Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel sitesinde, Mısır ziyaretinin ikinci durağı olan Kahire'deki izlenimlerini okurlarıyla paylaştı.
İlk yazıda İskenderiye izlenimlerimi paylaşmıştım. Şimdi Kahirede’yiz. İskenderiye Kahire arası uçakla 45 dakika sürüyor. Kahire’de Nil nehrinin kenarında çok sayıda dünyaca ünlü markalı oteller var. Bu otellerden bizim kaldığımız ise Sofitel oldu. Odaya girdiğimizde ilginç konseptli meyve ve tatlı tabakları bizi bekliyordu. Fes ve Mısır tanrılarından birini bir arada görünce otel sanki bize bir mesaj mı vermiş diye düşünmeden de edemedim.
Otelimizin lobisinde bir Mevlevi heykeli vardı. Merak edip kapıdaki görevliye “Kim bu, ne yapıyor?” diye sordum. Biraz düşündü ve sonra “Çıkaramadım valla önemli biri olmalı.” dedi
Otelimize oldukça geç saatte vardık, bir sonraki güne hazırlanmak için de biraz erken uyuduk. Bir sonraki sabah Nil nehrinin muhteşem manzarasına gözümüzü açtık.
Kahire, kent merkezinde 7,9 milyon, banliyöleriyle birlikte ise toplam 20 milyona yakın bir nüfusa sahip. Mısır başkenti Kahire’de hükümet, parlamento, devlet daireleri ve diplomatik temsilcilikleri bulunuyor.
Kahire’nin büyük bölümü Nil ırmağının doğu kıyısında, ırmağın Reşid ve Dimyat kollarına ayrıldığı noktanın biraz aşağısında yer alıyor. Bu arada rehberimizden öğrendik ki zaten Mısır’da toplam nüfus ülkenin %35ine gelen bir alanda yaşıyor ve bu alanlar da Nil nehrinin sulak ve verimli kenarları.
Kahire daha büyük ve kalabalık olmasına rağmen İskenderiye’ye kıyasla daha düzenli bir şehir. Bizim grubun ilk durağı Mısır Medeniyeti Ulusal Müzesi idi.
Bu müzede görülenleri, hatta gezimizde bundan sonra anlatacaklarımı tarihsel olarak yerli yerine oturtabilmek için bir arka plan bilgisi vermek gerekiyor. Çünkü çok sayıda hanedanlık, krallık, imparatorluk 5500 yıl boyunca bu topraklarda yaşamış, eğer bir tarih sırası kafanızda yoksa gördükleriniz ve anlatılanlar karşısında karmaşa yaşayabiliyorsunuz. Hatta mitoloji ile tarihçi, arkeolog tahminleri arasında gidip geliyorsunuz.
Eğer Mısır’a bir gezi yapacaksanız yazımın bu bölümü sizin için rehber olabilir diye düşünüyorum. Ben de çoğu bilgiyi internetten, daha önce yapılan ziyaret notlarımdan ve gezi sırasında aldığım broşür ve kitapçıklardan derledim.
Mısır’da insanın paleolitik zamandan beri var olduğu yazılıyor. Bu dönemlerde, Mısır toplulukları merkezi bir yönetim kuramamışlar. Siyasal birlik adına ise ilk gelişme Yukarı Mısır’ın kuzeyinde yer alan Hierakonpolis merkezi olmuş. Hanedanlık öncesi denilen dönemin son evresinde bu bölgede yaşayanların, yazıyı kullanmaya başladığı ve bu yazı sisteminin sonunda eski Mısır dilini yazmak için gelişkin bir Hiyeroglif sistemi haline geldiği söyleniyor. Zaten rehberimiz de gezi boyunca gezdiğimiz tapınaklardaki duvarlarda yer alan hiyerogliflere dayanarak bize tarihi bilgiler verdi.
Kutsal yazıt anlamına gelen hiyeroglifde resim/glif şu üç işlevden birine hizmet ediyormuş: (1) bir şeyin veya eylemin görüntüsünü temsil etmek, (2) bir sesin veya birden üçe kadar hecelerin seslerini temsil etmek veya (3)bitişik gliflerin kesin anlamını belirlemek.
Hiyeroglif yazmak, onu öğrenmek için seçilen bilginlerin sayısını sınırlayan bir miktar sanatsal beceri gerektiriyormuş. Yalnızca kapsamlı bir eğitimle ayrıcalıklı olanlar (yani firavun, soylular ve rahipler) hiyeroglifleri okuyup yazabiliyorlarmış; diğerleri günlük el yazısı için daha uygun olan daha basit sürümleri kullanmışlar.
Rehberimize bir soru sordum: “O dönemden bir ses kaydı olmadığına göre, diyelim Amon Ra..Nasıl onu seslendirebiliyorsunuz?” Tabii kısa bir sessizlik oldu. “Yani bize okulda böyle öğretiyorlar. Oradan biliyoruz ama tabii..” cevabını aldım. Açıkçası evet çok sayıda “gösteren” var hiyerogliflerde, örneğin “kuş” var. “Gösteren-gösterilen aynı mı peki?” sorusunu bir tarafa bırakırsak o sesi o zaman nasıl çıkarıyorlarmış, nasıl telaffuz ediyorlarmış kimse bilmiyor. Burası bana biraz garip geldi.
Yapay zekaya sordum. Dedi ki: “Rosetta Taşı’nın bulunmasıyla hiyeroglifler çözülmüştür. Bu taş aynı metni hem Yunanca hem de hiyerogliflerde içerdiğinden deşifreye büyük katkı sağlamıştır. Hiyerogliflerin telaffuzunu belirlemek zorlu süreçtir. Dilbilimciler ve tarihçiler çeşitli yöntemlerle anlamaya çalışmışlardır ama kesin telaffuz olmadan yapılan her çalışma spekülatiftir.”
Anlayacağınız Chatgpt de benim gibi düşünüyor.
MÖ 3500 yıllarında meydana gelen iklim değişikliği nedeniyle Hierakonpolisliler Nil Nehri’nin taşkınlarına maruz kalan bölgelere inmek zorunda kalmışlar. Sel sularını kontrol altında tutacak sulama projeleri geliştirmeye başlamışlar. Yani, sulu tarım ekonomisi keşfedilmiş. Bu keşfi kentlerin kurulması izlemiş. Bu süreç, MÖ 3.000li yılların sonunda Aşağı ve Yukarı Mısır’ın birleşmesiyle sonuçlanmış.
Erken Hanedanlık Dönemi boyunca Firavunlar sahne alıyor ve artan güç ve zenginliği, özenle inşa ettikleri tapınaklarda (Mastaba) görülüyor. Bunların ölümlerinden sonra tanrısallaştırılan firavunları kutsamayı ve kalıcı kılmayı amaçlayan çabalar olduğu söyleniyor ki Mısır gezisi demek zaten artık iyice emin oldum ki ülkenin her yerinde bulunan film setini andıran (mesela Indiana Jones) tapınakları gezip; hiyerogliflere dayanarak firavun maceralarını dinlemekten ibaret.
Müzemize gelirsek… Mısır Medeniyeti Müzesi’nin temeli 2002 yılında atılmış. Yukarıda sözünü ettiğim Antik Mısır’ın farklı asırlarına dayanan yaklaşık 50 bin parça tarihi eseri bünyesinde barındırıyor. Müzenin girişinde Mısır tarihinin aşamalarını anlatan bir tablo var. Ben biraz da internetten yararlanarak sizin için bu tabloyu geliştirdim:
Ortaya Mısır tarihi kronolojisi çıktı.
Bu kronolojiyi hem müze hem de tapınak gezerken yanından ayırmamak gerekiyor. 3000 metrekare olan Mısır Medeniyeti Ulusal Müzesi’nde Eski Mısır dönemi ağırlıklı olmak üzere kronolojideki birçok döneme ait eser görebiliyorsunuz.
Müzeyi gezerken bazen tarihten bildiğiniz bir konu da karşınıza çıkıyor. Mesela firavunların eşyaları ile gömülmesi, çanak çömlek imalatına bu çağda rastlanması gibi.
Bilmediğiniz birçok konuyu da müzeyi gezerken öğreniyorsunuz. Mesela Mısır’da kadın kıyafetleri ya da üzerinde işlem yapılmış bir el kalıntısından hareketle Mısır’da tababet’in çok erken yıllarda gelişmiş olması.
Zirai aletlerin Eski Mısır’da geliştirildiğini, altın takıların bu dönemde çok gözde ve vazgeçilmez olduğunu da öğrendik.
Osmanlı Dönemine ait de çok sayıda eser var müzede. Bunlardan biri de Osmanlı döneminde camide kullanılan halılardan bir tanesi.
Müzede grubumuzun ilgisini çeken diğer iki eserden biri Suud’lar tarafından Mısır’a hediye edilen Kabe’nin değiştirilen örtülerinden biri; diğeri ise Hac kervanında, kervanı gönderen hükümdarın gücünü gösteren ve insansız olarak kervanda omuzlarda taşınan Mahmal oldu.
Müze uzun sürede gezilecek bir müze, bizim grup 1,5 saat üst bölümde eserleri inceledikten sonra, sadece mumyalara tahsis edilen bölüme indi. Burada18 kral ve 4 kraliçeye ait toplam 22 mumya bulunuyor. Fotoğraf çekmekse yasak.
Mısır Turizm ve Tarihi Eser Bakanlığı’nın internet sitesine göre mumyalama işlemi 70 gün süren bir işlemmiş. Ölünün iç organlarının çıkartılarak bedenin temizlenmesiyle başlanan süreçte cesedin sodyum tuzuyla kurutulduğu ve son alarak keten kumaşlarla sarmalandığı belirtiliyor. İç organlar da mumyalanarak “Kabuniyye” adlı çömlek tarzı kaplarda muhafaza ediliyor. Mumyalanan bedenlerin bozulmaması için ayrıca sargıların içine sihirli muskalar konulduğu ifade ediliyor.
Müzede aralarında 1. Seti, Hatşepsut, 2. Ramses gibi ünlü firavunların da bulunduğu 18. ve 19. Firavun Hanedanlığına mensup toplam 22 mumya yer alıyor. Mumyaların tarihi, yaklaşık MÖ 1580 ile MÖ 1085 yılları arasında Mısır’da hüküm süren Firavun Hanedanları dönemine uzanıyor. Tüm bu firavunlara Kahire dışındaki tapınakları anlatırken değineceğim...
Bu arada şunu da belirteyim; British Museum’u gezerken 5.500 yıl önceye ait olduğu iddia olunan Gebelein Man (Kızıl Adam) mumyası oldukça ilgimi çekmişti. Bu mumya 100 yıldır British Museum’da sergileniyormuş. Niye oraya gelmiş, niye orada hala, İngilizler, Fransızlar Mısır’da neyin peşindeydiler? O zaman aradıkları bugün “Kara Delik”çilerin aradıkları ile aynı olabilir mi? Bunlar başka konular tabii, şimdilik başka bir yazıya bırakalım. Ama İngiliz ve Fransız arkeologların Mısır’da yaptıkları çalışmalarla Eski dönem Mısır uygarlığı ilgili çok sayıda enformasyonun kaynağı olduklarını söyleyebiliriz.
Müzeyi bitirdikten sonra Cuma namazını Kavalalı Muhammed (Mehmed) Ali Paşa’nın Kahire’de Osmanlı selâtin camileri planında yaptırdığı Muhammed (Mehmed) Ali Paşa Camii’nde kıldık. Bu cami plan düzeniyle Osmanlı mimarisinin bu ülkedeki canlanışına şahit olurken süslemeleriyle de barok ve rokoko gibi Batılı üslupların tercih edildiği önemli bir örnek durumunda.
Kahire’ye tepeden bakan Kahire Kalesi’nde (Kala al Cebel) yer alan caminin inşaatına, Mehmed Ali Paşa’nın emriyle 1246da (1830) başlanmıştır. Mehmed Ali Paşa’nın vefat ettiği 1849 yılına kadar ancak kaba inşaatı tamamlanabilen camide Hidiv I. Abbas Hilmi Paşa tarafından mermer kaplamalar, kubbe içlerindeki kalem işleri ve Mehmed Ali Paşa’nın kabrini kuşatan pirinç parmaklık yaptırılmış.
1863te Hidiv İsmâil Paşa bakır dökme kapıları yaptırmış, Sultan Abdülaziz’in Mısır’ı ziyareti sırasında minberin soluna bir maksûre (dolap) ilave edilmiş. Hidiv Tevfik Paşa zamanında 1879da avlu mermerleri yenilenmiş, kubbe kurşunları değiştirilmiş. 1931-1939 yıllarında caminin kubbe ve kemerleri tamir görmüş.
Muhammed (Mehmed) Ali Paşa Camii klasik Osmanlı mimarisinin Mısır’daki önemli temsilcilerinden biri görülüyor. Camide kubbeler radyal çerçeveler içine alınmış renkli ve altın yaldızlı rokoko tarzında asma salkımları, akant yaprakları, yelpazeler ve çiçek desenleriyle bezenmiş. Yüzeylerindeki madalyonlar içinde “bismillâh, mâşâallah, tebârekallah” ibarelerine, mihrap önündeki yarım kubbe altında bulunan iki pandantifte Allah ve Muhammed, büyük pandantiflerde ise dört halifenin isimlerine yer verilmiş.
Avlunun ortasındaki şadırvan 1263 (1847) tarihli. Sekiz dilimli mermer sütuna oturan sekiz yuvarlak kemerin taşıdığı ahşap kubbe içten bitkisel motifli kalem işleriyle tezyin edilmiş, dıştan ise kurşunla kaplanmış Ahşap saçak da zengin bitkisel süslemeye sahip.
Mısır camilerindeki en büyük ahşap örnek olan ve mihrap çıkıntısının batı köşesinde altın yaldızlı süslemeleriyle dikkat çeken orijinal minberin aynalığında Mehmed Ali Paşa’nın hânedanlık arması olan “güneş ışını” yerleştirilmiş. Ancak bu minber mihraba uzak kaldığından Kral Fârûk zamanında 1939da pirinç kapılı, altın yaldızlı beyaz mermer üzerine kırmızı mermer kakmalı olarak yapılan yenisi daha yakına mihrabın sağına yerleştirilmiş.
Avlunun ortasındaki şadırvan 1263 (1847) tarihli. Avlunun güneydoğu revakı aynı zamanda caminin son cemaat yerini meydana getirmekte. İçeri açılan kapı ve pencere açıklıklarının üzerindeki kuşakta Feth sûresinden âyetler bulunuyor. Kapı kemerinin köşeliklerinde ay yıldız motifine ve daha üstte dönemin padişahı Sultan Abdülmecid’in ismine yer verilmiş olması da ilgi çekici (**).
Sonraki durağımız, dünyada kendi mahallemizdeki bir bahçe, park ya da ülkemizdeki anıt ya da binadan daha fazla duyduğumuz piramitler olacak. İnsan heyecanlanıyor haliyle… Şehirden uzak değil, hatta şehrin içindeler diyebiliriz. Çünkü şehrin içinde gezerken bir yerlerden bir kenarı görülüyor.
Yarım saat içinde piramitlerin olduğu alana geldik. Çok yaklaşamıyorsunuz, aracı bırakıp kalabalığın içinden geçerek piramitlerin yanına kadar yürüyüp fotoğraf çektirdik. Yıllardır kafana çeşitli imajları gömülen, filmlerde sürekli gördüğün, üzerine çok sayıda metin okuduğun piramitleri elle tutulur mesafeden görmek duygusal bir etkileşim yaratıyor, onu da belirteyim.
Mısır’da turistlere ve Mısırlılara farklı fiyatlar uygulanıyormuş. Turistlere yaklaşık 3-4 kat daha pahalı giriş ücretleri uygulandığı söyleniyor.
Kasım 2008 itibarıyla tüm Mısır’da tespit edilen piramitlerin sayısının 118 ile 138 arasında olduğu belirtiliyor.
Mısır piramitlerinin şeklinin, Mısırlıların dünyanın yaratıldığına inandıkları ilkel höyüğü temsil ettiği, piramitlerin şeklinin de güneşin alçalan ışınlarını temsil ettiği düşünülüyor.
Genel olarak piramitlerin mezar anıtları olduğu kabul edilirken, inşa edilmelerine yol açmış olabilecek belirli teolojik ilkeler üzerinde hala devam eden anlaşmazlıklar varmış. Bir tahmine göre, bir tür "diriliş makinesi" olarak tasarlanmış olabilirler.
Piramitleri inşa etmek, büyük miktarlarda taşın hareket ettirilmesini gerektiriyormuş; bunu gördüğünüzde anlıyorsunuz. 2013 yılında arkeolog Pierre Tallet, Kızıldeniz yakınlarındaki Mısır çölünde Nil Nehri boyunca kireçtaşı taşımakla görevli bir Mısır yetkilisi olan Merer'in Günlüğü'nü içeren papirüsleri keşfetmiş. Bu papirüsler, modern Kahire'nin hemen dışındaki Firavun Khufu'nun mezarı olan Gize'deki Keops Piramidi'nin inşasındaki süreçleri ortaya koyuyormuş.
Piramidin inşasında kullanılan kireç taşının karadan taşınmasından ziyade, Merer'in Günlüğü'nden, ve antik kanallarla, nakliye gemilerinin korunmuş kalıntılarından anlaşıldığı üzere, kireçtaşı bloklarının Nil Nehri boyunca taşındığına dair kanıtlar bulunmaktaymış. Taş ocağından çıkarılan blokların daha sonra şantiyeye ahşap kızaklarla taşınmasının ve kızağın önündeki kumun sürtünmeyi azaltmak için ıslatılmasının mümkün olduğu söyleniyor. Su damlacıkları, kum taneleri arasında köprüler oluşturarak birbirlerine yapışmalarına yardımcı olmuş.
(Bir devasa heykelin taşınmasını gösteren çizim. Mısırlı bilimciler tarafından uzun zamandır ritüel olduğu öne sürülerek reddedilmiş, ancak şimdi uygulanabilir olduğu onaylanmıştır. Kızak yoluna dökülen su, kumun sertliğini artırmaya hizmet etmiş ve muhtemelen heykeli hareket ettirmek için gereken gücü %50 azaltmıştır. )
Gize Piramitleri, küçükten büyüğe doğru sırasıyla; Menkaure Piramidi, Kefren Piramidi ve Keops Piramidi olarak bilinir. Piramitlerin büyük çoğunluğu Eski Krallık ile Orta Krallık dönemlerinde firavunlar ve eşleri için anıt mezarlar olarak inşa edilmiş.
Yapılan hesaplamalara göre, Khufu olarak da bilinen firavunun yaptırdığı Büyük Piramit ya da Keops Piramidi, yontma taştan yapılmıştır ve kütlesi 5,9 milyon ton ağırlığında, hacmi ise 2.500.000 m³'tür. Kimileri, bu değerlerden yola çıkarak ve her gün 800 ton taşın yerleştirilebileceğini varsayarak inşaatın 20 yıl sürdüğünü düşünüyor.
Büyük Piramidin etrafında 3 küçük piramit daha var. Bu piramitlere, Khufu’nun annesi Hetepheres’in de aralarında bulunduğu bazı kraliçelerin gömüldüğü düşünülüyor. Ayrıca, piramidin en tepesindeki bölüm altınmış ve çalınmış, bu yüzden toplam yüksekliği 147 metreden 139 metreye düşmüş. Kral odasına ulaşabilmek için Abbasi Halifesi Me’mûn döneminde bir tünel açılmış. Piramidin içi yağmalanmış. Bugün kral odasına çıkabilmek için bu tünel kullanılıyor. Ancak biz girmedik çünkü aramızda kapalı yer korkusu olan arkadaşlarımız vardı. Büyük Piramit’in yanındaki Kefren Piramidi, Khufu’nun oğlu olan firavuna ait. Babasını geçmek istemediği için 136 metre yükseklikte inşa edildiği düşünülüyor.
Üçüncü piramit ise 61 metre yüksekliğinde olan Mikerinos. Kefren’in oğlu ve Keops’un torunu olan Mikerinos, aile geleneğini sürdürüp kendisine bir piramit yaptırmış, torun olarak yerini de bilmiş galiba😊
Grubumuz piramitleri yakından gördükten sonra, çevresinden dolaşıp ünlü sfenks heykelinin yanından geçerek(*) 3 büyük ve 3 küçük piramidi görebileceğimiz seyir tepesine çıktı.
Buralara kadar gelip bu seyir tepelerine çıkmayı ihmal etmemenizi öneririm, çok şeyi kaçırırsınız. Orada öğle yemeği yiyeceğiniz restoranlar da var. Bizim ekip bir tanesinde ortaya karışık, dünya mutfağından çeşitlemelerle karnını doyurdu. En ilginci ise pilav servisinin piramit şeklinde olmasıydı. Kesinlikle yaratıcı bir dokunuştu.
Buralara geldiğinizde en ilginizi çekecek şey, piramit çevresinde düzenlenen deve ve at turları (*). Biz yapmadık ama epeyce kişinin ilgisinin olduğunu söyleyebilirim. Bütün Mısır deneyimi zaten sizi hafiften “oryantal kafa” atmosferine sokuyor. Develer de bu deneyimin üstünün çileği oluyorlar.
Ekibimiz piramit bölgesi gezisini bitirdikten sonra otele geri döndü. Daha sonra St. Regis Otel’de Mısır’daki iş ortaklarımız ve eşleri ile çok güzel yemek yedik.
Kahire turumuzu da böylece tamamlamış olduk. Gece otelin deniz kenarındaki kafesinde biraz zaman geçirdik. Nil üzerinde seyreden gezi tekneleri, bizim boğazda seyreden gürültülü teknelerden çok farklı değildi.
Yazının sonuna bir de market goyamdan bir fotoğraf ekleyeyim. Zira gördüklerim beni çok mutlu etti.
Yarın Luxor’a uçuyoruz ve Nil boyunca tekneyle dolaşarak tek tek tapınakları ziyaret edeceğiz.. İzlemeye, okumaya devam yani… Bu arada, bir sonraki yazıda 10 bin yıl önceki insan ve topluma ışık tutan Göbeklitepe ve Karahantepe’deki kazıları da hatırlatayım diyorum. Ne de olsa ülkemizin Mısır’la turistik bir rekabeti var ve bu rekabet oldukça kızıştı.