5), karılarına zıhâr (Câhiliye toplumunda kocalar karılarını kızgınlıkla cezalandırmak için boşamaksızın aile ilişkisinden mahrum bırakırlardı) yaparak eziyet etmemeleri (Mücâdele, 58/2), gerekirse çocukları için sütanne kiralamaları (Talâk, 65/6) emredilmiştir.
İlgili âyet ve hadislere binaen (Bakara, 2/228, 229, 233, 236; Nisâ, 4/19; Talâk, 65/1, 6, 7; Buhârî, “Nafaḳât”, 1, 9; Müslim, “Zekât”, 38, “Aḳzıye”, 7; Ebû Dâvûd, “Nikâḥ”, 40-41; Tirmizî, “Tefsîr”, 9) İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu evlilik nafakasında kocanın fakir, gâib veya hasta bile olsa nafaka borçlusu, kadının zengin de olsa nafaka alacaklısı olduğunda uzlaşılmıştır. Boşanmış kadının bir süreliğine nafaka hakkı korunmuştur (Bakara, 2/241).
Ayrıca evlenilen kadınlara mehirlerinin verilmesi gerekir (Bakara, 2/236-237; Nisâ, 4/4, 24, 25; Mâide, 5/5). Regl olduklarında kocaları tarafından taciz edilmeme hakları da korunmuştur (Bakara, 2/222). Kadınların miras hakkı da teslim edilmiştir (Nisâ, 4/7, 11-12).
Kur’an-ı Kerim’e Göre Hukuk Sisteminde Kadın
Kuran’da gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir. Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir; dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir.
Hukukî işlemleri yapma hususunda kadın, esas itibariyle erkeklerle aynı konumdadır; erkekler bir hukukî işlemi hangi şartlarla yapabiliyorsa, kadınlar da o şartlarda yapabilirler. “Anne ve baba ile akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir hisse vardır; anne ve baba ile akrabanın bıraktıklarından kadınlar için de bir hisse vardır. Bunun azından ve çoğundan farz kılınmış bir hisse vardır” (Nisâ, 4/7).
İslam’da kadına miras hakkı tanınmış ve anne, nine, eş, kız çocuğu, kız kardeş olma durumuna göre alacakları pay ayrı ayrı belirlenmiştir (Nisâ, 4/11-12).
Ayetlerde geçen ilişki incelendiğinde, aşamalı olarak önce iki erkek şahit istendiği, bulunamadığı takdirde bir erkek ve iki kadın şahit getirilmesi gerektiği belirtiliyor. Ayetlerin yorumlanmasında dönemsel özellikler, toplumsal dinamikler, ayetin iniş sebebi gibi kıstaslar göz önünde bulundurularak ayeti tam olarak anlamaya yönelik bir yaklaşım faydalı olacaktır. Tanıklığa ilişkin bu ayetler, alışverişe dayalı ilişkiler için indirilmiştir. Kadının çok fazla hemhal olmadığı bir ilişki içinde kararsızlık yaşayabileceği nazara alınmıştır. Dolayısıyla buradaki durum, Hz. Peygamber’in “bedevi ile şehirlinin şahitliğinin bir olmaması” halinde söz konusu olan kadının bilgi sahibi olmadığı bir alana ilişkin bir durum olup kişisel eşitsizliği vurgulayan bir yönü bulunmamaktadır. Ayetin indiği dönemin koşulları nazara alındığında, muhasebe işlemlerinin dahi erkekler tarafından takip edildiği bir ortamda kadınların yabancı oldukları bu ilişkiler bütünü karşısında korunması amacına yönelik ayetin iniş sebebi de anlaşılacaktır.
Kur’an-ı Kerim’e Göre Sosyal Hayatta Kadın
İslamiyet’in, Arap kadınının sosyal statüsünde köklü değişiklikler meydana getirdiği şüphesizdir. Hz. Ömer’in, “Doğrusu biz Cahiliye devrinde kadınlara önem vermezdik, nihayet Allah İslam’ın gelişiyle kadınlar hakkında ayetler indirmiş ve birçok hak tanımıştır.” sözü, İslam öncesi dönemin genel kadın anlayışını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Asr-ı Saadet’te kadınlar sonraki devirlerde rastlanmayacak şekilde sosyal hayata iştirak etmişlerdir. Mescid-i Nebevî’deki ibadet hayatına katılmaları, bayram, düğün vb. eğlencelere iştirakleri bunun göstergesidir. Resul-i Ekrem’in zamanında kadınlar İslamiyet’i öğrenme hususunda istekli görünmektedir. Hz. Peygamber’in kadınların sorularına cevap vermek ve onlara dini öğretmek için özel bir gün ayırdığı bilinmektedir. Bu sayede sahabîler arasında dini iyi bilen kadınlar yetişmiştir.
Kadınların savaşlarda da aktif rol üstlendikleri, yaralıların tedavisi, su ve yiyecek verilmesi gibi hizmetlerde bulundukları görülmektedir.
Bu dönemde kadınlar gerektiğinde haklarını aramaktan da geri durmamışlardır: -Hz. Peygamber’in hanımı Ümmü Seleme’nin Kuran ayetlerinde sadece erkeklere hitap ediliyormuş gibi bir izlenim elde edilmesinin sebebini sorması ve bundan dolayı Müslüman erkeklerin ve kadınların sorumluluklarına ayrı ayrı işaret eden Ahzâb suresinin 35. ayetinin nazil olması,
-Kocası tarafından evlilik ilişkisine zıhâr denilen bir yolla fiilen son verilme durumu ile karşılaşan Havle bint Sa’lebe’nin, durumu Resul-i Ekrem’e kadar götürüp düzeltilmesi konusunda ısrar etmesi ve bunun üzerine, “Allah, kocası hususunda seninle tartışan ve halinden Allah’a şikâyet eden kadının sözünü işitti” sözleriyle başlayan ayetlerin inmesi (Mücâdele, 58/1-4),
-Hz. Ömer’in kadınlara ödenen mehire bir üst sınır getirme teşebbüsünden bir kadının, “Allah kadınlara verilen mehirin yüklerle olsa bile geri alınmayacağını beyan ederken (Nisâ, 4/20) siz nasıl buna sınır getirirsiniz?” diye itiraz etmesi üzerine vazgeçmesi sadece birkaç örnektir.
Kadınları Hoş Tutmak ile İlgili Bazı Ayet ve Hadisler (Peygamber Sözleri)
“… Hanımlarınıza karşı iyi davranın…” (Nisâ, 4/19)
“Sizin en iyileriniz hanımlarına karşı en güzel ahlâkla davrananlarınızdır.” (Tirmizî, “Raḍâ‘”, 11)
“En hayırlınız hanımına en hayırlı olanınızdır. Hanımına en hayırlınız benim. [Hayat] arkadaşınız vefat edince ona dua edin.” (Tirmizî, “Menâkıb”, 64)
“Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum. Vasiyetimi tutunuz. Zira onlar sizin idarenize ve himayenize verilmişlerdir.” (Buhârî, “Nikâh”, 80)
“Hanımlarınızı üzmeyin. Onlar, Allah Teâlâ’nın size emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!” (Müslim)
“Mümin [bir koca], mümin hanımına kin gütmesin. Onun bir huyunu beğenmezse de, başka bir huyundan hoşlanabilir.” (Müslim, “Raḍâ‘”, 61)
Günümüzde Müslüman Kadın Algısı
Günümüzde Müslüman kadın konusunda üç temel yaklaşımın varlığından söz edilebilir:
Birincisi, vahyi göz ardı eden dünkü ve bugünkü cahiliye düşüncesindeki kadın anlayışı.
İkincisi, vahyin belirlediği modele dayanmakla birlikte, tarih içinde dine farklı şekillerde eklemlenen bidat ve hurafelere dayalı geleneksel şekilde yaşayan kadın modeli.
Üçüncüsü ise, Kuran ilkelerine dayalı anlayışın oluşturduğu Müslüman kadın algısıdır.
‘İnsan Olmak’ paydasında eşitlenen kadın ve erkek, yeryüzünde İslam’ı hâkim kılma, iyiliği emredip kötülükten sakındırma, fitneyi ortadan kaldırma gibi çok önemli bir sorumluluk yüklenmiştir. Yaradılıştan itibaren bu sorumluluk kadın ve erkeği eşitleyen bir yaklaşımla vurgulanmıştır. Kadın ya da erkek, her Müslüman için vahyin işaret ettiği ilkeleri eksiksiz anlamak ve hayata hâkim kılmak asli bir sorumluluktur. Bu nedenle, her Müslüman’ın benimsemesi gereken yaklaşım, kaynağını Kuran’dan alan yukarıda belirtilen üçüncü yaklaşım olmalıdır.
Geleneksel bakış açısında toplumsal kodların, muharrif dinlerin, yanlış algıların bir sonucu olarak kadının ikincil rollere indirgendiği bir yaklaşım, üstünlüğün ancak takva ile olduğunu belirten Kur’an anlayışı ile elbette bağdaştırılamaz. Bu tutum, hangi çağda ortaya çıkarsa çıksın, cahiliye zihniyetinin ürünüdür.
Cinsiyet ayrımcılığına dayalı yanlış toplumsal zihniyet etkisinden uzak bir yaklaşımla, karşı cins üzerindeki ayrıcalıkları tespit edip bu ayrıcalıklar üzerinden tahakküm kurmaya yönelik bir tutum yerine, mensup olduğu cinsiyetin sorumluluklarını kavrayıp adalet ve ihsan ilkelerine dayalı bir sosyal ilişkiler ağı kurmak, Kur’an’ı tam anlama ve doğru okuma güdüsüyle vahyin manasına yönelmek sorumluluğunu taşıyan her Müslüman’ın başlangıç noktası olmalıdır.
İslam Dini, Rahmet Dini yani barış, huzur, mutluluk yoludur. Bir yaşam şeklidir. İslam geldiği cahiliye çağında uygunsuz olan davranışları yasaklamış, düzeltmiştir. Uygulama olmayan alanları da düzenlemiştir. Bugün de benzer çalışmaları iyi niyetle, vahdaniyet(4), rububiyet(5) esas alınarak devletin İslami esaslara karşı gelmeden düzenlemesine ihtiyaç vardır. Kölelikten bir örnek verecek olursak; İslam köleliği kaldırmak yerine cahiliye kölelerinin hukukunu öyle düzenlemiştir ki, artık onların özgür bir bireyden neredeyse farkı kalmamıştır. Yine cahiliyede neredeyse bir mal hatta bir “yük” gibi addolunan kadınların hukukunu erkeğe benzer ve Allah önünde eşit bir şekilde düzenlemiştir. Bugün medeniyetimizin şartlarına göre toplumun değişen ihtiyaçları için benzer düzenlemeleri yapabilmeliyiz.
Prof.Dr. Hamdi Döndüren röportajında, “Kuran’ın insanlık tarihi ile ilgili verdiği örneklerde, kadının daha çok suçlanmasını veya aşağı görülmesini gerektirecek hiçbir ayet yoktur. Kur’an’ın sunduğu örneklerde insanlık tarihinde hata yapan erkekler de kadınlar da vardır. Hatta dikkatli bir karşılaştırma yapılırsa, insanlık tarihinde erkeklerin karnesinde daha çok zayıflar bulunmaktadır, diyebiliriz. Mesela “…Adem Rabbine isyan etti…” [28] ayeti ve “Ashabu’l-Uhdud” [29] ile ilgili olarak verilen örnekte zalim erkek yöneticilerden söz edilirken aynı bölgeden iyi bir kadın hükümdardan bahsedilmesi [30] bunun ifadesidir (6).
Cahiliye devriyle ilgili veriler, bu devirde genelde insanların kadın erkek ayrımı yaptıklarını ve kadının aşağılandığını ifade etmektedir. Kuran, bu tip davranışların toplumlar için birer problem olduğuna işaret etmektedir. Bu problemlerin bir kısmı o coğrafyanın ve o dönemin meseleleri ise de bunların çoğu her çağın, her coğrafyanın ve her toplumun hastalıklarıdır. Hz. Peygamber dönemi hariç tutulursa bahsi geçen meselelerin önemli bir kısmı, İslam tarihi boyunca toplumların sorunları olmuştur (6).
Kur’an, insanların bir ana ve babadan geldiğini bildirerek onların eşit olduğunu belirtmiştir. Kadın kölelerin (cariye) hürriyete kavuşturulması konusunda Kur’an’da pek çok emir ve tavsiyeler bulunmaktadır. Konuyla doğrudan ve dolaylı olarak ilgili olan ayetler incelendiği zaman, onların her fırsatta hürriyete kavuşturulmaları gereğine dikkat çekildiği görülür. Hz. Peygamber’in uygulamalarının da bu istikamette olduğu, gösterilen örneklerle ortaya konmuştur. Bunlardan çıkarılacak sonuç bizce şudur: Her çeşit kölelik geçici bir durumdur. Aslolan insanların hür ve serbest olmalarıdır. Kuran indirildiği çağın toplumunda bulduğu bu problemi çözmek için çok iyi bir adım atmış ve bu konuda önemli esaslar koymuştur. Fakat Hz. Peygamber devrinden sonra, İslâm Tarihinde, İslâm’ın hiç de tasvip etmediği tarzda cariyeliğin sürdürülmesi anlayışının, toplumu yine esir aldığı söylenebilir (6).
Kur’an’ın kadına verdiği en önemli hakların başında, ona tam bir kişilik kazandırması gelir. Kadın, bir insan olarak yapacağı iyi ve kötü işlerin sorumluluğunun kendisine ait olacağı bilincine kavuşturulmuş ve ona bağımsızlık kazandırılmıştır. Meselâ, kadın istemediği bir erkekle evlenmeye zorlanamaz ve onun adına bir başkası karar veremez.
İslâm’ın kadına erkeğin yarısı kadar değer verdiği şeklindeki düşünceler yanlıştır. Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in uygulamaları dikkatle incelendiği zaman, kadının erkeğin yarısı kabul edilmesiyle ilgili bir husus bulunmadığı anlaşılmaktadır (6).
Hz. Peygamber devri kadınları, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in onlara olumlu yaklaşımı sayesinde kadın hakları konusunda duyarlı hale gelmişlerdir. Erkeklerin tahakkümlerine başkaldırıp ezilmekten kurtulmak için çaba gösteren kadınlar, her zaman Hz. Peygamber’den destek görmüşlerdir. Hem toplum hayatında hem de aile içinde kadın haklarına tecavüze göz yumulmamış ve kadın erkeğe, erkek de kadına ezdirilmemiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber devri kadınları, bazen münferit olarak bazen de toplu halde, kadınları ilgilendiren konularda Hz. Peygamber’e başvurmuşlar ve istekleri büyük ölçüde kabul görmüştür (6).
Hz. Peygamber devrinde kadın, hayatın içindedir. Çalışma, ticaret, siyaset ve savaş gibi konularda erkeklerin yanı başında yer alan kadınlar bulunmaktadır. Durumu uygun olan kadınlar, Cuma ve Bayram namazları dahil, Hz. Peygamber’le beraber namaz kılmışlar, mescitte Hz. Peygamber’in kendilerine özel vakit ayırmasını sağlayarak eğitim ve öğretim konusunda erkeklerden geri kalmamışlardır. Bunun sonucu Hz. Peygamber devri toplumunda erkeklerle tartışabilen, onların yanlışlarını çekinmeden ortaya koyan ve Müslümanlara yol gösteren büyük kadın alimler yetişmiştir. Burada, İslâm dünyasında ilmî tenkitçiliğin başlamasına öncülük ettiğini söyleyebileceğimiz Hz. Âişe’nin ismini anmadan geçemeyiz. Hz. Peygamber’den sonra bilhassa kadın hakları konusunda Hz. Âişe ve Ümmu Seleme titiz davranmışlar ve hem erkeklere hem de kadınlara İslâm’ın doğru aktarılmasında son derece önemli hizmetler yapmışlardır (6).”
Hz. Peygamber’in kadınlara yönelik sözleri ve uygulamaları Kur’an’ın çizdiği bu çerçeveye uygundur. Onun şahsında kadınlar her zaman meseleleriyle ilgilenen, eşleriyle olan anlaşmazlıklarında arabuluculuk yapan, haklarını koruyan, erkeklere, eşlerine iyi davranmalarını öğütleyen ve kendi yaşayışıyla da buna örnek olan bir dost ve koruyucu bulmuşlardır.
İslam’da kadınlar, Hıristiyan dünyasında olduğu gibi hiçbir zaman toplumsal bir nefretin (İlk Günah) odak noktasına yerleştirilmemiştir. Bununla birlikte, Peygamberimizden sonra ataerkilliğin ve yerleşmiş anlayışların tesiriyle kadınların konumunda gerilemenin olduğu gerçektir. İslam âlimleri, yaptıkları yorumlarda içinde yaşadıkları sosyal, kültürel çevreden ve siyasî şartlardan etkilenmişlerdir.
Emeviler devrinde, siyasî alanda etkili konuma sahip kadınlar, dikkat çekmektedir. İslam Tarihinin en önemli siyasî olayı, Ali-Muaviye çekişmesi, Emeviler devri boyunca kadınlar için de öne çıkan bir konudur. Hz. Ali’ye destek veren kadınlar, Muaviye devrinde sıkıntılı anlar yaşamışlardır. Emevi yönetiminin yaptığı yanlışları dillendiren kadınlar, tarih kaynaklarında yer bulmuş, isimleri ve yaptıkları muhalefet bize kadar gelmiştir. Bunlar arasında ölümü de göze alıp çok sert muhalefet yapan kadınlar bulunmaktadır. Haricî hareketi içinde de aktif bir şekilde yer alan kadınların olduğu tespit edilmiştir (7).
Şimdi Columbia Üniversitesi Profesörlerinden İran asıllı Amerikalı Hamit Dabashi’nin İki Yanılsamanın Sonu, Batıdan Sonra İslam (8) adlı kitabındaki tezine kısaca göz atalım: “İslam ve Batı”nın büyüleyici eklemlenişinde gördüğümüz “İslam”, bizzat bu “Batı”nın icadıdır… Bu Batı’nın kendi aşağı Ötekisi olarak icat ettiği ya da Müslümanların bu Batı’dan üstün olarak tersine çevirdiği İslam, Müslümanların farklı coğrafyalarda ve zamanlarda yaşadıkları deneyimlerden belirgin bir şekilde farklıdır. Eğer İslam ve Batı’nın bu İslam’ı, burada söylediğim gibi Batı’nın kendisi kadar yanıltıcı ise, o zaman soru, “Batı”nın yanlış bilinciyle birleşmeden önce İslam’ın ne olduğudur. Batı yanılsaması İslam’ın üzerine çökmeden ve onun çeşitli gerçekliklerini kemirmeye başlamadan önce, gerçek bir yaşanmış deneyim olarak İslam’a dair bir vizyon ortaya koymaktır. İslam on dört yüzyıllık bir gerçeklikken, “İslam ve Batı” çok yeni bir meta, kapitalist modernitenin sömürgeci ileri karakollarına ulaşan fetişizminin bir ürünüdür. Kaderdeki karşılaşmasından önce Müslümanlar İslam’ı nasıl yaşıyorlardı?…
Müslüman bir kadının çeşitli ahlaki ve yaratıcı özbilince ulaştığı, İslami ve İslami olmayan faktörlerin ve güçlerin etkileşimli bir arayüze sahip olduğu kozmopolit dünyeviliğin farkına varmalıyız. Bu gerçek, “İslam ve Batı” bölücü ayrımını tamamen geçersiz kılarken, aslında kültürel olarak otantik olmayan, paradoksal ve etkileşimsel bir bilinç özgünlüğü doğurmaktadır…
Müslüman dünyasında kadın hakları hareketlerinin yükselişinin ve dolayısıyla özgürleşmiş Müslüman kadın figürünün oluşumunun ulus ötesi bir kamusal alanın oluşumuna bağlı olduğunu ve bu nedenle tamamen Müslüman kadınlarla sınırlı olmadığını, Müslüman dünyasını ziyaret eden gayrimüslim kadınların sahnede derin bir etkisi olduğunu akılda tutmak zorunludur. Müslümanlar arasında Lady Mary Montague (1689-1762) gibi Avrupalı aristokrat kadınların varlığı, Müslüman bir kadının ideal tipik simgelerini karmaşıklaştırmaktadır.
Lady Montague’un özellikle Osmanlı topraklarında seyahat ederken yazdığı mektuplar ve şiirler, Avrupalı dinleyicileri için yazdıkları ve Müslüman çağdaşları için ifade ettikleri bakımından iki ucu keskin bir kılıç gibidir. Balkanlar savaşla kavrulurken, diplomat kocasıyla birlikte Balkanlar’ı gezmiş ve gözlemlerini gelecek nesillere etkileyici bir şekilde aktarmıştır.
“Müslüman kadını” yeniden yapılandırmanın aktif tahayyülüne giren ideal tiplerin aristokratik çevrelerle sınırlı kalmayan, aynı derecede önemli olan bir edebi seçkin sınıf da var. Bibi Khanom Astarabadi (1858- 1921) kadın hakları hareketinin öncü isimlerinden biriydi. Astarabadi’nin annesi Kaçar Kraliyet Sarayı’nda eğitimci ve babası da o sarayda hizmetkârdı. Dolayısıyla onda okuduğumuz şey, eğitimli bir seçkinin, zamanının yerleşik ataerkilliğiyle karşılaşmasında etkileşimli olan, ortaya çıkan liberal bilincidir. Ve bu kadınların devredilemez hakları konusunda artan farkındalıklarının ve daha da önemlisi kendi kendini üretme gücünün simgesel bir kanıtıdır.
“Müslüman kadınların” uysal ve itaatkâr olarak üretilmesi, sınıf ve toplumsal cinsiyet dinamiklerinden tamamen bağımsız olarak bu projenin ayrılmaz bir parçasıdır ve yalnızca “Batılı kadınların” varsayılan özgürleşmesini yansıtmakta ve doğrulamaktadır. Soyut “kadın ve erkek” kavramları arasındaki bu ikili ayrım, “Batı ve Ötekiler”, “Beyaz ve Siyah” veya “İslam ve Batı” arasındaki ikilikleri tekrarlamakta ve yinelemektedir. Maniheist ikilik yani iktidar ilişkilerinin cinsiyetlendirilmiş, renklendirilmiş ya da sınıflandırılmış kodlaması, “Batı” yanılsamasının hayali temelini oluşturmaktadır. Bu Maniheist ikiliği, “İslam ve Batı” gibi büyük medeniyet hayallerinden “Batılı kadınlar” ve “Batılı olmayan kadınlar”a kadar uzanmaktadır. Bu aynalar koridorunun merkez üssü “Batı” yanılsamasıdır.
Sonuç olarak tüm bunlardan ilham alarak, “Yeryüzünde bütün insanlık âleminin Hz. Âdem’in ve Havva’nın çocukları olduğu, ve bir “oyun ve oyalanmadan” ibaret olan dünyada ilahî bir gözetim altında bir sonraki (ahiret) hayatımıza hazırlık bilinciyle yaşanmasıdır “ önemli olan diyorum.