Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi ve Pladis ile GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, GOYA ilkesi (Gez, Oturma Yerinde Artık) felsefesinden ilham alarak farklı konu başlıkları altında deneyimlerini paylaşmaya devam ediyor. Son olarak Bursa ziyaretini kişisel sitesinde okurlarıyla paylaşan Ülker, "Tamamen Osmanlı kokuyor" dedi. Bursa Belediyesi'nin özverili çalışmalarıyla şehrin açık hava müzesine dönüştüğünü belirten Ülker, "Alt ve üst geçitleri, duble yollar ve çevre yolu ile Bursa, İstanbul’dan 1,5 saatte varılacak bir cazibe merkezi haline gelmiş" ifadelerini kullandı.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi ve Pladis ile GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde çeşitli konu başlıkları altında yaptığı ziyaretlerden, iş dünyasına dair fikirlerini paylaşmaya devam ediyor. Ülker, bu kez 'Bursa tamamen Osmanlı kokuyor' başlıklı bir yazı yayımladı.
Aslen Malazgirtli olup İstanbul’da okurken tanıştığım yaşıtım arkadaşım, daha sonra hayatına Bursa’da devam etmeye karar verdi. 40 yıllık tanışıklığımıza rağmen ilk defa fırsat bulup kendisini ziyaret edebildim. İyi ki de etmişim. Bu ziyaretimizde beni, Bursa’da yeni açılan Swissotel’de ağırladı. Otel, eski bir sanatoryumdan Bursa Sanayi ve Ticaret Odası’nın gayretleriyle restore edilerek yapılmış. Mimari olarak da önemli isimlerin eseri; Anıtkabir’in mimarı Prof. Dr. Emin Onat ve Türkiye’nin ilk kadın mimarlarından Prof. Dr. Leman Cevat Tomsu tarafından tasarlanmış.
Bursa’ya vardığım ilk gün Uludağ zirvesine çıktığımızda kar yağışına denk gelince harika bir manzara izledik, tüm dağ ve Bursa manzarasını bir arada görebiliyorsunuz.
Genel olarak şunu söylemeliyim ki Bursa Belediyesinin özverili çalışmalarıyla şehir başlı başına açık hava müzesine dönüşmüş. Tarih kokan binalar ve tarihi cami ziyaretleri yaptım. Tabii bir de Godiva şubemizi ve olası potansiyel Godiva şubesi olabilecek yerleri goyaladım.
Bursa, tam bir Osmanlı şehri, tabii her yerinde tarih, İstanbul gibi değil tamamen Osmanlı kokuyor. Gençlerin gerçekten Bursa’yı öğrenip tanımasında büyük fayda var. Benim için Bursa’nın tarihini, kültürünü ve dokusunu keşfetmek keyifliydi, neleri gezdim, gördüm hepsini ekte detaylıca anlattım.
Kadim arkadaşım beni Kasım ayında yeni açılmış olan dağdaki Swissotel’de ağırladı. Bu otel aslında Bursa Sanayi ve Ticaret Odası (BTSO) gayretleriyle ekonomiye kazandırılmış eski bir sanatoryum binası. Kirazlıyayla Sanatoryumu, 1949 yılında tamamlanmış, verem hastalığını tedavisi için Türkiye’de kurulmuş olan 6 adet sanatoryumdan biriymiş. Mimarları ise oldukça önemli isimler; Ordinaryüs Prof. Dr. Emin Onat, ki kendisi Türkiye`nin en genç yaşta “Ordinaryüs Profesör” unvanını alan ve aynı zamanda Anıtkabir’in de mimarı olan kişi ve ilk kadın mimarlarımızdan Prof. Dr. Leman Cevat Tomsu tarafından tasarlanmış.
Biz vardığımızda şansımıza ilk kar yağmıştı, hemen ilk gün zirveye çıktık. Ve yine şanslıydık ki Bakacak’ın seyir terasından bütün dağı ve Bursa’yı görebiliyorduk. Dağın zirvesinden aşağıya doğru inen kar bir tül gibi tüm dağı ve ormanı sarmıştı, aşağılarda ise bu beyaz kar örtüsü güneşli bir görüntüye dönüşüyordu.
Batıda İzmir yolu, karşımızda İstanbul yolundaki termik santral ve doğu tarafında ise Bursa ovası manzarası önümüzdeydi. Çocukluğumda annemlerle geldiğim Çekirge Gönlüferah otelinin kaplıcasına girdiğim yeşil Bursa ise artık 4 milyon nüfusuyla modern bir sanayi şehrine dönüşmüştü. Galiba artık Bursa ovasında en iyi yetişen şey “beton”du.
Alt ve üst geçitleri, duble yollar ve çevre yolu ile Bursa, İstanbul’dan 1,5 saatte varılacak bir cazibe merkezi haline gelmişti. Bilhassa yazın Uludağ’ı Arap turistlerin kapladığı konuşuluyordu. Gençken Arabistan’da kaldığım zamanlardan hatırlarım, yeşilliğe bakmaya hasret kalırsınız. Hele arabanın camını açıp yazın bile serin esen rüzgarın cazibesi Arap turistleri buraya çekmekteydi. Betonlaşmanın etkisiyle Bursa’nın yeşilinin azaldığını görmek beni üzdü.
Dağ başında bize cızbız yaptılar, sonrasında kahve istedik ve dağ başı da olsa fark etmez tabii yanında Ülker Napoliten ile geldi.
Otele döndüğümüzde bizi bir sürpriz bekliyordu, bizim için tadım menüsü hazırlanmıştı. Şef Güngör Taş’ın hazırladığı leziz menüde; meşe odunu isi ile ekşili kurutulmuş patlıcan çorbası, manda sütünden avokadolu peynir, peynir üstünde közde patlıcan, barbun balık, bafra pidesi, kaburga et, ayva tatlısı. Tabii ben hepsini yemedim.
Otele döndüğümüzde bizi bir sürpriz bekliyordu, bizim için tadım menüsü hazırlanmıştı. Şef Güngör Taş’ın hazırladığı leziz menüde; meşe odunu isi ile ekşili kurutulmuş patlıcan çorbası, manda sütünden avokadolu peynir, peynir üstünde közde patlıcan, barbun balık, bafra pidesi, kaburga et, ayva tatlısı. Tabii ben hepsini yemedim.
İçerisinde Pürovel Spa & Sport var; 1205 metrekarelik alanda 12 odası ve 14 yatağı bulunuyor. İçeride iki adet ısınabilir havuz ve dışarıda da bir havuz var. Spa’da İsviçre’de organik olarak üretilen esansiyel yağlar kullanılarak yapılan tedaviler, mevsimlerle uyumlu olarak tasarlanmış modern spor tesisleriyle birlikte vücudu canlandırmak için oluşturulmuş. Benim ilgimi tuz odası çekti, odadaki her şey, duvarlar dahi Himalaya tuzundan.
BTSO, otel içerisinde Bursa Business School (BBS) açmış ve hedefleri otelde yılın 12 ayı aktivite. Türkiye’deki tüm oda ve borsaların üyeleri için üst düzey eğitimlerin verildiği, şirket toplantıları ile eğitimlerinin, kongrelerin ve yerli-yabancı doruk toplantıların düzenlendiği bir merkez olmaya çalışıyorlar.
Ertesi gün sabah kahvaltısında kruvasanı dilimletip kızarttırdık. Çok güzel bir ekmek alternatifi oldu. Sonra şehre indik ve tabii goya yaptık, fotoğrafları ekte, Godiva goyası yaparken, öğlen yemeğini çikolata ile geçiştirdik.
Daha sonra şehirde potansiyel Godiva mağaza yerlerine baktım. Akşam da arkadaşımın başkanı olduğu Birlik Vakfı’na uğradık.
Vakıfta bize hamsi hazırlamışlar, bir tabakta üç çeşidi birden vardı; buğulama, tava ve ızgara hamsi.
Önce buğulamayı yedim çok güzeldi, ardından kızartma ve ızgara ile devam ettim. Tabii kontrol ettim, hamsi malum küçük balık, haliyle “ayıklanmış” mı iyi bakmak lazım, ayıklanmış.
Yemekten önce bitişikteki Sultan I. Murat Hüdavendigar Cami’sinde akşamı kıldık. Sonra da I. Murad’ın Kosova fatihi ve şehidinin naaşının bulunduğu türbeyi ziyaret ettik.
Cami tarihimiz açısından kıymetli; Hüdavendigar Cami olarak da bilinen cami I. Murad tarafından 1366da inşa edilmiş. Bu yapı, “⊥” plânlı bir cami ve Osmanlı mimarisinde medresenin cami ile aynı binada, üst katta olarak tasarlandığı tek örnektir. Taş-tuğla süslemeleri ve sivri kemerleriyle dikkat çeken bu yapıda Bizans dönemine ait sütun ve sütun başlıkları kullanılmış. Ayrıca, Bizanslı sanatçıların da yapıya katkıda bulunduğu biliniyor. Giriş katında son cemaat yeri, dış sofa ve tek kubbenin altında merkezi altı oda bulunmaktadır. 19. yüzyılda eklenen şadırvan ise merkezi alanda yer alıyor.
Cami girişindeki sahanlığın yanındaki merdivenlerle çıkılan medresede, dört müderris ve on iki öğrenci hücresi bulunmaktadır. Bu medresede, Molla Gürani, Zenbilli Ali Efendi, Tâcîzâde Cafer Çelebi gibi ünlü kişiler müderrislik yapmıştır. Hüdâvendigâr Külliyesi, 2014 yılında UNESCO Dünya Mirası olarak ilan edilen bir alanda yer alıyor.
Enteresandır, caminin üstünde meşhur hocaların ders verdiği medrese aktif, halen talebeler kalıyor. Caminin içinde sağda solda odalar var, eskiden bunlar mahkeme olarak kullanıyormuş. Ortada da şadırvan var, kıble tarafına doğru 7-8 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor. Muhteşem bir mihrap sizi karşılıyor. Sonradan yapılmış minberin güzel bir ahşap işçiliği var.
Camide görevli hocamızın anlattığına göre ecdat halkın bütün işlerini caminin girişindeki odalarda görmekteymiş. Mahkemeler orada oluyormuş. Sonra kapalı avluda yani caminin kubbesinin altında abdest alınıp, arınıp kıbleye doğru yürüyüp merdivenden çıkılıyor sanki kamunun bütün ihtiyaçlarının halledilip, arınarak Allah’ın huzuruna yükselmek gibi, namaz kılınıyormuş.
Bu değişik mimari ve anlatım bana güzel geldi. Şadırvanın tepesindeki kubbenin ortasının açık olması Orta Asya’daki yurt çadırlarına benziyor. Gayri ihtiyari hocaya sormak zorunda kaldım, mihrabın üzerindeki tabeladaki hat yazısında “kullemâ deḣale ‘aleyhâ zekeriyyâ-lmihrâbe vecede ‘indehâ rizkâ(an)” (Zekeriyya, ne vakit mihraba girse yanında bir yiyecek bulurdu.) (Âl-i İmrân Suresi 37. Ayet)
“Hocam buradaki mihraptan kasıt bu olmasa gerek, mihrap biliyorsunuz kalın duvar içinden yapılmış oyuk, niş demek” deyiverdim. “Evet” dedi hoca efendi, aslında oraya “Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir; nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin.” (Bakara Suresi 144. Ayet) yazılmalı. Hatta arkadaşım da müftüyü arayarak bu konuya dikkatini çekti, inşallah nasip olur da yazılır.
Bursa şehrinde yeni restore edilmiş Mevlevihane’yi de gördüm. 1615 yılında Sultan I. Ahmed’in emriyle, Cünûnî Ahmed Dede tarafından inşa edilen söz konusu dergah, âsitane olarak tanımlanan büyük dergâhlar arasında yer alıyor. Bursa Büyükşehir Belediyesinin Tarihi Kültürel Mirası Koruma ve Yaşatma Çalışmaları çerçevesinde yeniden ihya edilmiş. 20. yüzyıldan itibaren, mescit, karakol, askeri depo ve son olarak da bir dönem su deposu olarak kullanılmış, sonra da bakımsızlıktan harap hale gelmiş ve yıkılmış. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin Tarihi Kültürel Mirası Koruma ve Yaşatma Çalışmaları kapsamında ise fotoğraflarından yola çıkılarak restore edilmiş. Bu sene de Bursa Mevlevihanesi ve Müzesi olarak hizmet vermeye başlamış.
Gözyaşı çeşmesinin bu şeklini ilk defa görüyorum. Dergah, Bursa surlarının hemen dışında, bitişik, bu arada surlar çok güzel restore edilmiş.
Uludağ’dan inen tüm sular Pınarbaşı’nda toplanır oradan Ulu Cami’ye kadar yeraltından gidermiş. Ulu Cami’nin içindeki şadırvan, 1630 yılında Kara Çelebizade Abdülaziz tarafından yaptırılmış. Sonra kendim de araştırdım şu bilgiye ulaştım; Şadırvanın başlangıç noktası, ‘Allah bir’ diye başlar, 33 yerden akmaya devam ederek bir tesbihat oluşturur. Şadırvanın içindeki su, Uludağ‘dan, Pınarbaşı‘na oradan da Ulu Camii’nin içindeki şadırvana gelir. Buradan akan su içilmez. Ancak çeşmelerden akan su ise şebeke suyudur ve içilmesinde bir sakınca yoktur.
Dönüş yolunda Irgandı Köprüsüne gittik, dünyada 4 tane varmış köprü üzerinde çarşı; biri bizde, ikisi İtalya’da; Floransa’daki Ponte Vecchio Köprüsü ve Venedik’teki Rialto Köprüsü, dördüncüsü Bulgaristan’daki Lofça Osma Köprüsü imiş. Oradan alışveriş yaptık. Tarihinden biraz bahsetmek gerekirse; bu taş köprü 1442 yılında II. Murad zamanında yapılmış. 1640 yılında Bursa’ya gelen Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde, köprünün üzerinde 200 dükkan bulunduğu yazılmış. Ancak köprü üstünde iki yanda 16şardan 32 dükkan yapılmış olduğu biliniyormuş. Köprüyü taşıyan tek kemerin iki yanında ise ahır ve depolar bulunurmuş. 1855te depremle köprü hasar görmüş, 1922de ise Kurtuluş Savaşı sırasında işgal kuvvetleri Bursa’yı terk ederken dinamitlenerek tamamen yıkılmış. Ardından 1949 yılında dükkansız şekilde betonarme olarak onarılan köprü, 1988 yılında yeniden restorasyona girmiş, 2004 yılında ise tamamlanmış. (2) Şimdi köprüde el sanatları atölyeleri ve dükkanlar var.
Tüm bu örneklerden de anlaşıldığı üzere Bursa’nın o tarihi dokusu yeniden canlandırılmış. Dikkatimi çeken bir diğer husus şehrin temizliğiydi.
Bursa, tam bir Osmanlı şehri, tabii her yerine tarih var, İstanbul gibi değil tamamen Osmanlı kokuyor. Gençlerin gerçekten bunu öğrenip tanımasında büyük fayda var. Yukarıda bahsettiğim örneklerin yanı sıra, 8500 yıllık Arkeopark’tan tutun da, 2300 yıllık Bitinya surlarına, 700 yıllık Osmanlı eserlerinden Cumhuriyet dönemi mimari örneklerine kadar gerçekten muazzam bir tarihi olan şehirdir. Bursa Büyükşehir Belediyesi’ni de tebrik etmek gerek, nereye baksam onların emekleriyle güzelleşmiş, hayata dönmüş yerlere denk geldim, onların marifeti ve çabalarıyla şehir tarihi bir açık hava müzesine dönüşmüş.
Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar…
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.
Bir zafer müjdesi burda her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,
Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,
Türbeler, camiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene.
Bu hayâle uyur Bursa her gece,
Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Serin hülyasıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kanat şakırtılarından Billûr bir âvize Bursa’da zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini.
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu,
Bu hayâl içinde… Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
Havayı dolduran uhrevî âhenk..
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
Belki de rüyâsı bu cetlerin,
Beyaz bahçesinde su seslerinin.