İsmet Berkan'ın bugünkü yazısından esinlenerek kendimce diyorum ki, galiba toplumda bugün meslek addedilen bazı davranışların zapturapt altına alınması lazım. Mesela uzmanlar sadece uzman oldukları konu hakkında konuşmalılar, aslında uzmanlıkları haricinde konuşturulmamalılar. Yani medyada yer bulmamalılar veya toplumda itibar edilmemeliler. Sağlık, ekonomi, dini konular da böyledir. Belki bu sayede hafta sonu futbol müsabakalarının kesinleşmiş sonuçlarını bir sonraki hafta içerisinde tekrar tartışmayız. Her akşam her konuda uzman olan konuşan kafaların tecavüzüne maruz kalmayız.
Ne dersiniz efendim?
İsmet Berkan’ın yazısı:
Rahmetli Hakkı Devrim, ‘Köşe yazarı’ demez, ‘Köşe kadısı’ derdi.
Neden ‘kadı’?
Hakkı Bey, Hukuk Fakültesi mezunuydu ve geldiği kuşak itibarıyla İslam hukuku ve Mecelle hakkında da geniş bilgi sahibiydi.
Biliyorsunuz, Osmanlı’nın uyguladığı İslam hukukunda kadı önemli bir kişidir. Bir din adamıdır ve bazı durumlarda aynı anda hem savcı hem hakim rolünü bir arada üstlenebilecek hukuki yetkilere sahiptir. Suçlamayı da yapar, cezayı da keser.
Bugünkü hukuk anlayışı içinde kabul edilemez bir şey. Gerçi o zamanlarda kabul etmek kolay değildi. İşte bakın Ziya Paşa’nın meşhur terkibi bendinden iki satır: ‘Kâdı ola da’vâcı vü muhzır dahî şâhid, / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet?’ (Hakim hem davacı, hem mübaşir hem şahit oluyorsa, /O mahkemenin verdiği karara adalet denir mi?)
Köşe yazarları işte Ziya Paşa’nın ‘kadı’sına benziyordu Hakkı Beye göre, aynı anda hem davacı, hem mübaşir hem de şahit oluyor, sonra kendi kendilerine hükmü de veriyordu.
Hatırlayan çıkar mı, bilmiyorum. 2000’li yıllarda Ertuğrul Özkök, Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni ve ‘köşe kadısı’ olarak bir ‘Tanrı yazar’ tartışması başlatmıştı. Aslında kastettiği şey, kendi gazetesinin yazarlarından olan Emin Çölaşan’dı.
Tanrılar katından yazan, yazdıkları kesim hükümler taşıyan köşe yazarlarını tartışıyordu Ertuğrul Özkök.
Köşe yazarlığı sadece bize özgü bir şey değil; dünyanın her yerinde medyada köşe yazarları var. Bu yazarların kalitesiyle o medyaların kalitesi arasında da doğrudan bir bağlantı var. Türkiye’de de durum böyle aslında.
Bir de, tarihten gelen bir medya geleneğimiz var bizim. Gazete ve gazetecilik bu ülkede okuyucunun haber alma ihtiyacını karşılamak için değil, genellikle bir kişinin (başyazar) aklındaki fikirleri yazması, siyasi iktidara karşı eleştirilerini dile getirmesi için doğmuş. Bizim ilk gazetelerimizin o gazetenin başyazarı/sahibiyle anılması bundandır. Yani aslında gazete demek, tek kişilik bir siyasi parti demektir bizim tarihimizde.
Bu gelenek bugün de kısmen devam ediyor aslında. Köşe yazarlarının bazıları kendi başlarına birer siyasi parti gibi davranıyor.
İyi de, siyasi partiler sonunda seçime giriyor, onların görüşlerini bir kısım vatandaş benimsiyor. Peki ya köşe yazarları veya yeni dönemin TV konuşan kafaları seçime giriyor mu? Hem evet, hem hayır.
Evet seçime giriyorlar, daha yeni girdiler aslında. Bir kısmı, açıkça destekledikleri adayın kaybetmesiye bu seçimin mağlupları arasına yazıldı.
Ama Hakkı Bey’in yerinde tanımlamasıyla onlar aslında ‘kadı’ olduklarından hemen mahkemeler kurdular, kendi kusurlarından hiç söz etmeden destekledikleri siyasi lideri yargılayıp mahkum da ettiler.
Otomobil kullanmak için ehliyet alıyorsunuz; doktorluk, mühendislik, avukatlık, mimarlık yapmak için bir çeşit ‘ehliyet’e ihtiyacınız var. Ama köşe yazarı olmak için okuma yazma bilmek ve bir yerde size köşe veya bir TV’de kürsü verilmesi yeterli.
Yanlış anlamayın, köşe yazarlarının imtihana girip ehliyet alması gerektiğini savunmuyorum, söylemeye çalıştığım şey şu: Köşelerde yazan insanlar olarak bizim gerçekte söylediğimiz şeyleri söylemeye ehliyetimizin olup olmadığını sürekli sorgulamamız gerektiği…
Bu sorgulamayı yapmadığımız zaman, çoğumuz çoğu zaman haddimizi aşıyoruz.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu elbette eleştirilecek ama ‘Hayatımı seni oradan indirmeye adayacağım’ dediğinizde, eleştiri değil başka bir şey yapmış oluyorsunuz.