Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, yeni yazısında Daniel J. Flynn'in Intellectual Morons: How Ideology Makes Smart People Fall for Stupid Ideas” (Entelektüel moronlar: Niye zeki insanlar aptalca fikirlerin arkasına düşerler) kitabını okurlarına aktardı.
Bu hafta kitabımızın adı Intellectual Morons: How Ideology Makes Smart People Fall for Stupid Ideas” (Entelektüel moronlar: Niye zeki insanlar aptalca fikirlerin arkasına düşerler). 2004 yılından, yazarı Daniel J. Flynn, kitaptaki görüşleri onu Amerika’nın ünlü muhafazakar dergisi The American Spectator’ın önemli yazarlarından biri haline getirmiş. Şu anda yazılarını okumak için ayrıca ücret ödemek zorundasınız. Amerikan seçimleri yaklaşırken muhafazakar ve dindar Amerikalıların yani Trump’ı destekleyenlerin ne düşündüğünü öğrenmek açısından Flynn’ı okumak önemli diyorlar.
Why the Left Hates America yani Sol Amerika’dan Neden Nefret Ediyor kitabının da yazarı olan Daniel Flynn, bu kitabında körü körüne bir ideolojiye inanarak “aptalca” şeyler söyleyen ve yapan bir dizi etkili entelektüeli, fikirlerini ve yaşam tarzlarını eleştirerek işliyor.
Verdiği mesaj, ister solcu ister sağcı olsun ideolojiye aşırı bağlılığın kötü olduğudur. Yazara göre herhangi bir ideolojiye taraftar olmak neticede kandırmaya, sahtekârlığa ilham veriyor ve fanatizmi besliyor. Deneyim ve mantık gerçeği göstermekte daha başarılı oluyor. Yazar özellikle zeki insanların aptalca fikirlere kapılmasının topluma büyük zarar verdiğini, böyle ideolojilere boyun eğmenin sanki, beyni otomatik pilota bağlamak gibi olduğunu belirtiyor. İdeolojik bakışla konulara, fikirlere ve insanlara vereceğiniz tepki ve hatta siyaset, felsefe, ekonomi, tarihe bakışınız önyargılı oluyor. İdeoloji size hazır cevaplar sunuyor, yanıtları koşullandırıyor ve karmaşık siyasi ve kültürel sorunlar için bile tek tip açıklamalar getiriyor.
Bir mürşide, guruya boyun eğdiğinizde yani müridi olduğunuzda veya bir sistemin görüşlerinizi önceden belirlemesine izin verdiğinizde ya da bir parti üyesi, yandaşı olduğunuzda, düşünme sorumluluğunuzdan feragat etmiş mi oluyorsunuz. Yazara göre bir entelektüel, bir aydın (münevver, medeni) için bu affedilemez bir günahtır. Entelektüeller düşünme işini ideolojiye bıraktıklarında, onlar artık entelektüel olamıyorlar bizim gözümüzde!
Komünizm, Kapitalizm, Çevrecilik, Hayvan Hakları, Feminizm… geçtiğimiz yüzyıl boyunca çeşitli noktalarda entelektüeller tarafından sorgulanmadan benimsenen ideolojiler oldu. İster temiz bir çevre ihtiyacı, ister diğer kültürlerin daha iyi anlaşılması ya da cinsiyetler için fırsat eşitliği olsun, pek çok ideolojinin özünde övgüye değer bir fikir bulunuyor. Doğal olarak insanlar çevrelerinde gördükleri aksaklıkları düzeltmek istiyor. Ancak aktivistler için önemli olan sonuçlardan ziyade niyetler. Bu nedenle ideolojik saçmalığı, bağlı olduğu iyi fikirden ayırmak gerekiyor.
Bir defasında üyesi olduğum bir dernek yani STK, bir çevreci global STK tarafından eleştiriye uğradı. Ben hemen harekete geçtim, tarafları buluşturdum ve düzeltmeler yapıldı. Hatta ben çevreci STK’ya üye olmak istedim, gönül vermiştim çalışmalarına. Ama cevap menfi oldu ve dediler ki politika prensipleri doğrultusunda sağlanan herhangi bir ilerleme konusunda müspet açıklama yapamazlarmış ve fakat menfi tutumlarını sürdürmek zorundaymışlar. Bence bu bağnaz bir ideolojik tutumdur. Ama haklılar da, işler düzelirse onlara ihtiyaç kalmayabilirdi. Sanki gaye unutulmuş, yol gaye olmuş.
İnancımız çoğunlukla tartışılmazdır. Gayba inanç bile olsa kesindir. Onçin başkalarının inancına saygı duyarız, zira inanç sadece kabulle olur. İspat (ilmi kelam) olsa bile inanmayabiliriz, bu dahi bir inançtır.
Fikir ise zihnimizin imalatıdır. Bana göre yaşadıklarımızın sonucunda zihnimizde oluşur; çevreden etkilenir; iyi veya kötü, uyumlu veya uyumsuz, zararlı veya faydalı olur. Bizse fikirlerimiz sadece bize has sanırız, beğenir ve önemseriz. Şayet etraftan da benimsenirse vay halimize …
İdeoloji bir bütündür, sistemdir. İnanç ve fikirle başlayan yolculuğunuz sayesinde biricik olduğuna inandığınız fikirlerinizi hayatın tümüne uygulanır hale getirip takipçilerinizle yaşar ve sistem haline getirirseniz, insanlığın kurtuluşunu sizin gerçekleştireceğinize kolayca inanabilirsiniz; kolay gelsin.
İdeologlar ideallerini ve gerçekleri birbiri ile karıştırmaya meyillidirler. Başka bir deyişle, ideologlar araştırmadan önce sonuç çıkarıyor, denilebilir. İdeoloji neden bu kadar çok zeki insanı bu kadar güçlü bir şekilde etkisi altına alıyor, çünkü insanlar yaşamlarında bir anlam arzuluyor. İyi eğitimliler arasında dini inancın gerilemesiyle birlikte, entelektüeller giderek daha fazla din dışında anlam arıyor. Benimsenen ideoloji bu boşluğu doldurabiliyor. Dünya hayatını kolay anlaşılır bir şekilde yorumluyor. Acaba yeni benimsenen bu ideolojiler, kendilerini üstün gören günümüz aydın insanları için ikame bir din işlevi mi görüyor? Rabbe inanıp tapınmak kendini beğenmiş insanlar için imkansız görülürken benimsedikleri ideolojilerin esiri olan bu entelektüel moronlar, çağımızın sorunlarını çözecek, insanlığı kurtaracak ideolojilere mi mürid oluyorlar?
Yazar sorunun Sol veya Sağ ideoloji değil, tüm ideolojilerle ilgili olduğunu söylüyor. Mesela, bir yönetim felsefesinin gerekleri için rasyonel analizi terk eden herkes kolayca yoldan çıkabilir. İdeolog için önemli olan bir fikrin iyi ya da kötü, zararlı ya da faydalı, doğru ya da yanlış olması değil de “dava” için olup olmadığıdır. Dolayısıyla yalanların kurumsallaşma adı altında gerçek görülmesi büyük bir tehlikedir. Richard Weaver, “fikirlerin sonuçları vardır” der.
Eylem adamları fikirleri benimser ve uygulamaya koyar. Uygarlık ise kötü fikirlerin sonuçlarına katlanır. Örneğin ari bir ırk oluşturmak için Nazi toplama kampları ve sonra Gulag, Irak’a demokrasi getirmek için ideoloji kaynaklı bölgesel savaşlar gibi insanlık tarihindeki kara lekeler, kötü fikirler kötü sonuçlar doğurduğu için ortaya çıkmıştır. İdeoloji bizi zararlı ve yanlış fikirlere açık hale getiriyor, çünkü bağnazlaşıyoruz. Bu ideolojilere inananlar sistemin başarısızlığına dair kanıtları asla görmüyor, kabul etmiyor. İdeoloji zihinsel bir deli gömleği işlevi görüyor; taraftarlarının gerçeği görmesini engelliyor, fanatikliği teşvik ediyor ve nihayet sahtekârlığı meşrulaştırıyor. Akıllı insanları aptallaştırıyor. Platon’un Phaedrus’undaki uyarılar, bugün bulduğumuz entelektüel moronlara daha uygun görünüyor: “Her şeyi bilir görünecekler ve genellikle hiçbir şey bilmeyecekler.”
Yazarın eleştirdiği kişiler arasında Herbert Marcuse, Alfred Kinsey, Paul Ehrlich, Peter Singer, Rigoberta Menchú, Howard Zinn, Noam Chomsky, Gore Vidal, Leo Strauss, Margaret Sanger, W.E.B. Du Bois, Alger Hiss, Ayn Rand, Betty Friedan ve postmodernist ikonlar Jacques Derrida ve Michel Foulcault gibi çok çeşitli ideolojik guruları sayabiliriz.
Chomsky, Amerikan karşıtı hükümetlerin gerçek günahlarını görmezden gelirken, Amerika Birleşik Devletleri tarafından işlenen var olmayan suçları şaşırtıcı bir netlikle gördü. Örneğin Pol Pot’un Kamboçya’daki toplu katliamlarını inkar etti, ama ABD’nin Afganistan’a karşı yürüttüğü bir “sessiz soykırım” hayal etti. Kendi teorilerine olan inancını hiç kaybetmedi, sadece gerçekliğe olan inancını kaybetti.
Leo Strauss, çağdaş muhafazakârlıkla ilişkilendirilen ve akademide büyük bir takipçi kitlesi edinen tek figür olmaya devam etmektedir. Strauss, numeroloji ve şifreli sessizliklere dayanarak büyük filozofların eserlerindeki gizli anlamları keşfettiğini iddia etmiştir. Takipçilerinden bazıları 2003teki Irak savaşından önce ABD hükümetinin yürütme organında kilit pozisyonlarda yer alıyormuş.
İdeolojik entelektüellerin bilişsel uyumsuzluğu fark edip pozisyonlarını yeniden değerlendirmek ve savunmak için harekete geçmesi gerektiğini düşünürsünüz, ancak onlar bunu nadiren yaparlar. İdeolojik düşünenler tutkulu olmayı bilgelikle karıştırıyor. Bir argümanın arkasındaki mantık ve gerçeklerden çok, argümanın sesi ve tonu onları ikna ediyor. Dünyayı değiştirme arzusu genellikle kişisel mutsuzluğa karşılık geliyor. Hayal kırıklığına uğramış insan, kendinden hoşnut değilse, çevresini değiştirmeye çalışıyor. Kendini değiştirse daha iyi olur ama kendini beğenmişliği ağır basıyor ve sorunlarına çare olarak rasyonel olmayan çözümleri öneriyor. Kitle hareketleri de uyumsuzları çekiyor çünkü her geleni kabul ediyor. Dava kişinin gruba ait olmasını sağlıyor, ancak bu süreçte doğal olarak bireyselliğini de yok ediyor.
KÖTÜ FİKİRLER, KÖTÜ SONUÇLAR
Sosyal filozof Eric Hoffer bir keresinde şu gözlemde bulunmuştur: “Yirminci yüzyılda işlenip de on dokuzuncu yüzyılda asil bir söz adamı tarafından haber verilmemiş, hatta savunulmamış bir vahşet neredeyse yoktur.”
Fikirlerin sonuçları vardır. Yirminci yüzyılda bir önceki dönemin teori ve görüşlerinin yol açtıkları bazen de feci bir şekilde bu kanıtlanmıştır. Çağımızda bilhassa sosyal medyada yaygın olan yalanların toplumda “gerçekler” olarak kabul görmesi halinde daha kim bilir ne kötü şeyler olacağını anlamak için kahin olmak gerekmiyor.
Süregelen kültür savaşında uzun zaman önce ideoloji lehine gerçeklerden vazgeçildi. Eğer hakikat arayışı, entelektüelin varoluş nedeni olarak ideolojik yararın yerini alacaksa, o zaman alçakça yalanların ifşa edilmesi gerekiyor.
Frankfurt Okulu
İdeolojik körlüğün bir bölümünü anlamak için Marcuse ve Frankfurt Okulu’nu (*) iyi değerlendirmek gerekiyor diyor yazar.
Frankfurt Okulu multidisiplinliydi. Sosyologlar, filozoflar, edebiyat eleştirmenleri, psikologlar ve çok sayıda alanda uzmanlar saflarını oluşturuyordu. Takipçilerini birbirine bağlayan ortak payda, Horkheimer’ın ilk kez 1937 tarihli “Geleneksel ve Eleştirel Teori” makalesinde kullandığı bir terim olan Eleştirel Teori idi. Eleştirel Teori, adından da anlaşılacağı gibi, eleştirir. Yapısökümün (deconstruction) edebiyata yaptığını Eleştirel Teori de toplumlara yapar. Eleştirel Teori eleştirdiği şeye olumlu bir alternatif sunmaz.
Bugün Frankfurt Okulu ideolojik entelektüel fanatiklerin önemli bir başvuru kaynağıdır. Hala kurucularının üzerine çok sayıda kitap ve makale yayınlanmaktadır.
Indiana Üniversitesi profesörü Alfred Kinsey tarafından hazırlanan çeşitli raporlarda örneklem seçimi, boyutu vb gibi istatistik ilmi ile bağdaşmayan veri yanıltıcı sonuçlara yol açmıştı. Ama bu raporlara bağlı değişik iddialarda bulunanların basında yer almasını ve popüler olmasını da sağlamıştı. Zira “insanın köpeği ısırması” gibi alışılmadık, cazip şeyler konuşuyorlardı. Şimdi bunu bugün yiyecek ve içecekler hakkında her gün yapıyorlar. Yersiz sağlık iddiaları sosyal medya ve basında çokça yer alıyor. Ama bunun karşısında gerçekleri bulmak için yapılan akademik çalışmalar yeterli mi? Bu çalışmalar aynı mecralarda yer alıyor mu? Mesela kadına şiddet konusunda gerçekten bu istatistiki çalışmalara ve sosyolojik, psikolojik araştırmalara ihtiyaç var. Yoksa hep söylendiği gibi bataklık kurutulmadan sivrisineklerden kurtulmak mümkün değildir.
ÇEVRECİLİK
Çevreye yardım etmeyi istemek ve çevreye yardım etmek iki farklı şeydir. Çok sayıda aktivist coşkuyu bilgelikle karıştırmaktadır. Çevrecilik birçokları için yeni bir din haline gelmiştir, diyen yazarın hedefi şu anda 92 yaşında olan Paul Ehrlich.
Son on yılların en etkili çevrecilerinden biri olan Stanford Üniversitesi’nden biyolog Profesör Paul Ehrlich’in “bilimsel” açıklamaları, yanlışlığı defalarca kanıtlanmış kıyamet senaryolarından oluşmaktadır. Ama yine de, diğer çevreci entelektüeller gibi, Ehrlich de gezegenimizin geleceği hakkında korkunç uyarılarda bulunmaya devam etmiştir. Pek çok takipçisi onun açıklamalarını müjde olarak kabul etmeye devam etmektedir.
Destekçilerine göre, Ehrlich’in düşünceleri geriye dönüp bakıldığında ne kadar saçma görünürse görünsün, insanları korkutarak yaşam tarzlarını ve hükümetleri korkutarak yasalarını değiştirmelerini sağlayan etkisi tüm çabasına değdi. Yeşil fanatiklere göre, gerçek olmayan şeyleri teşvik etmek, bu gerçek olmayan şeyler doğru amaçlara hizmet ettiği sürece, son derece değerli bir girişimdir.
Ne var bunda diyeceksiniz? İşte bu sebeple başladı ruhbanlar kutsal kitapları tahrif etmeye ve Müslümanlar peygamberimizin sözüne ek yapmaya yani hadis uydurmaya, devletin yani halkın malını, ben de halktan birisiyim zaten diyerek yemeye yani hırsızlığa…
Eko-feministler Gaia’ya ya da Toprak Ana’ya tapan bir din icat ederken diğer çevreciler pagan toprak tapınmasına geri dönmüşlerdir. Radikal çevreciler bu değişiklikleri kendileri yapmakla yetinmemektedirler. Önerileri kabul edilirse, olabilecek en kötü şey, asla gerçekleşmeyecek bir şeye hazırlanmamız olacaktır. Tedbirli olmak üzülmekten iyidir, demekteler. Ama topluma kaça mal olacağını ve nelerden vazgeçmemiz gerektiğini bize bildirmeden. Ancak çevrecilerin korku tellallığına boyun eğmenin ciddi maliyetlerini bir düşünün, diyor yazar ve kitapta birçok örnek veriyor! Biz de buna sanki Avrupa Birliği’nin alelacele elektrikli araçları zorunlu tutan uygulamalarını ve sonra ise bilhassa üreticilerin bu taahhütlerini geri çekmesiyle tavsamasını örnek verebiliriz.
Bir tehlike de sorumluluk sahibi çevre korumacıların da ayrım gözetmeyen bir kamuoyu tarafından Ehrlich ve benzerleri ile aynı kefeye konulmasıdır. Ekosistemle ilgili gerçek endişeler ortaya çıktığında, çevrecilerin iddialarına karşı gelişen şüphecilik nedeniyle nüfusun bir kısmının doğal çevremizi korumak için gerekli fedakarlıkları yapmaya direnmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Hayvan Hakları
Singer’ın 1975 tarihli Hayvan Özgürlüğü Manifestosu hayvan hakları hareketinin kutsal kitabıdır. Aktivist Ingrid Newkirk, Hayvanlara Etik Muamele İçin İnsanlar’ı (PETA) kurması için bu kitabın kendisine ilham verdiğini söylemiştir. Dikkat çekici eylemleri; fast-food restoranlarını ateşe vermek, bomba postalamak, balina avlama gemilerini batırmak, kürk giyen kadınları kırmızı boyayla ıslatmak vb. … Peter Singer, Princeton dahil üç kıtadaki en prestijli üniversitelerde ders vermiştir. Singer’ın ideolojisi, hayvan hakları aktivizmi, çevrecilik ve Marksizm’in bir karışımıdır ve insan hayatının değerine dair çok sıradan bir bakış açısı da bu karışıma eklenmiştir. Kendisi, en fazla sayıda insanın mutluluğunun diğer tüm kaygılardan üstün olduğu bir toplum arzulayan faydacılığın bir taraftarı olduğunu iddia etmektedir.
“BENİM BEDENİM, BENİM SEÇİMİM”
1914 yılında Margaret Sanger The Woman Rebel’i çıkardı. Açılış sayısındaki bir manşette gazetenin kurucusu soruyordu: “Neden Asi Kadın?” ”Çünkü, kadının dünya makinesi tarafından, cinsiyet gelenekleri tarafından, annelik ve onun gerektirdiği çocuk yetiştirme tarafından, ücret köleliği tarafından, orta sınıf ahlakı tarafından, gelenekler, yasalar ve batıl inançlar tarafından köleleştirildiğine inanıyorum.” diye cevap veriyordu. Asi kadınlar, “tembel olma”, “evlenmemiş bir anne olma”, “yok etme”, “yaratma”, “sevme” ve “yaşama” haklarını talep ediyorlardı.
Margaret Sanger’a yöneltilen en ciddi suçlamanın doğum kontrolüyle hiçbir ilgisi yoktu. Aksine, The Woman Rebel’in Standard Oil’in veliahtı John D. Rockefeller Jr’a (ironik bir şekilde on yıl sonra Sanger’in en cömert hayırseverlerinden biri olacaktı) yönelik başarısız bir suikast planını sorumsuzca desteklemesiyle ilgiliydi!?
Biyolojik olarak saf, üstün ırk, ütopik bir hayaldir. Ulaşılamaz bir hedef olan insan mükemmelliği, übermensch hayaline ulaşmak, ötenazi, tecrit, kısırlaştırma ve kürtaja dayanıyordu. Margaret Sanger uygun olmayanlar için kürtajı, kısırlaştırmayı ve ayrıştırmayı teşvik etti. Tanrı rolünü oynamak gibi, ırkçılık da bir narsisizm egzersizidir. Margaret Sanger gibi görünen insanların, gen havuzunu kirlettikleri için devletin peşlerine düşmesinden endişe etmelerine gerek yoktu. Sanger 1937’de bir ödülü kabul ederken, istenmeyenlerin üremesini engellemenin “sağlıklı üremenin unsurlarına ilişkin bilimsel bilginin yayılmasını mümkün kıldığını” ilan etti. Yeni bir ırkın yaratılmasını mümkün kılar; bu dünyaya bilinçli olarak tasarlanmış yeni bir nesil getirilir.
Sanger, toplumun yararı için değil, kendi kişisel tatmini için toplumu değiştirmeye çalıştı. Bu fedakarlık değil, kendini zenginleştirmekti. Sanger’in kişisel cinsel ahlakı bir telekızınkine benziyordu. Seri zina yapan biriydi. Yatağını paylaştığı çok sayıda kişi arasında romancı H. G. Wells ve seks araştırmacısı Havelock Ellis de dahil olmak üzere zamanının en ünlü erkeklerinden bazıları vardı. O anki kocasını çok da gizli olmayan sevgilileriyle aldattığı gibi, bu sevgililerini de başka sevgilileriyle aldattı. Biyografi yazarı Ellen Chesler, bu buluşmaların ne karşı cinsle ne de iki kişiyle sınırlı olduğunu öne sürüyor. Chesler, Sanger’i “annelik sorumluluklarına karşı garip bir şekilde kayıtsız” olarak nitelendirirken, biyografi yazarı Madeline Gray, Sanger’in “çocuklarına ne olduğunu neredeyse hiç fark etmediğini” belirtiyor.
IRKÇILIK
Du Bois 1895 yılında Harvard’dan doktora derecesi alan ilk Afrika kökenli Amerikalı oldu. Sekiz yıl sonra The Souls of Black Folk adlı kitabında yirminci yüzyılın sorununun ırkçılık sorunu olacağını öngördü. 1905 yılında, siyahların güçsüzleştirilmesine yönelik hakim uzlaşmacı çözümlere alternatif arayan beş toplantıdan ilkini düzenleyerek Niagara Hareketi’ni doğurdu. 1910 yılında NAACP’nin kurulmasına yardımcı oldu ve araştırma direktörü oldu. Yirminci yüzyılın ilk on yılında Booker T. Washington ile süregelen entelektüel fikir alışverişi Amerikan tarihinin en büyük tartışmalarından biri olarak kabul edilmektedir. Bu yıllar büyük umut vaat ediyordu. Ne yazık ki bunu utanç verici hatalar izledi. Bunu anlamak zordur.
Du Bois’in hayatının son yarısında yanlış tarafta durmadığı herhangi bir önemli konu yoktur. Ayrımcılığa verdiği destekten, kısırlaştırma ve çocukların devlet mülkiyetine geçirilmesi yönündeki argümanlarına, Stalin’e duyduğu sınırsız coşkudan, Hitler Almanyası ve İmparatorluk Japonya’sındaki yaşama dair naif yorumlarına kadar Du Bois yanlış ata oynamaya meyilliydi.
Du Bois, günümüz üniversite kampüslerini saran çokkültürlülüğün atasıdır. Bu çokkültürlülük yabancı kültürlere karşı garip bir şekilde kayıtsızdır, ancak Amerikan kültürünün hem gerçek hem de hayali olumsuz yönleriyle meşguldür. Du Bois’in anti Amerikancılığı ve Marksizmi kesinlikle toplumun başarısızlıklarına odaklanırken diğer kültürlerdeki kusurları görmezden geliyordu. O bir bilim adamı değil, ideolojisini ilerletecek her şey uğruna dürüst bilim adamlığını feda eden bir propagandacıydı.
KAPİTALİZM
Ayn Rand’ın felsefesi Objektivizm, gerçeğe akıl yoluyla ulaşılabileceğini, rasyonel kişisel çıkarın tüm insan eylemlerine rehberlik etmesi gerektiğini ve kapitalizmin insanın insanla etkileşimini yönetecek tek ahlaki sistem olduğunu savunur. “Özgecilik, insanın kendi iyiliği için var olma hakkı olmadığını, başkalarına hizmetin varlığının tek gerekçesi olduğunu ve kendini feda etmenin onun en yüksek ahlaki görevi, erdemi ve değeri olduğunu savunur.” diye yazmıştır Rand. “Kapitalizm ve özgecilik birbiriyle bağdaşmaz; bunlar felsefi zıtlıklardır; aynı insanda ya da aynı toplumda bir arada var olamazlar.” Rand, “Objektivist etiğin temel sosyal ilkesi, yaşamın kendi içinde bir amaç olması gibi, yaşayan her insanın da kendi içinde bir amaç olduğu, başkalarının amaçları ya da refahı için bir araç olmadığı ve bu nedenle insanın ne kendini başkalarına ne de başkalarını kendine feda ederek kendi iyiliği için yaşaması gerektiğidir” der.
POST MODERNİZM
Yazarımızın sonraki hedefi post modernistler yani Derrida ve Foucault.
Burada artık önemli olan hakikat değil, akademisyenliğin siyasi sonuçlarıdır. Ortaya çıkan entelektüel bir bilim adamı değil, onun antitezidir: ideolog.
New York Times’ın sayfalarında ” dünyanın en ünlü filozofu” olarak nitelendirilen Derrida’nın popülaritesi en çok edebiyat teorisinde göze çarpmaktadır, ancak aynı zamanda mimarlık, feminizm, müzik, resim ve siyaset alanlarında da görülmektedir. Marx gibi Derrida da pek çok akademik çevrede son derece popülerdir.
Derrida ve takipçilerinin kendi eserlerini kaleme alma biçimi bariz zorluklar yaratmaktadır. Derrida’nın pasajları kasıtlı olarak muğlak ve anlamdan yoksun olmakla eleştirilmektedir. Bilmecelere dayanan ve kelimeleri zıt anlamlılarıyla eşitleyen metinler, en dikkatli okuyucuların bile kafasını karıştırır. Derrida, Writing and Difference’da gururla “Bu yüzden tutarsız olacağız,” der, “ama kendimizi sistematik olarak tutarsızlığa teslim etmeden.” Bu ifade onun yazı tarzını özetleyen anlamsız bir bilmecedir.
Hayranı Alan Bass, Derrida’nın yazılarındaki tutarlılık eksikliğinin, çevirinin söylediklerini aktarmadaki yetersizliğinin bir sonucu olduğunu savunur. Bass, bu denemelerin Fransızca dışında bir dilde okunup okunamayacağını ciddi bir soru olarak soruyor.
Derrida’ya göre doğru olan, totalitarizmin yıkılması ve tanrıya artık tapınılmamasıdır. Yapısöküm (deconstruction ) bu sözde övgüye değer hedeflere ulaşmak için bir yöntemdir. Derrida neyi yapısöküme uğratır? “Her şeyi!” diye açıklar. “İzlediğim şeyi eleştiriyorum. Uyanık olmaya çalışıyorum. Her zaman yapısöküm yapıyorum. Başkaları da yapıyor.” Derrida’ya göre yapıbozumcu mimari, mimariyi başka bir şeye, kullanıma, güzelliğe ya da yaşama tabi kılan her şeyin eleştirisidir. İşlevselliğin, estetiğin ve konutun hegemonyasını reddetmek zorundayız. Bu, mimarlığı tüm bu dışsal nihai sonuçlardan, bu dışsal hedeflerden kurtarmak için bir harekettir.
Foucault, alametifarikası olan tıraşlı kafatası, tel çerçeveli gözlükleri ve balıkçı yaka kazağıyla postmodernizmin fiziksel vücut bulmuş haline gelir. Ancak onu entelektüel hareketin önde gelen figürü yapan, karikatürize görüntüsünden çok akademik ve aktivist çalışmalarıydı. 1970’ler boyunca Foucault, Kamusal Entelektüel’in arketipi haline geldi. İran’daki İslam Devrimi’ni destekledi; orada “siyasi tutuklu” Roger Knobelspiess’in serbest bırakılması için imza kampanyaları düzenledi. Foucault ancak daha sonra çalışmalarının gerçek hayattaki sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalacaktı. Desteklediği devrim, yerine geçtiği toplumdan çok daha baskıcı bir toplum getirmemiş miydi?
Foucault zaman zaman entelektüel pelerinini tamamen çıkarıp aktivist kılığına büründü. Birkaç kez polisle çatıştı. 1969’un başlarında Fransa’nın Vincennes Üniversitesi’nde ders verirken, profesyonel otoriteden yoksun demokratikleştirilmiş üniversiteler talep eden bir güruha katıldı. Foucault’nun felsefesi Nietzscheciydi. Hakikat kavramını sorguluyordu. Var olduğu ölçüde hakikat, güçlü olanın karar verdiği şeydi.
Hakikat ve mantık gibi değerlere karşı ortak bir düşmanlıkları olsa da, Derrida, Foucault ve postmodern olarak etiketlenen diğerlerinin fikirlerini birleştiren başka pek bir şey yoktur. Yazar Mark Lilla, “Bu kadar farklı fikirlere herhangi bir mantıksal düzen dayatmanın imkansızlığı göz önüne alındığında, postmodernizm tutum açısından uzun, argüman açısından kısadır.” diyor. “Onu bir arada tutan şey, bu çok farklı düşünürleri desteklemenin bir şekilde ortak bir özgürleştirici siyasi amaca katkıda bulunduğu inancıdır ki bu da uygun bir şekilde tanımlanmamıştır.”
Postmodernizm moderniteyi reddeder. Özellikle de modern çağın katalizörü olarak görülen Aydınlanmayı reddeder. Postmodern terimi de buradan gelmektedir. Frankfurt Okulu gibi postmodernistler de hakikat, rasyonellik, akıl, nesnellik ve bilimsel yöntem gibi Aydınlanma değerlerini reddeder. Bu değerlerin yerine ne koymaya çalıştıkları ise belirsizdir. Frankfurt Okulu’nun aksine, postmodernistler Marx’ı tek tip olarak benimsemezler. Köklerini kesinlikle daha az moda olan kaynaklarda bulurlar.
Başladığımız yerde bitiriyoruz, diyor yazar. Entelektüelin nihai hedefi olarak hakikat fikri bir kenara atılır. Bunun yerine, akademisyenlerden ideolojinin siyasi hedeflerin peşinden gitmeleri istenir. Postmodernizm, akademisyenler topluluğu içinde bir uç değildir. Merkezdedir. Bu bize günümüz zihin hayatı hakkında çok şey anlatıyor.
İdeoloji takipçileri derken kitapta konu aslında Amerikan demokratları ya da liberalleri, bizdeki solcular gerçeği değil de kolektif yanılsamalarının devam etmesini istiyorlar. Meşru eleştirileri görmezden gelmek, kendini diğer benzer insanlarla dolu bir yankı odasına hapsetmek ve muhalefeti insanlıktan çıkarmak işte budur. Zaten takipçileriniz düşünmez. Takip ederler.
Neden entelektüel moronlar amaçlarını gerçekleştirmek için sahtekârlığa başvurmak zorunda kalıyorlar? Platon: Kamu yararına hizmet etmek için insanlara söylenen “asil yalanlar” demiştir. Ne var ki bu “asil yalanlar” nadiren rastlanan, hatta hiç rastlanmayan bir yaratıktır. Alçakça yalanlar, alçakça programlar için coşku yaratmak amacıyla kullanılırlar. Zorla kısırlaştırmadan pedofiliye, bebek öldürmeden totalitarizme kadar, bu kitaptaki kişilerin savunduğu davalar yanlış olmaktan ziyade çoğu zaman kötüdür. Demokratik bir toplumda, hangi yolların arzu edilir olduğu ve hangilerinden kaçınılması gerektiği konusunda en iyi hakem, kafası karışık değil, iyi bilgilendirilmiş bir halktır. Halkı yanıltmanın popülerliği, birçok elitin sadece kitlelere değil kendi programlarına da güvenmediklerini göstermektedir.
Kötü fikirler, politik olarak esinlenilmiş yalanlar, herkese uyan tek tip sistemler ve entelektüel moronların diğer ürünleri fikirler, dünyamızın talihsizlikleridir. İdeolojiler var olduğu sürece, kendilerini ve başkalarını kandıran, amaçların araçları haklı çıkardığına inanan ve muhalif fikirleri boğan fanatikler de var olacaktır.
Yazar, Amerika’daki Cumhuriyetçiler yani muhafazakar ve dindarlar ile Demokratlar yani solcu liberaller arasındaki kültür savaşında tarafların nasıl tür bir düşünce yapısına sahip olduğunu gözler önüne sermeye çalıştım, diyor. Kitabın yazım tarihinin 2024 olduğunu unutmayalım. Ben de bizim dünyamızdan bazı ekleme ve saptamalarla bir şeyler karaladım. Bizde de yıllar içinde benzer tartışmaları anımsıyor musunuz?
Bununla birlikte, entelektüel moronların etkisini azaltmak için alabileceğimiz tedbirler vardır. İdeolojik yalanları ifşa etmek sadece anında olumlu bir etki yaratmakla kalmaz, aynı zamanda gelecekteki yalanlara yenik düşmeye karşı aşılama eğilimi gösterir: Hem kendi saflıklarının hem de ideologun sahtekarlığa olan eğiliminin farkına varırlar. Entelektüel ortamlarda tartışma, özgür sorgulama, açıklık, dürüstlük, hoşgörü ve çeşitlilik için çaba göstermek, programlama yerine düşünmeyi geliştiren koşulların yaratılmasına yardımcı olacaktır. Son olarak, bilgiyi değerlendirirken kendimizin dışına çıkmak ve ideolojik önyargılarımızdan kurtulmak önemlidir. Tercihlerimize zarar verdiğinde hepimiz yalanlara karşıyız. Müttefiklerimize ve çıkarlarımıza yardımcı olduğunda da yalana karşı çıkmak, hakikate bağlılığın gerçek sınavıdır. Aristoteles, hakikate olan sadakatinin Platon’a olan sadakatinden bile daha ağır bastığını söylemiştir: “Her ne kadar hem hakikati hem de dostlarımızı sevsek de, dindarlık önce hakikati onurlandırmamızı gerektirir.”