“Milli bilincin oluşmasında en büyük pay tarihe aittir. Birleştirir, güce güç katar, geleceğe yön verir. Çünkü milletin/milletlerin ortak hafızasıdır tarih” diyen Akademisyen ve bürokrat Prof. Dr. Mehmet Ali Beyhan, tarih biliminin güçlü yönleri olduğu kadar zayıf yönleri olduğuna da dikkat çekiyor.
Yakın tarihimizin algı ve olgu olmak üzere iki yüzü vardır. Algı, tarihin aldanılan ve yanıltıcı yüzü iken; olgu, tarihin gerçek yüzüdür. “Tarihin Gerçek Yüzü” isimli projesiyle okuyucusuna yeni ve önemli bir hizmet sunan Beyan Yayınları, tamamı yakın dönem tarihine ait tartışmalı pek çok konuyu yeni bir seri ile ele alıyor. Üzerinden en az bir asrı aşkın zaman geçmesine rağmen hâlâ tartışılan bu soruları belgelere dayalı kesin cevaplarla yanıtlıyor. Akademisyen ve bürokrat Prof. Dr. Mehmet Ali Beyhan ile editörü olduğu “Tarihin Gerçek Yüzü” serisi üzerinde yakın tarihin tartışmalı konularını masaya yatırdık.
nGeçtiğimiz haziran ayında on kitaptan oluşacak “Tarihin Gerçek Yüzü” serisinin ilk beş kitabını okurla buluşturdunuz. Seride yer alan konuların her biri üzerinden en az bir asrı aşkın zaman geçmesine rağmen; tarih, siyaset ve sosyoloji alanlarında hâlâ tartışılıyor. Serideki soruları nasıl belirlediniz?
Algı ve olgu olmak üzere yakın tarihimizin iki yüzü vardır: Olgu tarihin gerçek yüzüdür. “Tarihin Gerçek Yüzü” projesi Beyan Yayınevi’ne aittir, soru olarak oluşturulan kitap isimleri; tartışılan, tartışıldıkça da toplumu ayrıştıran konulara dairdir. Konu başlıkları, bu tartışmalar çerçevesinde tespit edilmiştir. Yayınevi, bu proje ile okuyucusuna yeni ve önemli bir hizmet sunmaktadır. Yakın tarihimiz, pek çok konusu bakımından tartışılmaktadır. Tartışmaların kaynağı algı üzerine inşa edilen metinlerdir. Projede yer alan konuların her biri, üzerinden en az bir asrı aşkın zaman geçmesine rağmen; tarih, siyaset ve sosyoloji alanlarında hâlâ tartışılıyor. Algı ve olgunun anlaşılmasını kolaylaştırmak için birkaç örnek vermek gerekir. Örnekler aynı zamanda algının nasıl oluşturulduğunu da gösterecektir: İlk olarak 109. yıldönümünü idrak ettiğimiz “Çanakkale 18 Mart Deniz Zaferi”; Parlak bir zaferdir, Çanakkale’yi geçilmez kılmıştır. İstanbul’u, Osmanlı Devleti’nin başkentini, İslâm dünyasının hilafet merkezinin işgalini dört yıl geciktirmiştir. Her yıl parlak törenlerle anılan 18 Mart Deniz Zaferi sahiplenilir, zaferle övünülür, televizyon programları yapılır, fakat zaferin mimarı, Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa’nın ismi dahi anılmaz. Tarih metinleri, bu denli önemli, sadece Osmanlı tarihinde değil, aynı zamanda dünya tarihinde de parlak bir yeri olan 18 Mart Zaferi’ni bütün görkemiyle, en ince ayrıntılarıyla anlatmakla beraber, iki satırını 18 Mart Kahramanı Cevat Paşa’ya tahsis etmek vefasını göstermez. Bir başka örnek: Büyük Millet Meclisi’nin dualarla açılması, Hacıbayram Camii’nde kılınan namazda askeri üniforma sahipleriyle sarık-cübbe giyenlerin aynı safta bulunmaları, dualara beraber âmin demeleri, kurbanların kesilmesi gibi görüntüler; kayıtlardaki yerleriyle beraber, zihinlerde silinmesi mümkün olmayan görüntülerdir. Bu silinmez görüntülere rağmen, Milli Mücadele’de dinin, İslâm’ın, Müslümanların hiç bir rollerinin bulunmadığı tezi işlenmeye devam etmektedir.
Gerçekleri görmezden gelmek tarihi tartışmalı bir alana dönüştürür
Sultan Vahdettin tarafından Mustafa Kemal Paşa’nın, geniş yetkilerle askeri müfettiş olarak Doğu vilayetlerine atanması da dâhil olmak üzere, Milli Mücadele tarihi, yayımlanmış arşiv belgelerine rağmen, gerçeklere aykırı ifadelerle anlatılır. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi açılış konuşmasının sonunda; saltanat ve hilafet makamına vurgu yapmış; Allah’tan, “Peygamberi hürmetine mübarek vatanın sahip ve savunucusu, İslâm’ın kıyamet gününe kadar en sadık bekçiliğini yapacak milletimizi başarıya ulaştırması, saltanat ve büyük hilafet makamını koruması” duasında bulunması kayıtlara geçmiştir. Son bir örnek: Sultan Vahdettin’in Kuvâ-yı Milliye’ye bakışı nettir. Sultan Vahdettin; ülkenin, saltanatın ve hilafet merkezinin kurtarılması amacıyla çıkılan yolda, amacın ve kulvarın değiştirilmesine rağmen Milli Mücadele’ye karşı değildir, olmamıştır. Ülkeyi terkinden iki gün önce, 15 Kasım 1922 tarihinde; Milli Mücadele zaferinden duyduğu sevincini, oğlu Ertuğrul’un öğretmeni Emin Bey’le Yıldız Sarayı bahçesinde şu cümlelerle paylaşmıştır: “Ordumuzun muzaffer olduğu şu mesut günde ilk defa oh diyorum. Gel seninle şunun şurasında gönül rahatlığı içinde birer kahve içelim.” Bu gerçekleri görmezden gelen bir anlatım elbette Milli Mücadele Tarihini tartışmalı bir alana dönüştürecektir. Olgu bu iken, oluşturulan algı ile Vahdettin’i hain göstermek mağduriyetin en büyüğüdür.
İdeolojilerin dayanağı tarihtir
nSeri için kaleme aldığınız “Tarihin İki Yüzü: Olgu ve Algı” başlıklı önsözde, “Beşeri bilimler arasında en çok müdahaleye uğrayan tarihtir” diyorsunuz. Tarihin bu denli müdahaleye açık olmasının sebebi nedir?
Tarih milletlerin birliğini sağlayan, vatan sevgisini geliştiren bir bilgi alanıdır. Milli bilincin oluşmasında en büyük pay tarihe aittir. Birleştirir, güce güç katar, geleceğe yön verir. Çünkü milletin/milletlerin ortak hafızasıdır tarih. Bu güçlü yönü ile beraber tarihin bir de zayıf tarafı vardır. Zayıf tarafı; müdahaleye açık bir alan olmasındandır. Beşeri bilimler arasında en çok müdahaleye uğrayan tarihtir; toplumun bünyesine, geçmişine, kültürel birikimine, değerlerine uygun olmayan, devrim adı altında topluma dayatılan programlar kabul edilemez, tepki görür, kavgaya sebep olur. Karşı çıkanlar hıyanetle suçlanır, bastırılır; güçle sindirilir. İstiklâl mahkemeleri, Cumhuriyet Tarihi’nin tartışmalı konularındandır. Bu mahkemeler, elbette önemli bir amaç için kurulan özel yetkili mahkemelerdi ve o günün şartlarında gerekliydi. Faaliyetleri sırasında bu mahkemelerin, kuruluş amacına hizmetleri bir tarafa, muhalefeti sindirmeye; muhalifleri etkisizleştirmeye alet edilerek siyasetin emrinde birer zulüm aracı haline getirildikleri de gerçektir. Mahkemelerin zulümlerini; topluma dayatmaları algı ile tersine çevirebilirsiniz.
Tarih müdahaleye açıktır; çünkü siyasetçiden gazeteciye hemen her alanda herkes tarihe ihtiyaç duyar; iddialarını, düşüncelerini tarih ile desteklemek, pekiştirmek ister. İdeolojilerin en güçlü dayanağı tarihtir; olgu payanda olmuyor ise ideolojiye, uygun bir tarihe ihtiyaç doğar. Böyle olunca da tarih müdahaleye açık bir alan haline gelir. Müdahalenin kestirme yolu tahriften, bilgileri-belgeleri görmezden geçer. Algı oluşturmanın yolu da budur. Batılılar, olgunun algıya dönüştürülmesine post-truth derler. Eski dilimizde karşılığı “kizb u tahrif”tir. Mustafa Kemal Paşa’ya atfedilen meşhur bir söz vardır: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir: Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” Bu söz pek çok yerde karşımıza çıktığı gibi Ankara’da Türk Tarih Kurumu’nun ana girişinde, sol tarafta bulunan bir panoda da yer alır. “Tarih yapan” tek kişi olsaydı, tarih yazanın yapana sadık kalması kolay olurdu. Ama “tarih yapan” tek kişi değildir; olayların örgüsü içinde pek çok şahıs vardır ve her birinin örgüye attığı ilmek önemlidir. Değişmeyen hakikat budur. Söz, “mutlak doğru” kabul edilince belge-bilgi görmezden gelinir, hatıratlarda nakledilenler; bilhassa şahıslar hakkındaki yargı cümleleri eleştiriye tabi tutulmadan olduğu gibi kullanılır. Bazı olayların üstü örtülür; kimi komutanlar, kahramanlar unutturulmaya çalışılır. Tarihî şahsiyetlere hakaret etmek suretiyle, itibarsızlaştırma gayreti güdülür. Tam tersi de olabilir; tarihi kişilik olabildiğince yüceltilir, sonunda gerçek üstü bir kimlik ortaya çıkar. Bu ve benzeri müdahaleler sonunda bir algı oluşur; gerçek ortadan kalkar. Bütün bunlar tarihe müdahaledir ve yakın tarihimiz; pek çok konusu bakımından algı üzerine inşa edilmiş bir tarihtir.
Vahdettin herkesin övdüğü bir isimdi
nSeride yer alan “Sultan Vahdettin; Hain mi, Mağdur mu?” ve “Son Sultan II. Abdülhamid; Ulu Hakan mı, Despot Sultan mı?” kitaplarını siz hazırladınız. Tarihi kişiliklerin “kahraman” veya “hain” kimliklerini hangi yönden yeniden tartışmaya açtınız?
Sultan Vahdettin aleyhtarlığı, saltanatın kaldırılışından sonra ortaya çıkar. Tahta çıktığı sırada herkes, Mustafa Kemal Paşa dâhil, yeni padişah hakkında olumlu kanaate sahiptir, kendisinden övgüyle bahsetmiştir; hitabetinin güçlü olduğunu, irticalen bir nutuk söyler gibi konuştuğunu, konuşmasıyla muhatabına düşünen bir padişah karşısında bulunulduğu hissini verdiğini söylemiştir. Temmuz ortalarında Vahdettin tarafından Başmabeyincilik görevine atanan Lütfi Bey’e, 19 Temmuz 1918’de, Karlsbad’tan gönderdiği tebrik mektubunda Mustafa Kemal; “bu haberi aldığımda, zaten böyle bir görevin tevcihini bekliyordum. Cenâb-ı Hak, bu suretle padişahın yanında bulunmanızı vatan için hayırlı, bereketli kılsın” temennisinde bulunur. Ayrıca tebrik mektubunda Mustafa Kemal Paşa; “Efendimizin (Vahdettin’in) tahta çıkışları, bendenizde vatanımızın saadet ve selâmeti nokta-i nazarından (bakımından) fevkalâde ümîdler tevlîd etti (umutlandırdı). Merhûm Sultanın (Reşat’ın) kaybından müteessir olmakla beraber vatanın, milletin, ordunun bâziçe (oyuncak) olmaktan kurtarılacağı tam kanaati, bu teessürü değiştirmiştir.” Ayrıca bu mektubunda Mustafa Kemal, Sultan Vahdettin’e gönderdiği tebrik telgrafının akıbetini de merak etmektedir: “Cülûs-ı humâyun/tahta çıkış ve bayram (Ramazan) münasebetiyle vuku bulan tebrîkât ve ta’zîmâtımın/tebrik ve saygılarımın arz edilip edilmediğini bilmiyorum. Ubûdiyet ve ta’zîmât-ı çâkerânemin zât-ı şâhâneye/padişaha bağlılık, sadakat ve saygılarımın arzını recâ/rica eder ve zât-ı âlilerinize takdîm-i ihtirâmât eylerim/hürmetlerimi sunarım beyim.” Fakat ilginçtir, Paşa anılarında; padişaha gönderdiği tebrik telgrafından da Simavî’ye yazdığı tebrik mektubundan bahsetmez.
Yakın tarihimizde en çok kullanılan iki sihirli kelime vardır ki, kullanıldıklarında derhal bir algı oluşturma gücüne sahiptir: Kelimelerden biri “hâin”, diğeri ise “vatanperver”dir. Birincisi, “yerli yerinden ziyade” tarihi bir kişiliği itibarsızlaştırmak için servise konulur. İkincisi ise, vatanperver sıfatını hak edenler bir tarafa bırakılırsa, genellikle kusurların, beceriksizliklerin, yetersizliklerin üzerini örtmek için kullanılır. Vatanperver sıfatına layık görülenler için çoğu zaman “yanlış yaptılar ama vatanseverliklerinden şüphe yoktu” da denilmez. “Hepsi vatansever kahramanlardı” cümlesi daha çok karşımıza çıkar. Bu yargının muhatabı/muhatapları, bazen kifayetsizlikleriyle, ihtiraslarıyla milletin ve ülkenin mahvına sebep olmuş olsalar bile netice değişmez. O zaman yargıya küçük bir müdahale gereği duyulur. “Tamam, uyguladıkları politikalar yanlıştı ama hepsi vatanseverdi.” Elbette her milletin tarihinde hainler, hıyanet içinde olanlar da vardır. Ülkeler Vatanperverlerin omuzlarında yükselmiştir, yükselmeye de devam edecektir. Hıyanete gelince; lügatlere göre hain; hıyanet eden, güveni kötüye kullanan, nankörlük eden, vefasızlık gösteren, hileye sapan, gaddar ve elbette vatanına fenalık eden kişidir. “Gâdir”, çok kullanılmamakla beraber hain kelimesinin eşanlamlısıdır. Fakat kelimenin edilgen sıfat ortacı mağdur; hıyanete uğrayan, gadredilen, zulüm gören anlamlarında yaygın bir kullanıma sahiptir. Keza gaddar; çok merhametsiz, kıyıcı, çok zulmeden hain manalarıyla günlük konuşmalarda, yazılarda çokça kullanılır. Bu anlamlar çerçevesinde, Vahdettin’in hıyaneti hususunda sorulacak sorular cevapsız kalmaktadır: Hainliğin, hıyanetin Vahdettin ile ilgisi ne olabilir? Kime vefasızlık yapmış, gadretmiş veya zulmetmiştir. Gadretmişse mağdur kimdir/kimlerdir? Kimin/kimlerin güvenini kötüye kullanmış yahut itimadını sarsmıştır? İşgal edilen vatanına fenalığı nedir? Bu soruların cevabı yoktur. Cevap bir yana, Vahdettin’e hain diyenlerin hiçbiri bu soruları sormamıştır/soramamıştır.
n“Osmanlı Devleti başkentinin işgale uğramasında Vahdettin’in bir ordu komutanı kadar sorumluluğu yoktur ama kendisi hain ilan edilmiştir” diyorsunuz. Bu durum oluşturulan bir algının neticesi mi?
Sultan Vahdettin/6. Mehmet, Osmanlı hanedanının padişah unvanını taşıyan son ferdidir. Çöken bir tahtın vârisi olarak, maddi ve manevi varlıklarını eriten bir savaşın sonunda bir devleti devralmıştır. Tahta çıktığında; atalarının fethederek yurt edindiği, vatan kıldığı ve savaşın başladığı tarihe kadar korunabilinen toprakların dörtte üçü kaybedilmişti. 1. Dünya Savaşı başladığında dört milyona yakın insan askere alınmıştı. Dört yılın sonunda; esarette vefat edenlerle beraber şehit olanların sayısı altı yüz bine yakındır. İki milyondan fazla asker yaralanmış, bir milyona yakını sakatlanmış, yüz binden fazla kişi esir düşmüştür. Savaş, ülke nüfusunun okumuş-yazmış, yetişmiş genç kesimini alıp götürmüştür. 2. Meşrutiyetin ilanı ile beraber, devlet yönetimi, bütün iktidar unsurlarıyla kısa sürede komitacı bir hizbin, İttihat ve Terakki Fırkası’nın eline geçmiş, Saray; hükümranlık hakları budanarak etkisiz, sembolik konuma düşürülmüş, devlet çöküşe sürüklenmiştir. 4 Temmuz 1918’de Sultan Vahdettin tahta çıktığında artık savaş bitmek üzeredir. Osmanlı Devleti’nin yenilgisi 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile tescil edilmiştir. Mütarekeden iki hafta sonra, 13 Kasım 1918’de; İngiliz, Fransız, İtalyan savaş gemilerinden oluşan İtilaf donanması Dolmabahçe Sarayı önlerinde demirlemiştir. Devletin başkenti İstanbul, Saltanat merkezi Saray, hükümet ve parlamento bu savaş gemilerinin tehdidi altındadır. Kırk bin kadar İtilaf askeri İstanbul sokaklarındadır. Vahdettin’in tahta çıkışının dördüncü ayında; ülkeyi savaşa sokmakta birinci derecede sorumlu birkaç kişinin güttüğü siyaset sonunda Osmanlı Devleti bu duruma gelmiştir. Devletin yıkımına sebep olanlar, milleti kaderiyle baş başa bırakarak kaçıp gitmişlerdir. Çöken bir tahtı, yıkılan bir devletin enkazını devralan Sultan Vahdettin’in, orduları sevk ve idare eden ordu komutanları kadar sorumluluğu yoktur.